17 Ekim 2021 Pazar

Kutuplaştırmalar Meyvesini Vermeye Başlamış *

Üç dört yıl birlikte çalıştığım, çalışırken oturup muhabbet ettiğim, ülke gündemine dair fırsat buldukça fikir alışverişinde bulunduğum eski eskimez bir arkadaşla "Hafta sonu birlikte bir çay içelim" diye kavilleştik. 

Pazar günü telefonla aradım kendisini. Müsaidim, dedi. Evliya Çelebi Parkındaki Kafem'de buluştuk. 

Özlemişim muhabbetini. Ağırlıklı olarak ben konuşmuş olsam da bir o konuştu bir ben. Sağdan soldan derken geçmiş günleri yâd ettik. Söz döndü dolaştı ülke gündemine, ülkenin gidişatına ve ülkedeki kutuplaşma ve ayrımcılığa. 

Çaylarımızı yudumlarken babasının başından geçen bir olayı anlatarak üzüntüsünü dile getirdi. Olayın ardından kaç gün geçmesine ve bu olay kendi başına gelmemesine rağmen olayın etkisinden kurtulamadığı, konuşmasına da yansımış. Ne olacak abi böyle dedi. Kısaca bu olaya değinmek isterim.

Olay Erzincan'ın bir köyünde geçer. Arkadaş da Erzincanlı ama hanım köylü olmuş ve Konya'ya yerleşmiş. Konya'ya yerleşse de her yaz ve fırsat buldukça sılayırahim görevini ifa eder gelir. Babası Erzincan'ın bir ilçesinde mukim. Yetmişini geçmiş bu amca, birkaç günlüğüne köyüne gider. Çocukluk günlerini yad eder. Bu arada cami ve cemaatten de kalmaz. 

Sayılı günler çabuk biter. Cemaatle kıldığı bir namaz sonrası ilçeye dönmek ister. Cemaatten arabası olan biri de ilçeye gidecek. İlçeye gidecekler binsin, der. Camiden çıkan beş altı kişi araca biner. Amca da binmek ister. Araçta yer olmasına rağmen araç sahibi, "Seni götürmem" der. Niye der amca. Çünkü sen AK Partili değilsin der ve amcayı almadan basar gider. 

Bu duruma babası kadar üzülen arkadaş, bir ikinci üzüntüsünü daha dile getirdi. "Bu olay vahim olmaya vahim ama daha vahimi, birlikte yan yana saf tutarak aynı kıbleye baş koymuş cemaatin bu olaya tepki göstermemesi; onu almıyorsan, aracına biz de binmiyoruz dememesi. Beni üzen de bu dedi. 

Bu anekdota ne diyeceğimi şaşırdım. Bakakaldım. Bu kadar da olmaz dedim. Bu üzücü olay bireysel bir olay. Partinin resmi organlarının tasvip edebileceği bir olay değildir. Çünkü hiçbir parti, bize oy vermeyenleri arabanıza almayın, demez. Yalnız bu olay bir işgüzarın kendince işlediği bireysel bir halt ise de bu olayı basit bir olay olarak görmemek lazım. Bu bireysel olayın genişlemesine endişe ediyorum. Çünkü Türkiye'nin bu konudaki sicili pek temiz değildir. 1950'li yıllarda Anadolu'da bazı camilerin Halk ve Demokrat Partili diye ikiye ayrıldığını büyüklerden dinlemişliğim var. Yine bir zamanlar Avrupa’da Süleymancıların, Milli Görüşçülerin vs. cemaatlerin her birinin camisinin ayrı olduğunu gidip gelenler söylerdi. Şimdi de var mı bilmiyorum. Temenni ediyorum ki bu ayrılık devam etmiyordur. 

Erzincan'daki olaya yeniden dönersek, bu bireysel olayda siyasilerin katkısının daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Çünkü siyasiler, seçmenlerini konsolide etme uğruna kutuplaştırmayı körüklerler, rakiplerini ötekileştirirler; sorumlu bir dil kullanmaya özen göstermezlerse, tabandaki halk, bugün dolmuşuna almaz, yarın camiye sokmaz, ertesi gün camileri ayırır. Maalesef geçmiş örneklere bakarsak Türkiye'nin siyasi geçmişi bu tür olaylara teşnedir. 

