25 Aralık 2022 Pazar

Öyle Bir Zaman Gelecek ki

Zaman zaman sosyal medya paylaşımlarında, Hz Muhammed'e atfedilen ve "Öyle bir zaman gelecek ki..." diye başlayan sözlere hep temkinli yaklaşmışımdır ve acaba demişimdir. Çünkü bu tür hadisler geleceğe ait bilgiler içermektedir. Bu hadislerin sonradan ortaya çıkan konulardan hareketle geriye dönük üretildiğini düşünüyorum. 

Hadis inkarcılığı değildir benimkisi. Az buçuk mürekkep yalamışlığımla bilirim ki Hz Muhammed gaybı bilemez. Sadece peygamberimiz değil, Allah'tan başka kimse bilemez. Çünkü gaybın anahtarı Allah'tadır. Bu şüphemi açığa kavuşturan da  şu ayet mealidir: "Size Allah'ın hazineleri benim yanındadır demiyorum. Fizik ve bilgi alanı ötesini, gayb alemini de bilmiyorum. Size bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahy olunana, Kuran'a tabi oluyorum" de (En'am süresi 50.ayet meali). Burada gaybi konuları yani gelecek bilgisini bilmediğini peygamberimizin diliyle Kur'an bize ifade etmektedir. Kısaca peygamberler gaybı bilemez. 

"Öyle bir zaman gelecek ki..." şeklinde başlayan ve geleceğe dair bilgiler veren hadislere dair eleştiri getirdiğinde, birileri "Allah bildirirse bilemez mi" şeklinde bir cevap veriyor. Buna amenna. Allah bildirdikten sonra niye bilemesin. Ama bu tür hadisleri Allah'ın peygamberine bildirdiğini nereden biliyoruz? Ya bildirmediyse, o zaman peygambere söz atfederek ona iftira atmış olmuyor muyuz? Allah bildirmediği halde peygamber toplumun gidişatından hareketle gelecekte şöyle şeylerin olmasından endişe ediyorum demesi, gelecek bilgisinden ziyade bir öngörüdür. Böyle demesinde bir sakınca yok. 

Bir an için En'am 50.ayeti yorumlayarak peygamberin gaybı bildiğini düşünelim. Peygamber vefat etmeden önce Hz Ebu Bekir zamanında sahte peygamberlerin çıkacağını, ridde olaylarının olacağını, bunlara dair önceden tedbir almalarını öğütlerdi. Hz. Osman'ın şehit edileceğini, aman ha dikkat edin derdi. Cemel ve Sıffın savaşları yapılmadan önlem almalarını isterdi. Bu verdiğim örneklere dair peygamberin dilinden rivayetlerin olduğunu biliyoruz. Ama bu rivayetlerin Cemel ve Sıffın savaşlarında, Hakem ve Kerbela olaylarında kimin haklı olduğuna dair tarafların, kendilerini haklı çıkarmak amacıyla sonradan üretildiğini söyleyebiliriz. Bu tür rivayetleri gören, bak bak, peygamber olacakları bilmiş diyor. Halbuki böyle olacağını peygamber bilseydi, olayın taraflarını çağırır, sakın ha diyerek hepsini uyarırdı. Çünkü bahsi geçen savaşlar bir daha bir araya gelemeyecek şekilde Müslümanların arasına fitne sokmuş ve Müslümanlar ayrışmıştır. Bugünkü ayrılık ve gayrılığın temeli bu olaylara dayanmaktadır.

Gördüğümüz gibi vefatının ardından kısa bir süre sonra meydana gelecek olayları dahi bilemeyen peygamberin, kıyametin alametlerine dair yazılıp çizilenlere, gelecekten haber veren bilgilere dair söz söylemesi her şeyden önce En’an 50.ayete terstir. Unutmayalım ki Hz Muhammed gelecekten haber vermek için gönderilmedi. Peygambere, dinimize daha doğrusu kendimize yapacağımız en büyük iyilik Hz Muhammedin bizim için örnek olan ahlakını yaşantımızda uygulamaktır. 

