11 Ekim 2021 Pazartesi

Kazanımların Kaybedilme Endişesi *

Bazılarının iki sözlerinden biri, bir siyasi iktidar değişiminde onca kazanımların kaybolmasından endişe ettiklerini ifade ederler. Bu endişe dili bugünlerde daha da arttı. Bu endişeyi dile getirenlerden birine, ikide bir hep kazanım kazanım diyorsun. Şu kazanım dediklerin neler, birkaç tane sayar mısın dedim. Yüzüme bakakaldı. Sanırım kazanım dediklerin şunlar olmalı. Ben sayayım sen dinle dedim. 

1. Okullarda, üniversitelerde, kamusal alanda ve devletin her kademesinde yıllardır çözümü kangren haline gelen ve durmadan mağduriyet üreten başörtüsü sorununun çözülmesi.

2. Meslek liseleri ile diğer liseler arasında uygulanan katsayı farkının kaldırılması.

3. Katsayı farkından kaynaklanan öğrenci azalması dolayısıyla yıldızı sönen ve kapanmakla burun buruna gelen İHL'lerin önünün açılması ve çok miktarda yeni İHL'nin açılması ve bu okullarda okuyan öğrenci sayısının artması. 

4. Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitimle birlikte kapatılan imam hatip ortaokullarının yeniden açılması. 

5. Ortaokul ve liselerde Peygamberimizin Hayatı, Temel Dini Bilgiler ve Kur'an'ı Kerim derslerinin seçmeli ders olarak seçilmesi ve okutulması. 

6. Değişik üniversitelerde yüzün üzerinde ilahiyat ve İslami İlimler Fakültelerinin açılması. 

7. Askeriyeye İHL mezunlarının girebilmesi. 

8. Bürokrasinin ve her türlü yönetim kademelerinde İHL, ilahiyat mezunları ve dindar ve mütedeyyin insanların görev yapar hale gelmesi. 

9.Ayasofya'nın cami olarak tekrar ibadete açılması, Taksim'e cami yapılması vs.

Sanırım kastettiğin kazanımlar bunlar olmalı. Bu kazanımların çoğu güzel. Özellikle başörtüsünün sorun edilmesi bu ülkenin bir ayıbı idi. Maalesef Türkiye bu kısır çekişmesiyle kaç nesli heba etti. Yok yere ortam gerildi ve halk kutuplaştırıldı. Şükür ki bu ülke bu ayıptan geç de olsa kurtuldu. Bugün dileyen herkes her yere başörtüsü ile girip çıkabiliyor, çalışabiliyor ve okuyabiliyor. Başörtüsü serbest olunca laiklik elden gitmedi. İrtica hortlamadı. Kimse de bundan dolayı gocunmuyor. Olması gereken de bu idi. Artık bundan sonra bu meseleyi çözeceğim ya da bunu sorunu haline getireceğim diyen bir siyaset bundan ekmek yiyemeyecek.

Meslek liseleri ile diğer liseler arasında ayrımcılığa neden olan katsayı ucubesinin kaldırılması da iyi oldu. 28 Şubat sürecinde konan bu katsayıdan dolayı nice öğrenciler mağdur oldu. Girebilecekleri bölümlere giremediler. Gelecekleri ve hedefleri karartılmış bu öğrencilerin vebalini kimse ödeyemez. Aynı şekilde katsayı farkından dolayı meslek liselerinin hem nitelik hem de nicelik yönünden içi boşaltıldı. Bugün ister meslek liseli ister diğer okul türünden olsun, puanı tutturan istediği bölüme gidebiliyor. Geç de olsa bu mesele de çözüldü. Gerçi katsayı sorunu çözülmüş olmasına ve teşvik edilmesine rağmen bu okullar yani meslek liseleri eski verimli geçmişini hala yakalayamadı. Bu da ayrı bir konu.

Sekiz yıllık kesintisiz eğitimin kesintili hale dönüştürülmesi artı bir durum olmakla beraber zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması bizi düşündürmelidir. Çünkü herkesin okuduğu bir ortamda sanayi için ara eleman bulmak, çırak ve kalfa yetiştirmek imkansız hale geldi. 

4+4+4 ile birlikte İHO okullarının açılmasının önü açılırken aynı hassasiyetin diğer okul türleri için de düşünülmesi gerekirdi.

İHO ve İHL’lerin açılması olumlu olmakla beraber bu okulları çok miktarda açmak bu okullara iyilik mi yapıldı yoksa kötülük mü diye bizi düşündürmelidir. Çünkü bir şeyin çokluğu ister istemez kaliteyi düşürür. Aynı şekilde ilahiyat ve İslami ilimler adı altında açılan fakülteleri de bu şekilde düşünmek lazım. Maalesef bu fakültelerin de çok sayıda açılması, bu okullara daha düşük puanlı öğrencilerin gelmesi demektir. Bu da kaliteyi düşürür. Şimdiden ilahiyat ve İslami ilimler fakültesi mezunları fazla mezun verdiğinden dolayı mezun öğrenciler öğretmenlik atamalarında binlerce mezun ile yarışmak zorunda kalıyorlar. Bu da mezunlarda istihdam sorununu ortaya çıkaracaktır.