Siyasiler unutmasınlar ki bu ülke siyasilerin emellerine alet edilemez. Yine siyasilerimiz ve hepimiz bilelim ki bu ülkede herkes hür iradesiyle her partiye oy verir. Kimse de bu tercihinden dolayı kınanamaz, ötekileştirilemez. 

*20/10/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Yara ve Yara Bandı Deyip Geçmeyin

Gördüğünüz yara bandı ile sarılı el, benim el. 19 Eylülde anılmayacak olsam da pazar pazar gazi oldum.

Nasıl oldu derseniz, cevap alamazsınız. Zira ben de nasıl olduğunu bilmiyorum. Kanepede uzun otururken gelen bir telefonla doğruldum. Konuşmanın ardından elimle göz göze geldim. Baktım kanamış. Acı ve sızı da hissetmedim. Anama göstermeden lavaboya gidip yıkadım. (Anama gösteremezdim. Acısa, gam yemeyeceğim. Ne ara ne iş yaptın da kanattın? Büyüdün ama hala elgamalığın devam ediyor derdi belki. Pazar pazar kaldıramazdım bunu.)

Neyse deri baya kalkmış. Suyu görünce kan coştu. Tekrar yıkadım ve kağıt mendil ile kuruladım. Üzerinde kağıt mendili bastırarak kanın kesilmesini sağladım. Kanama kesildi. Bir yere dokununca bu tekrar kanar. Bu kanamadan da haberim olmayınca elimdeki kanı bir yerlere bulaştırırım. Ondan sonra al başına belayı dedim ve bugünler için bulundurduğum, üç tanesini pazardan bilmem kaç liraya aldığım yara bandı aklıma geldi. Hemen bir abdest aldım ve yara bandını bu şekil yapıştırdım. (Abdesti özellikle söylüyorum. Şimdi bu yazıyı okuyunca abdest almadan bant yapıştırdığın için abdestin olmaz dersiniz. Bunu da çekemem.)

Bu yazıyı buraya kadar ibret ve hayretle okudunuz. Bu da yazılmaz dediniz. Haklısınız. Ne yapayım. Şöyle hastanede hasta yatağına veya sedyeye kafa-göz sarılı bir şekilde uzanmış bir ortam olmadı. Eldeki malzeme bu.

Bu arada sağ elim sarılı olduğu halde bu görüntüyü sol ve tek elimle kendim çektim. Bu halimle de cep telefonundan yazabiliyorum. Bu maharetimin de burada kayda geçmesini isterim. Bu arada selfiede çekebiliyorum.

Tamam, anladık. Bu anekdotunla sosyal medya turumuzu zehir ettin. Bağla artık şu hikayeyi. Ne diyeceksen de, dediniz. Acele etmeyin, hikayenin en alıcı ve acı yönü burada. Çünkü kan kesilmiştir. Yara bandını çıkaracağım ama cesaret edemiyorum. Zira beni bir düşüncedir aldı. Nasıl ki akacak kan deriyi kaldırarak damardan geldi ve ben buna engel olamadı isem, bilirim ki bandı kaldırırken bant, kılları koparırcasına acıtacak. Korkunun ecele faydası olmadığı gibi bant kıllarını çektikçe, ben anam anam diyeceğim. Bant ise anan ya diyecek. Of, çekilir mi bu acı. Gel de dayan.

Sahi siz olsanız, bu bandı nasıl çıkarırsınız?

*

Akşam eve oğlan geldi. Yaraya bir bakayım diyerek bandı çıkarmaya kalktı. Asla, ben kendim çıkarırım. Acıtacaksam ben kendi kendimi acıtırım dedim. Tüylerimi çeke çeke çıkardım. Oh be, dünya varmış. Korktuğum kadar da değilmiş dedim. Bu arada kan da durmuştu zaten. Yeniden bant yapıştırmaya gerek yok dedim. 

