7 Temmuz 2024 Pazar

Tatlı Su Çeşmeleri

Bir tatlı su çeşmesi bu görüntü.

Konya'nın her bir yerinde görmeye alışık olduğumuz, sebil görevi gören, belediyenin güzel hizmetlerindendir bu tatlı su çeşmeleri. 

Geçen hafta çekmiştim. 

Görüleceği üzere suyun aktığı yerler kupkuru.

Çünkü su akmıyor.

İki tanesine baktım böyle. Her ikisi de akmıyordu.

Sanırım baktığım çeşmeler bölgesinde bir arıza olmalı diye düşündüm. 

Cuma akşamı bir belediye çalışanına sordum, sular akmıyor mu diye.

Akmıyor abi dedi.

Sebep dedim.

Kaçak var. Kaçağın nerede olduğu tespit edilemedi. Koski uğraşıyor dedi.

Bu teknoloji çağında kaçağın tespit edilememesi garibime gitse de içime su serpti.

Çünkü sanmıştım ki susuzluk kapıda. Belediye de çözümü bazı zamanlarda bu şebekeyi kesmede buluyor diye aklıma gelmişti. Böyle olursa da hiç şaşırmam. Çünkü doğru dürüst yağış yüzü görmedik ve eski kışları yaşamıyoruz. 

Konu tatlı su çeşmelerinden açılınca, belediyeci de dertliymiş:

Abi, bu suları çok hoyratça kullanıyoruz. Araba yıkayanlara alıştık. Büyük otobüsleri yıkıyor bazıları. Uyardığım zaman bazıları mahcubiyet duysa da bazıları kaba davranıyor. Bazı su firmaları bu sudan doldurup satışa sunuyor dedi.

Üzüldüm bu anlattıklarına.

Halbuki sebil görevi gören, çoğu şehirde olmayan bu çeşmeler Konyalı için bir nimet.

Bu çeşmeler bir nevi vakıf medeniyetini temsil ediyor. İçme ve çay dışında kullanmamak lazım. 

Açıkçası yürüyüş yaparken iyice susamışsam, böyle bir çeşme bulursam, eğilir su içerim. İyice terlemişsem belki elimi yüzümü yıkarım. Başka da kullanmıyorum. Çayı iyi çıkar diye çay için su bile doldurmuyorum. İçme suyu olarak da bu çeşmelerden su doldurmuyorum. Suyumu şebeke suyundan içiyorum. 

Belki de Konya'ya özgü bu tatlı su çeşmelerini insanımızın gözü gibi koruması gerekir. Bu çeşmeleri amacı dışında kullanmamalı. Özellikle araba yıkayanlara caydırıcı cezalar verilmeli.

Yurdum İnsanı Bir Başka (1) *

Mahallede cuma namazını kıldıktan sonra hem yürüyüşümü yapayım hem de bir çay ocağında çayımı yudumlarken yazar çizerim dedim. 

Aziziye civarında her zaman oturduğum çay ocağına geldim. Her masanın etrafında ikişer, üçer kişi oturmuş, çay eşliğinde muhabbetlerini yapıyorlardı.

Bir kişi bir masada tek idi. Ne yapayım, müsaade isteyim yanıma oturayım mı diye düşündüm. Çünkü bir başına otururken bir başkası izin isteyip yanıma oturur, aynı masada iki yabancı gibi otururduk.

Cesaretimi toplayarak oturabilir miyim dedim. Buyur dedi. İki yabancı gibi oturmama müsaade etmedi. Çay içer misin dedi. Yok, sağ ol dedim. Az sonra bir daha dedi. İçerim az sonra dedim. Teşekkürler dedim. Fazla zaman geçmeden bir daha teklif etti. İçeyim dedim. İki çay söyledi içmeye başladık.

Şivesi pek Konya şivesine benzemiyordu. Bir an için Suriyeliye benzettim. Suriyeli misin dedim. Öyle ya bizde tanışma nerelisin demekle başlardı. Hayır, Vanlıyım dedi. Neresinden dedim. Çaldıran dedi. 