Peygamberimizin Hayatı, TDB ve K. Kerim derslerinin tüm okul türlerinde seçmeli ders olarak seçilmesi güzel bir uygulama. Öğrenciler merdiven altı yerlerde dinlerini öğrenmek yerine bu seçmeli dersler sayesinde okullarda dinlerini öğrenme imkanına kavuşmuş oldular. Burada bu derslerin müfredatına bir eleştiri getirmek istiyorum. Hazırlanan seçmeli ders kitapları öğrencilerin seviyesine uygun değil. Çoğu konular öğrencilerin ilgisini çekmiyor. Zorunlu ders olarak okutulan Din Kültürü kitabıyla tekrar konular var. Bu da öğrencilerin sıkılmasına sebep olmaktadır.

Hiçbir okul türü öğrencilere yasak olmaması gerekirken maalesef yıllardır askeriyeye İHL mezunlarının alınmaması yanlıştı. Şimdi bu okullara İHL mezunlarının da girebiliyor olması güzel.

Ayasofya’nın açılması, Taksim’e cami yapılması da takdire şayan bir uygulama oldu.

Bürokrasi ve devletin tüm kademelerinde İHL ve ilahiyat mezunlarının olması, dindar ve mütedeyyin insanların da görev alması güzel. Zira geçmişte bu kesim vebalı kabul edildiği için devletin üst kademelerinden mahrum bırakıldı. Yalnız bürokrasi ve devletin yönetim kadrosunda, geçmiş yönetimlerin yaptığı gibi bir kesimin görev yapması yanlıştır. Bu ülkenin mozaiği diyebileceğimiz her kesimden insanımıza devletin tüm kademeleri açık olmalıdır.

Şimdi kazanımları genel olarak bir değerlendirelim. Bu kazanımlar ileride ülkeyi yönetecek siyasi iktidarlar tarafından geri alınabilir mi? Alınabilir. Çünkü kazanımların çoğu kanun veya yönetmeliklerde yapılan değişiklikle elde edilmiştir. Değiştirildiği takdirde bu kazanımlar da kaybolabilir. Bu mümkün. Yalnız böyle bir değişiklik toplumda tepki çeker ve toplumu gerer. Buna da hiçbir siyasi iktidarın yelteneceğini sanmıyorum. Üstelik hiç de tavsiye etmem. Özellikle başörtüsünü yeniden sorun etmenin ve liseler arasında tekrar katsayı koymanın, Ayasofya’yı yeniden müze haline getirmenin siyasi iktidarlara götürüsü olur, getirisi olmaz.

*15-16/10/2021 tarihlerinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

10 Ekim 2021 Pazar

Bizi Viyana Önlerinde Bekletmenin Bedeli *

Habertürk İnternet sayfasından bir haber okudum. Önce haberi bir özetleyeyim. Zira ibretlik ve hayretlik içeren bir haber. Olay Avusturya'da geçiyor. Ülkenin Mali Suçlar ve Yolsuzlukla Mücadele Savcılığı, Başbakan Sebastian Kurz ve 10’a yakın çalışma arkadaşı hakkında "rüşvet, yolsuzluk ve halkı yanıltma" gerekçesi ile 6 Ekimde bir soruşturma başlatır. 

Açılan soruşturma içeriği ise "Başbakan ve yakın arkadaşları, 2016-2018 yılları arasında maliye bakanlığı bütçesini kullanarak bir gazete ve düşünce kuruluşuna daha fazla reklam vermek suretiyle partisi ve kendisi lehine kamuoyu yoklama sonuçlarını manipüle etme” iddiası. 

Başbakan suçlamaları reddederek görevde kalacağını açıklar. Avusturya Meclisi, muhalefetin talebiyle 12 Ekim'de özel gündemle toplanma kararı alır. Bunun üzerine Kurz, 9 Ekimde başbakanlıktan istifa eder. 

Bu habere şaşırdım doğrusu. Yanlış mı anladım deyip tekrar okudum. Okudukça anlatılmaz derin duygular içerisine girdim. Şaşkınlık vardı, hayranlık vardı, gıpta vardı… Olması gereken yapılmış, ülkenin ilgili tüm mekanizması çalışmış ve helal olsun bu ülkeye dedim ve olayın geçtiği ülkeyi, savcısını, meclisini, muhalefetini, meclislerinin işlevini,  başbakanlarının istifasını ve sonuç alma hızlarını takdir ettim doğrusu. Bir taraftan da ülkem adına üzüldüm.