Ters Yolda Olduğumu Nihayet Öğrendim

Yarım asrı devireli epey oldu. Ömrüm boyunca kendim olmaya çalıştım. Gördüğümü, duyduğumu, okuduğumu, bana telkin edineli sorgulamayı prensip edindim. İçime sinmeyen ne varsa bunu dile getirmekten geri kalmadım. Tanıyorsam, gidip ilgiliyle konuştum. İki kişi arasında bir sorun olmuş ve küsmüşlerse vazife edinip aralarını bulmaya çalıştım. Makam ve yaşça benden büyük olanlarla pek teşriki mesaim olmadı. Aramı iyi tutayım diye bir çabam olmadı. Küçükle küçük büyükle büyük olmaya çalıştım. Karşımda konuşanın düşüncesine katılmadıysam, bunu da yüzüne karşı ifade ettim. Kişinin arkasından konuştuğumu fırsatını bulup yüzüne söyledim. Hakkında belirttiğim kanaat yanlış çıkmışsa özür dilemekten gocunmadım, helallik diledim.

Yedi yıldır da yazıp çiziyorum. Hemen hemen yazmadığım hiçbir konu kalmadı. İyi hareket ve söylemleri takdir ettiğimin yanında; kötü, eksik söz ve davranışları da eleştirmekten, doğrusunun ne olduğunu yazmaktan geri durmadım. Şunu yazarsam, bu ne der, fincancı katırlarını ürkütür, zırkıdı yer miyim demedim, kara listeye alınırım endişesi taşımadım. Ülkeye dair olumsuz ne varsa kalemimle ifade etmeye çalıştım. Yazılarımı özelde beğenenler paylaşımlara iz bırakmadı. Yanımda pek kimseyi göremedim. Hoşlarına giden bir yazım çıkmışsa, ha ya işte böyle yaz dendi.

Kutuplaşma ve tarafgirliğin zirvesini yaşadığımız bugünlerde, yazılarımın bir karşılığının olmayacağını bile bile yazmaya devam ettim. İster takdir görsün ister tekdir dedim. Benim için yazmak okumaktı, kişinin kendisiyle konuşmasıydı, kişinin içini dışa vurması ve içimi dökmesiydi. Çoğunluğun görüşünü açıklamaktan uzak durduğu tehlikeli alanlara girerek bu konuda görüşüm budur dedim.

Kimseyi, hiçbiri grup ve camiayı kırmadan, dökmeden, onurlarını zedelemeden eleştirel bakış açımı ve yapıcı yaklaşım tarzımı terk etmedim. Zira kişilerle işim yoktu. Benim için söz ve eylemlerdi alanıma giren. Bugün biri yapar, yarın başkası. Dikkat et, tehlikeli sularda yüzüyorsun diyenlere teşekkür ettim ama gereğini yapmadım. Dünyayı ve çevreyi düzeltme gibi bir derdim olmadı. Kendimi düzeltsem yeterdi benim için. Bir de bu konuda şöyle düşünüyorum, duruşum şudur diyerek tarihe şahitlik yapmak istedim. Önyargısız bakan gönüllere hitap ederek görüp duyduklarımı elim ve dilimle düzeltemesem de kalbimle buğzetmeye çalıştım. Yazılarım bir nevi buğz idi. Başka da elimden bir şey gelmedi.

Güce yaslanmadım. Güçten beslenmedim. Zayıf bir birey olarak güçlüye; savruldun, bizi hayal kırıklığına uğrattın demeye çalıştım. Bir serzenişti benimkisi. Tozlanmış kalp ve vicdanlara hitap etmekti.

Ben böyle iken çevremin, kelli felli insanların sessiz yürüyüşe devam ettiğini, bana dokunmayan bin yaşasın moduna girdiğini;  konuşmaktan, yazmaktan, paylaşmaktan, görüş bildirmekten kaçındığını, haline şükrettiğini, kazanımları kaybetmekten korktuğunu, gücün yanında saf tuttuğunu yani çok akıllıca hareket ettiğini gördüm.