Oğlan çayı içti gitti. Ben de yatayım dedim, yatağa uzandım. Sağa dön, sola dön derken tam uyku moduna geçerken can havliyle yataktan doğruldum. Acaba elim tekrar kanamış olabilir miydi? Işığı yaktım. Bir ne göreyim. Korktuğum başıma gelmiş. Elim kanamakla kalmamış, kanı çarşafa da sürmüşüm. Sonra demeyin. Sonrası tufan. Hanım kızdı tabi. Vay efendim, eline tekrar niye bant yapıştırmadın gibi şeyler. Durur muyum odada. Attım kendimi lavaboya. Kanı durdurduktan sonra yeni bir yara bandı daha yapıştırdım elime. Ne zaman çıkarırım, yaram ne zaman iyileşir, çıkarırken bant kıllarımı çekermiş...bunları düşünmüyorum artık.

Odaya geldim tekrar. Baktım kana belenmiş çarşaf kenara atılmış, yerine temizi serilmiş. Çarşafa yeniden kan bulaştırma riskini bant yapıştırarak izale ettim ama bu arada uyku da gitti. Uyu da göreyim.  Nasıl uyuyabilirim ki. Zira bir düşüncedir aldı beni. Daha yeni serilmiş çarşaf makineye atılıp yeniden yıkanılacak. Bu da kaç aydır ocağıma incir diken su fiyatlarına ilave olacak demektir.

Hasılı, bir el, bu el kanamış, küçük bir yara bu kadar da büyütülmez demeyin. Beterin beteri var. Sağlığınızın kıymetini bilin. Gördüğünüz gibi küçük bir kanama başıma ne işler açtı. Üzerine o kadar da azar işittim.

14 Ekim 2021 Perşembe

Bazı Taşra Kaymakamlarını Nasıl Bilirsiniz? *

Türkiye'de irili ufaklı ilçeler var. Öyle küçük ilçeler var ki bırakın ilçe, köy bile sayılmaz. Zamanında üç beş oy uğruna nice köy ve kasaba bu şekilde siyasiler tarafından ilçe yapıldı. Bu da siyasilerin bu ülkenin menfaatini ne kadar düşündüklerinin tipik bir örneğidir.

Bir yerin ilçe yapılmasına karşı değilim. Uygun yerleşim yerleri ilçe yapılabilir. Bunun için çok nüfuslu köy ve beldelere bakılır: Buralar her yönüyle büyüme ve gelişmeye müsait mi? İl merkezine gidecek köy ve beldelerin transit geçiş yapabileceği bir yerde mi? Burası ilçe olduğu takdirde buraya bağlanacak yerleşim yeri sayısı ne kadardır? İl merkezine ve diğer komşu ilçelere mesafesi ne kadardır? Bu ve benzeri hususların iyice araştırılması yapıldıktan sonra o yerin ilçe olmasına karar verilmeli. Vatandaşın “Biz ilçe olmak istiyoruz” şeklinde isteklerine de pek kulak asmamak lazım.

Büyükşehir yasası ile birlikte büyükşehirlerdeki beldeler kaldırılmış olmasına rağmen nedense aynı kural küçük ilçeler için işletilmedi. Bence nüfusu yerinde sayan, her geçen gün göç veren, birbirine çok yakın, ilçe demeye bin şahit lazım ilçeler ne yapılıp edilip mahalleye dönüştürülmelidir.

Burada bir yerin ilçe olması iyi olur, hizmet vatandaşın ayağına gelir diyebiliriz. Bence böyle ilçelerin devlete faydadan ziyade zararı vardır. Çünkü bir yeri ilçe yaptım demekle iş bitmiyor. Devlet oraya başta kaymakamlık ve belediye olmak üzere gerekli gereksiz diğer birimleri de getirmek ve buralara yönetici atamak ve bu birimlerde çalışacak insan kaynağı istihdam etmesi gerekir. Doğru dürüst iş yükü olmayan diğer daireleri bir kenara bırakıyorum. Müsaadenizle kaymakamlıkları ele almak istiyorum.

