20 Nisan 2022 Çarşamba

Hz Ömer ve Mum *

Tarihte yaşanmış mıdır yoksa adaletiyle nam salmış Hz Ömer'in ne kadar adil olduğunu göstermek için uydurulmuş bir hikaye midir, bilmiyorum. 

Bildiğim bir gerçek var. Dindar, mütedeyyin, İslamcı, İslamcı geçinenlerin ve İslam'dan ekmek yiyenlerin geçmişte sıkça duyduğu ve anlattığı, şimdilerde anlatılmayan ve çoğumuzca riayet edilmeyen, hepimizin bildiği bir anekdota yer vereceğim. 

Bu hikaye kamu malını yönetenlerin kamu malını nasıl görmeleri gerektiğine dair güzel bir örnektir:

Hz Ömer mumunu yakmış, gece karanlığında makamında çalışıyor. 

Sahabeden bir veya birkaç kişi kendini ziyarete gelir. Selâm verirler. 

Beklerler ki Halife selamlarını alsın, kendileriyle ilgilensin. 

Heyhat ki heyhat. Hazretin Allah'ın selamını alması geciktikçe gecikir.

Nihayet Hz Ömer işini bitirir. 

Yanan mumun yanına bir başka mum daha yakar ve önceki mumu söndürür. 

Misafirlerinin beklediği selamı alır ve kendilerine ilgi gösterir. 

Olup bitene bir anlam veremeyen ama sebebini de öğrenmek isteyen sahabe sorar: Biz selamı vereli ne oldu. Nihayet şimdi aldın. Bu yaktığın mum ve söndürdüğün mum da neyin nesi? 

Halife, söndürdüğüm mum beytülmale aitti. Onunla devlet işini yürütüyordum. Siz geldiğinizde işimi bitirmek üzereydim. Siz ziyarete geldiniz. Sizinle ilgilenmek için kamuya ait mumu söndürerek şahsi mumumu yaktım. Ardından selamınızı aldım. Tüm mesele bundan ibarettir, cevabını verir. 

Bu anekdotu duyup da etkilenmeyen Müslüman yoktur. Bu anekdotla kamu malının şahsi emeller için kullanılamayacağı işlenmeye çalışılırdı. 

Nedense küçüklüğümde sıkça duyduğumuz ve anlattığımız bu anekdot nicedir kullanılmamak üzere rafa kaldırıldı. Bugün anlatılan da bizi etkilemiyor ve bu güzelim hikaye bir nostalji olarak tarihteki yerini aldı. Çünkü bizim için kamu malı "Yağma Hasan'ın böreği", "Devlet malı deniz, yemeyen domuz" mesabesindedir. Ye ye yetmiyor maşallah. 

Şu aşamada bu hikaye, duyarlıları tarafından uygulanmayacaksa, devlet malı hoyratça kullanmaya devam edilecekse, biz bu olup bitenlere sesimizi çıkarmayacaksak, bundan dolayı artık vicdanımız sızlamıyorsa, hatta başka kötü örnekleri vererek savunur duruma gelmişsek; ya bu anekdotun aslı yoktur, uydurulmuştur ya da kusura bakmasın ama Hz Ömer de pek pintiymiş diyelim ve işimize bakalım ki deniz de bizim olsun, kumu da. 

Yiyelim, içelim, yedirelim, içirelim. Şanımız yürüsün ve vicdanımız da rahat etsin. 

Hem böylece dini ve dini anekdotları emellerimize alet etmeyerek Anayasa güvencesi altındaki laikliği de korumuş oluruz. 

En azından din ve dini değerler elimizden kurtulmuş olur. 

*23/04/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

19 Nisan 2022 Salı

Abdullah b. Sebe *

Zaman zaman münafıkların lideri Abdullah Ubey b. Selül ile karıştırılsa da İslam tarihinde başta Cemel Vakası ve Sıffın Savaşı olmak üzere her türlü fitne ve fesadın arkasında her ne hikmetse Abdullah b. Sebe ismi geçer. Siyer yazarları İslam tarihini öyle bir anlatırlar ki karşılıklı savaşan, birbirinin boynunu vuran Müslümanlara hiç toz kondurmazlar. Zira onların hiçbir günahı yok. Neredeyse tüm kötülükler, bela ve musibetler Abdullah b. Sebe kaynaklıdır. Cemel'de karşı karşıya gelen iki ordu savaşmamak üzere anlaşmışlardı ki b. Sebe taraftarları karşılıklı ok atmak suretiyle barıştan yana olan iki orduyu savaştırmışlardır. Bu adam olmasaydı, İslam tarihinde ne fitne olacaktı ne de fesat. Müslümanlar kardeş kardeş geçinip gideceklerdi. 