Yalnızlara oynuyorum anlayacağınız. Ben mi yanlış yoldayım, çevrem mi diye düşüne düşüne yanlış yolda olduğumu, kalabalıkların değil, kendimin tıpkı Temel gibi ters yolda olduğumu nihayet öğrendim ama çok geç oldu. Şunu anladım ki çevrem, camiam, mahallem doğru yolda. Ben ise yanlış yoldayım. Şu aşamadan sonra hiç vakit kaybetmeden; yapacağım, beni affetmesi için Allah'tan af dilemek, kitabımda geri adım yok demeden, inadı bırakarak kalabalığın gittiği yerden gitmek olacaktır. Su akarken testimi doldurmaya çalışmak olacaktır. Yeter ki bu can bu tende dursun. 

Batı Dünyası Çağı Okuyor

Bugün gelişmişliğiyle dikkat çeken, dünyaya yön vermeye çalışan, kurum ve kuruluşlarıyla oturmuş bir devlet görünümü veren Batı dünyasının, bugünkü geldiği noktanın temelinde, başta Afrika ve Ortadoğu olmak üzere geri kalmış ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürmesinin yattığını biliyoruz. Bugünkü medeniyet, görkem ve kendi kendine yetmesinin perde gerisinde, zulmün olduğunu söylesek yanlış ifade etmemiş oluruz.

Burada zulümle ilgili atasözlerini gözümüzün önüne getirelim. En meşhuru "Zulümle abat olunmaz" atasözüdür. Atasözleri geçmiş tecrübeler sonucu ortaya çıkmış sözler olduğuna göre temeli zulüm olan bu Batı dünyası hala nasıl ayakta, niçin sözü dinleniyor, devletler nezdinde ağırlıkları nasıl devam edebilir? Sadece bu atasözünü ele alsak, Batının bugün yüzünün gülmemesi, huzur bulmaması ve yıkılması gerekir? Yıkılmadığı gibi üretmeye, ürettiğini başka ülkelere ihraç etmeye, bugünden yarına değil, yüzyıllık planlar yaptığı görülmektedir. 

O zaman zulümle ilgili sözleri nereye koyacağız? Evet zulümle abat olunmaz. Zira akıbetleri berbat olur. Buna inancımız tamdır. Kimsenin yaptığı yanına kar kalmaz.

Tüm geçmiş yaptıklarına rağmen Batının ayakta kalması ve hala söyleyecek sözünün olması, Batının;

*Ayakta kalmanın uzun soluklu hesabını yaptığı,

*Ar-Ge'ye büyük önem verdiği,

*Başka ülkelere olmasa da kendi ülkelerinde demokrasi, özgürlük ve adaleti sağladığı,

*Kurum, kuruluş ve devlet yönetiminde bir kültürün oluştuğu,

*Başka ülkelerden beyin göçü aldığı,

*Zamanın ruhuna uygun hareket ettiği,

*Çağı okuduğu,

*Gelir gider dengesini koruduğu,

*Geçmişine saplanıp kalmadan geleceğe baktığı, ömrünü geçmişiyle övünerek geçirmediği, 

*Devlet ve ülke yönetiminde oportünist davranmadığı,

*Çalışma ve üretimden ödün vermediği,

*Ülkelerinde sosyal adalet dengesini kurduğu,

*Kısır çekişmelerle vaktini harcamadığı, 

*Bu çağın gereklerini yerine getirdiği gibi yeni çağa uyum sağlamanın adımlarını attığını vs. söyleyebiliriz. Kısaca temeli zulüm olsa da ufacık bir ihmal ve tökezlemenin nelere mal olacağını iyi biliyor. Belki de bu yüzden hala söz sahibi Batı.

Batı böyle iken yani sömürge devletleri hala isimleriyle bu dünyada söz sahibi iken “Biz dünyaya hep adalet dağıttık” diyen İslam dünyasının çoğu devletinin, 100 yıldan fazla geçmişi yok. Yani adalet dağıtmışız ama devletlerimiz yıkılmış. Bu anlayışa göre biz değil, Batı yıkılmalı değil miydi? Ama gördüğümüz gibi onlar dimdik ayakta. Aklıma, kim ve ne olursa olsun, Allah’ın sebeplerini işleyerek, kendini sürekli yenileyerek çalışmaya devam edeceğini vereceği geliyor. Öyle ya, ben Müslümana vereceğim demiyor, “Herkes için ancak çalıştığının karşılığı var” diyor.