Kaymakam kolay yetişmiyor. Öyle KPSS’den şu puanı aldın, haydi seni falan yere atadım demekle olmuyor. Şartları çoktur. Bir kimsenin kaymakam olabilmesi için belli bölümlerden mezun olması, 5 yıl kamu görevinde çalışması, ilgili sınavdan 70 puan alması, değişik yerlerde 4 ayrı mülakattan geçmesi ve değişik yerlerde 3 yıl staj yapması gerekir. Tüm aşamaları başarıyla geçtikten sonra içişleri bakanının teklifi ve Cumhurbaşkanının onayı ile kaymakam olarak atanır. Görüldüğü gibi kaymakam seçmek ve yetiştirmek zor.

İlçeye benzemeyen ama ilçe yapılmış küçük yerleşim yerlerine atanan kaymakamlar atandıkları yerde göreve başladıkları zaman öyle zannediyorum, ne umduk ne bulduk dercesine önce bir şok geçiriyorlardır. Çünkü ilçenin mülki amiri olarak atanan kaymakamın ne doğru dürüst hizmet binası var ne lojmanı var ne doğru dürüst çalışanı var ne sosyal hayatı var ne ziyaret edeceği yer var ne de gidip gelebileceği yer var. Çoğu da evli değildir bunların. Bu tip yerlere genelde acemi kaymakamlar gelmektedir. Kaymakamlar acemiliklerini bu ilçelerde atarlar. Tüm bu acemilikleri de daire amirleri çeker. Hele bir de kapris varsa -ki eksik olmaz- böylelerinin yanına varılmaz. Bu durumda daire amirleri girsin ağlasın, çıksın ağlasın. Daire amirlerine böyle kaymakamlarla uğraşmak mı yoksa deveye hendek atlatmak mı deseniz, deveyi tercih ederler. Çünkü kaprisi olan acemi kaymakam demek onlar için strestir, sıkıntıdır, derttir, ayakbağıdır.

Tüm dertleri ve günleri daire amirleri ile uğraşmak olan bu kaymakamların vatandaşla arası nasıldır? Şeker gibidir. Çünkü kaymakamlar vatandaşa dönük çalışırlar. Mevzubahis olan vatandaş ise birer iyilik meleğidir hepsi. Daire amirine ve diğer memurlara göstermediği ilgi, alaka ve güler yüzü vatandaşa gösterirler. Herhangi bir sebeple makama çıkan vatandaş kapıda bekletilmez. İş daire amirine gelince beklesin, ne için gelmiş, sonra gelsin denir ve vatandaşa gösterilen iltifatın zerresi daire amirine gösterilmez.

Kaymakamların memur ve daire amirlerine nasıl muamele ettiğine dair burada bir anekdota yer vereceğim. Lisenin biri, çıkaracağı okul dergisi için kaymakamla röportaj yapmak ister. Kaymakamlıktan daha önce randevu alınır.  Daha önce hazırlanan soruları sorması için okul müdürü okulundan üç öğrenci seçer. Giderken yolda “Çocuklar bu soruların dışında kaymakama doğaçlama başka sorular da sorabilirsiniz” der. Bundan cesaret alan öğrenci, röportaj arasında kaymakama “Vatandaşla aranız nasıl” sorusunu yöneltir. “Vatandaşla aramız çok iyi. Bakın kapıya. Bu kapı daima açık olur. Buraya gelen vatandaş kapıyı çalmadan içeri girebilir. Yalnız bu durum sadece vatandaş için. Daire amirleri ve diğer memurlar aynı şekilde giremez. Zira onlara karşı resmiyim” cevabını verir kaymakam.

Sanırım bu anekdot, kaymakamların daire amirlerine ve memurlarına nasıl muamele ettiğine güzel bir örnektir. Diğer yazımda da taşrada görev yapan bazı kaymakamların neler yaptıklarına dair örneklere yer vermek isterim.  

*06/05/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.