İşin garibi yılanın başı ve her türlü kötülüğün anası olarak piyasaya sürülen Abdullah b. Sebe'nin yaşayıp yaşamadığı muamma. Yani böyle bir kişiliğin tarihte yaşadığı meçhul. Nedense Müslümanlar birbirine düşüren bu önemli aktörün varlığı sadece bir kişiden gelen rivayetlere dayandırılır. Tüm kötülükler, olmayan ve yaşamayan bir şahsiyete niçin yıkılır? Burada, Müslümanlara özellikle sahabeye toz kondurmamak amacı güdüldüğü anlaşılmaktadır.

Geçmişte üretilmiş bu şahsiyet, tarihteki yerini almış ama tarihte kalmamış. Günümüzde de geçer akçe olarak kullanılmaktadır. Tek farkı var. Günümüzde her türlü kötülüğün menşei olarak gösterilen gerekçe ve bahanelerin adı farklı sadece. Dün Abdullah b. Sebe, bugün ise dış güçlerdir. Ekonomide sıkıntı mı yaşıyoruz? Sebebi, bizim onmamızı istemeyen dış güçlerin bize çektiği bitmez tükenmez operasyonlardır. Geri kalmışlığımızın, dünyaya dair kayda değer bir değer üretemeyişimizin perde gerisinde dış güçler vardır. Birbirimizi eleştirirken muhatabımızı, dış güçlerin aklıyla hareket ettiğini bile söyleriz. Bizden ayrılıp gidene dış güçlerin maşası deriz. Bir ülke ile bir gerilim yaşasak, dış güçlerin bitmek bilmeyen ihaneti deriz. Müslüman Müslümanı öldürse, Müslümanların içinden birbirleriyle savaşan olsa, Müslümanların içinden terörist çıksa, bunların arkasında dış güçler vardır. Yani dış güçlerle kafamızı bozmuşuz. Onlarla yatıp onlarla kalkıyoruz. Onmayışımızın tek müsebbibi onlardır. Bize kalsa yani bizi bize bıraksalar biz her şeyin en iyisini yaparız. Dünyanın en ileri devleti oluruz. Ah şu dış güçler... Hasılı Abdullah b. Sebe eşittir dış güçlerdir bizde.

Nedense tüm olumsuzlukları dış güçlere bağlayarak kendimize ve yönetimimize hiç toz kondurmuyoruz. Acaba, ekonomide, siyasette vs. yanlış politika uygulamış, kötü bir yönetim sergilemiş olabilir miyiz diye kendimizi hiç sorgulamıyoruz. 

İyi şeyleri kendimize kötü şeyleri dış güçlere bağladığımız bu yol, gerçekleri ters yüz etmekten başka bir yol değil. Gerçeklerden kaçınmaktır. Beceriksizliğimizi dış güçlere yıkmaktır. Kendimize toz kondurmamaktır. Bu izlediğimiz yolun çıkmaz sokak olduğu bilinmesine rağmen her başımız sıkıştığında bu yolu niçin izleriz? Niye izlemeyelim? “Muaviye ve Dişi Deve” hikayesinde olduğu gibi nasılsa dış güçler bahanesine inanan milyonlar var. Böyle hazır ve her şeye teşne hazır müşterimiz varsa bu yolu niye kullanmayalım. Nasılsa sorgulama yok. Ağzına yüzüne bulaştırdın diyen yok. Acaba tüm bu olup bitenlerde milyonda bir olasılık da olsa senin bu işte bir payın var mı diyen yok. Ben olsam, her devirde geçer akçe olan bu sihirli değneği ben de kullanırım. Nasılsa ülkeyi düze çıkarma gibi bir düşüncemiz ve becerimiz yok. Kullan kullan, bir daha kullan.

Abdullah b. Sebe misali her şeyi dış güçlere bağlama hastalığımızı sorgulayıp terk etmedikçe başkası bize gülerken biz bizi kandırmaya devam ederiz ve bizden bir cacık olmaz.

Şunu unutmayalım ki dün Abdullah b. Sebe kişiliğinde birileri, bugün dış güçler veya başka saikler peşimizi bırakmaz. Çünkü kimse kimsenin onmadığını istemediği gibi devletler de birbirinin onmasını istemez. Bizi zayıf düşürmek için çaba gösterebilirler. Bize düşen, gelebilecek her türlü tehlike, fitne ve fesada karşı hazırlıklı olmaktır. Onlar bir şey yapmaya çalıştığında elimiz armut toplamayacak. Hiçbir zaman tedbir elden bırakılmamalıdır. Tehlikeleri en az hasarla atlatmanın yolları bulunmalıdır. Yine unutmayalım ki tüm başımıza gelenler kendi yapıp ettiklerimizden veya yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdandır. Hiç öyle suçu başkasına yıkarak zeytin yağı gibi üste çıkmayalım. Bilelim ki biz doğru yolda isek başkasının/dış güçlerin sapıklığı bize zarar veremez.