Çaldıran'da otobüsümüz mola verdi. Bir çay içimi kadar oturdum, sizin kapalı çarşıda. Çarşıyı da çok beğenmiştim. Çarşıya girmeden 8-9 yaşlarında bir çocuk, ayakkabını boyayım mı abi dedi. Kaça boyuyorsun dedim. Ne verirsen dedi. Bozuk paran var mı dedim. Bozdururum dedi. Yıl 2008-2009 olmalı. Cebimden bir on lira verdim. Çocuk, parayı almasıyla koşması bir oldu. Gelmedi değil mi dedi. Gelecek mi diye beklemeye koyuldum. Çocuk nice sonra elinde hep bir lira ile geldi. Parayı avcumun içine koydu. Belli ki bozdurmak için epey dolaşmış. Gelmesi hoşuma gitti çocuğun.  Aç avucunu dedim. Rastgele avucunun içine boşalttım. Herhalde 6-7 lira vermişimdir. Bu fazla abi dedi. Olsun, kat cebine dedim. Pasaja doğru yürüdüm. Ayakkabını boyamadım dedi. İstemez. Sen öğrenci olmalısın. Bu saatte niye ayakkabı boyuyorsun yoksa okula gitmiyor musun dedim. Gitmiyorum ama gideceğim dedi. Git mutlaka dedim. İçeri geçtim. Orada çayımı yudumlarken bir başkasına ayakkabımı boyattım. Çıkışta o çocuk yine bir kenarda bekliyordu. Beni görünce güler yüzüyle başını sallayarak selam verdi. Böyle bir anım var Çaldıran'la ilgili dedim. Muradiye, Erciş buraları gördüm. Doğu Beyazıt'a kadar gittim. Kalenize çıktım dedim. Bizim memleket iyidir, insanı da öyle ama ön yargı var bize karşı dedi. Nizip ve Kahta'da çalıştım. Severim sizin insanı. Tanımak lazım. Tanımayınca ve diyalog kurmayınca ön yargılar oluşuyor iki tarafta dedim. 

İkinci çaylarımız da geldi bu arada. Muhabbet koyulaştı. Ben bu anekdotumu anlatınca o da başladı anlatmaya. Çok haklısın dedi. Bir gün otobüse bindim. Memlekete gidiyorum. Yanıma gençten biri oturdu. Mengene'de otururmuş. İlk atamada öğretmen olarak tayini Çaldıran'ın bir köyüne çıkmış. Kafasını da doldurmuşlar. Gidiyor ama korkudan tir tir titriyor. Korkma, bizim insanımız sana sahip çıkar. Sen iyi olduktan sonra sana bir şey yapmadıkları gibi seni koruyup gözetirler dedim.

Gideceği köy bizim komşu köyü idi. Otobüsten indik. Köyüne kadar götürdüm. Bu genci koruyup gözetin diyerek muhtara teslim ettim dedi. 

Bu genç öğretmen bu köyde beş sene kaldı. Ara ara telefonla görüşürüz. Köylü yemesini, içmesini karşılamış, el üstünde tutmuş öğretmeni. Ben böyle bilmezdim buraları deyip çok memnun bir şekilde ayrıldı oradan. Biz hala görüşürüz dedi. 

Ardından bu ön yargı karşılıklı. Sadece Türklerde yok, biz Kürtlerde de var. Bir tane anlatayım dedi: Biz Konya'yı mesken edindiğimizde bize, Bozkırlılara dikkat edin. Onlar bizi sevmez. Size kötülük ederler demişlerdi. Bozkırlılardan korkardım.

Gel zaman git zaman Bozkır'dan bir iş aldım. Oranın boya işlerini yapacağız. Bize iş verene, çalışanlarım nerede kalacak dedim. İşte şurası diye bir yeri gösterdi. İşçilerime kalacakları yeri gösterdim. Biz burada kalmayız. Çünkü burası korumalı değil. Buranın insanı bizi görünce bize yapmadığını bırakmaz dediler. Bu endişeyi inşaat sahibine söyleyince, olur mu öyle şey. Kimse size bir şey yapmaz. Burnunuz bile kanamaz. İçiniz rahat olsun demiş.

Boya işi kaç gün sürdü. Gösterilen yerde kaldık. Başımıza bir şey gelmediği gibi zorunlu olmadığı halde sabah akşam yemeğimizi ve çayımızı da verdiler. Bize çok iyi davrandılar. Oranın işi bitince bize orada birkaç iş daha verdiler. Çok memnun ayrıldık dedi. Kafamızdaki Bozkırlılar Kürtleri sevmez ön yargısı da böylece yok oldu dedi. (Bu tanışma faslına diğer yazımda da devam edeceğim.) 

*24.07.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Yurdum İnsanı Bir Başka (2) *

Bu yazımda da çay ocağında tanıştığım Çaldıranlı olduğunu öğrendiğim insanımızla ilgili yazıya devam ediyorum.

1995 yılında ailecek taşınmışlar Konya'ya. Alçı, boya işleri yapıyormuş. İşi de iyi imiş. İlk geldiğinde Saraçoğlu tarafında oturmuş. Çocukların okulu dolayısıyla Şefik Can'a taşındım dedi. Cuma günleri çalışmıyor musun dedim. Cuma öğleden sonra çalışmam dedi.

Çaldıran’dan göçüp Konya’yı mesken edinmelerinin sebebini sormadım ama niçin taşındıkları sanırım şu anlattığında gizli idi:

1987-1992 yılları olsa gerek. Köyümüz İran sınıfındaki en son köy. Hayvancılık yapıyoruz. Koyunları yayılmaları için götürdük babamla beraber. İran sınırını biraz geçmişiz. Uzun boylu adı Cem olan komutan bizi yakaladı. Başkaları da vardı yakaladıkları arasında. Herkesi ikişer ikişer eşleştirdi. Beni de babamla. Elime bir sopa verdi komutan. Vur babana dedi. Ağlıyorum. Vurmam dedim. Babama vurur muydum? Şunu yaparım bak vurmasan, bunu yaparım tehditleri savurdu. Tir tir titriyorum. Babam, Kürtçe vur dedi birkaç defa. Sonunda komutan bize kötülük yapmasın diye babamın avucuna 8 defa vurdum. Ben vurdukça komutan gülüyordu. Benim vurmam bitince, babama şimdi de sen oğluna tokatla vuracaksın dedi. Babam da bana kaç defa tokat attı.

İran sınırını geçen köyün ne kadar insanı varsa hepsine aynı bize yaptırdığını yaptırdı komutan. Ardından bizi bıraktı.

Çocukluğumda yaşadığım bu olayı hiç üzerimden atamadım. Çok etkilendim. Aklıma geldikçe o anı yaşıyorum. Babamın bana, benim babama vurduğum, ağlayıp sızlamalarımız ve komutanın katıla katıla gülüşü gözümün önüne gelir zaman zaman.

Yaşadığım bu psikolojiyi atlatabilmem için babam üzerimde çok durdu. “Oğlum, İran sınırını geçmekle biz yanlış yaptık. Komutan ise haklı. Çünkü komutanın görevi bizi korumak ve sınırın güvenliğini sağlamak. Bizim iyiliğimize yaptı bunu” şeklinde defalarca söyledi. Adeta beni işledi. Babam olmasaydı, o psikolojiyi atlatamazdım. Büyüyünce şimdi ben burada değil, dağda olurdum dedi.

Sadece ben değil, nice çocuk aynı muamelenin benzerine maruz kaldı. Bir komşumuz vardı ki başına gelenlerden ötürü baktı ki çocuğu dağa çıkacak. Çocuğunu köyden ve o ortamdan uzaklaştırıp İstanbul’a okumaya gönderdi. Çocuğu orada 8 sene kaldı. Çocuğunu dağa çıkmaktan böyle kurtardı. Bizim oralarda ne hikayeler var daha dedi.

Bu anlattığından, dağa çıkan çoğu kişinin geçmişte yaşadığı bir travması vardır anlamı çıkar mı dedim. Öyle de denebilir dedi.

90’lı yıllar Türkiye’nin kanayan yarası ve kapalı kutu. Terör örgütünün azması ve büyümesi için her şey yapıldı. Faili meçhuller o dönemde ayyuka çıktı. Bu da bir kısım asker, polis ve memuru eliyle yapıldı. Türk-Kürt adeta birbirine düşman edildi. Birileri bundan çok ekmek yedi. Orada atılan her kurşun ve şehit cenazesinden birilerinin oyu bu tarafta arttı. O tarafta da terör örgütüyle bağını inkar etmeyenler oyu kendilerine tahvil etti. Güya Kürtlerin hakkını koruyorum iddiasında dedim.

Korumayla hiç alakası yok. Bunlar bize ve bu ülkeye zarardan başka bir şey vermemiştir dedi. 

*26.07.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.