Ne olur, Abdullah b. Sebe uydurmasında olduğu gibi her beceriksizliğimizi dış güçlere bağlama hastalığından bir vazgeçelim. Bir şeyi yapamadıysak, ağzımıza yüzümüze bulaştırmış isek bunu da söylemekten kaçınmayalım. Zira bu bir erdemdir. Erdemli biri olmak mı isteriz yoksa Rabbine isyan eden ama bu isyanını savunmacı bir refleksle gerekçe ve bahanelerin arkasına sığınarak örtmeye çalışan İblis gibi biri mi olmak isteriz? Sanırım kimse hele inanan insan, İblis'in yolundan gitmek istemez. Lütfen, ne söylersem, inanıyorlar dercesine bize inananların kredilerini şeytani mantıkla kendi emellerinize alet etmeyelim. Tek suçu bize güvenen insanların güvenini yok etmeyelim. 

*20/05/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

18 Nisan 2022 Pazartesi

Türkiye'nin İki Ayıbı *

Hasan Mezarcı, Refah Partisinden bir dönem milletvekilliği yapmış sıra dışı bir vekildi. Vekilliği döneminde hiç gündemden düşmedi. Türkiye'nin değişik illerine giderek büyük kitlelere konferanslar verdi. Konferanslarının ana konusu yakın tarih üzerine idi. Atatürk'ü eleştirmekle kalmadı, zaman zaman hakaret etti. Kürsü dokunulmazlığını bu şekilde kullandı. Yakın tarihle ilgili tartışmalı konuları Meclis gündemine taşıdı. Mecliste verdiği araştırma önergeleriyle Ali Şükrü Bey cinayetinin araştırılmasını istedi. Soyadı gibi mezardakilerle uğraştı. Onun bu konuşmaları tepki çekti. Gelen tepkiler üzerine partisi kendisini ihraç etti. Vekilliğinden sonra yargılandı ve kısa bir süre hapis yattı.

Hapis hayatı kısa idi ama etkileri belki de hayatına mal oldu. Cezaevine giren Hasan Mezarcı'dan, cezaevinden çıktıktan sonra eser yoktu ve dağlar kadar fark vardı. Savunduğu fikir ve görüşlerinden dolayı cezaya çarptırılan Mezarcı gitti, kendisini İsa Mesih gören ve bunu ilan eden biri olup çıktı. Fikirleriyle birlikte kıyafet ve şekli şemaili de değişti. Yıllarca beslendiği fikirlerinden üç aylık bir cezaevi macerasından sonra bu kadar ani dönüş olacağını söyleseler inanmazdım. Beni düşündüren, bu üç aylık cezaevi döneminde Mezarcı'ya ne yapıldığı. Ne içirildi ne yedirildi ne zerk edildi yoksa bir proje adamı mı idi? Anlayabilene aşk olsun. Beni bu yazıyı yazmaya sevk eden de son günlerde verdiği fetva ile oruçlulardan su yasağını kaldırmasıydı. Oruçlu iken su içebilirsiniz dedi. Kim oluyor da böyle bir cesareti kendinde bulabiliyor. Din konusunda kırdığı potlar sadece oruçla ilgili olanlardan ibaret değil. Bence Hasan Mezarcı'nın bugünkü hali Türkiye'nin bir ayıbıdır. Bir araştırma yapılmak suretiyle ona cezaevinde ne yapıldığının enine boyuna araştırılması gerekir. Yeter ki bu meseleyi birileri dert edinsin. Dönemin hakimi, savcısı, cezaevi yönetimi ve infaz memurlarının bilgisine başvurularak bu mesele araştırılabilir. Hükümet bu meseleye el atarsa Mezarcı'daki bu iki kişiliğin künhüne de vakıf olmuş oluruz. 

Yazımın başlığında iki ayıptan bahsetmiştim. Bu ülkenin ikinci ayıbı da cezaevi öncesi ve sonrası kişiliğinde hiçbir değişiklik olmayan, çoğu kimsenin değer verdiği, acıların çocuğu Muhsin Yazıcıoğlu'dur. 25 Mart 2009'da bir helikopter kazasına daha doğrusu cinayetine kurban gitti. Cinayetin ardından 13 yıl geçmiş olmasına, toplumun kahir ekseriyetinin cinayet olarak gördüğü bu ölümün ardındaki azmettirici faillerinin hala ortaya çıkarılamaması Türk yargısının ve siyasetinin bir ayıbıdır. Türkiye ve sevenlerinin her ölüm yıldönümünde katilleri ortaya çıkarılacak nutuklarını fiiliyata dönüştürmek lazım. Gerçekten çok mu zor bu cinayeti çözmek? Bu ülke bu kadar mı aciz? İstenirse Türkiye bu ayıptan kurtulur. Azmettiriciler de cezasını çeker. Kimsenin yaptığı yanına kar kalmaz. Öyle zannediyorum, bu olayın faili meçhul kalması, bundan ekmek yemesi birilerinin işine geliyor. İktidar bu meselenin çözülmesi için ağırlığını koyarsa öyle zannediyorum, bu mesele çözülür. Değilse bu ayıpla yaşamaya devam ederiz. 

*22/04/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.