Şimdi gelelim bizim ülkemize. Bizim ülkemizde bu işler nasıl yürür daha doğrusu yürümez, bunu irdeleyelim. 

Bir defa bizde böyle basit(!) bir iddiadan dolayı savcı iddianame hazırlayıp soruşturma açamaz. Zira başta siyasiler olmak üzere çoğu kimsenin kurşun geçirmez dokunulmaz zırhı vardır. Diyelim ki cesur bir savcı çıktı ve soruşturma açtı. Başbakan ve vekiller tenezzül edip ifade vermeye gitmezler. Bu savcı hemen eski adıyla HSYK tarafından meslekten tart edilir. En hafifiyle savcıdan soruşturma dosyası alınır ve savcı sürgün yer. Başbakan ve vekiller tarafından "Ey savcı, sen kim oluyorsun da böyle bir halt yersin, haddini bil" şeklinde bir linçe tabi tutulur. İktidara yakın gazeteler bu savcının kim olduğuna dair gazetelerinde çarşaf çarşaf yer verirlerdi. 

Başbakan ve arkadaşları böyle bir şeyin olmadığını savunur. İftira atıldığını söyler. Bu bir yargı darbesidir der veya bu gazeteye daha fazla reklam verdimse verdim. Kime ne diyerek yapılanı savunurlardı. 

Meclisimiz böyle bir gündemle toplanmaz. Toplanmaya kalksa iktidar oylarıyla reddedilir. Çünkü bizde muhalefetin esemesi okunmaz. Diyelim ki özel gündemle toplandı. Gündeme dair iddialar kürsüde konuşulurken iktidar ve muhalefet vekilleri birbirlerine girer. Yumruklar havada uçuşur. İktidar vekilleri size başbakanımızı yedirmeyiz edasıyla dillere destan kahramanlık örneklerini gösterirlerdi. Silahlar bile çekilirdi. 

Başbakan bunun için bırakın istifayı, istifa söz konusu bile olmaz. Çünkü bizde istifa, isnat edilen suçu kabullenme, görevden kaçma, muhalefetin eline koz verme şeklinde kabul edilir. Süresi doluncaya kadar hükümet görevinin başında kalırdı. 

Bizde bu tür işlerde hiç mi hiç sonuç alınmaz. Zira süreç kaplumbağa yürüyüşüyle bile yürümez. Başbakan, arkadaşları ve parti cezalandırılacaksa bu ceza; meclisin, savcılığın ve hakimin uhdesinde değil. Sandık öne konduğu zaman vatandaş yeniden seçmezse ceza bu şekilde ödenmiş olur. 

Avusturya adına üzüldüğümü de söylemeliyim. Yok yere(!) ülkeleri başbakandan da oldu. Bence Avusturya siyasileri bizim ülkemize gelip nasıl istifa edilmez kursu almalı bizden. Aslında Avusturya zamanında bu treni kaçırdı. Bu kurs için bize gelmeden biz onların ayağına ta Viyana'ya kadar varmıştık bir zamanlar. O gün bize geçit verselerdi, biz onlara ülke nasıl yönetilir, nasıl istifa edilmez, top atılsa nasıl koltuktan kalkılmaz dersini ve kursunu pratikte onlara öğretir ve bugün başbakansız kalmazlardı. 

Hasılı Avusturya, bizi Viyana önlerinde bekletmenin bedelini ödüyor. 


* 11/10/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Ekim 2021 Cuma

Oğlumla Başım Dertte *

—Baba, seninle biraz konuşabilir miyim? Bana bugünlerde biraz soğuksun da. 

—Bugünlerde mi? 

—Evet. 

—Kaç bugünler ve yıllar evlat. Ama geç de olsa hoşnutsuzluğumun farkına varmana sevindim. Söyle bakayım ne söyleyeceksen. Tabi söyleyecek sözün ve yüzün kalmışsa. 

—Ben ne yaptım da bana soğuksun? Halbuki ben hep ailem için sizler için gece gündüz çalıştım. Aile şirketimizi geliştirmek için çabaladım. Uyumadım doğru dürüst. Koşturdum hep. Hala da koşturuyorum.

—Oğlum, koşturuyorsun da boş koşturuyorsun. O kadar koşturuyorsun. Durumumuz, sıfır elde var sıfır.

—Ne münasebet baba. Zamanında bana bu krediyi veren sensin. Bir zamanlar iyi yaptığımı da söyledin hep. Üstelik aile şirketinin patronu olarak aile içinde hep seçimle yönetim kurulu başkanı seçildim. Şimdi ne oldu böyle? Seni biri doldurmuş olmalı. Kardeşlerimden daha iyi yönetmiyor muyum?

—Dolduruşa geldiğim falan yok. Senin başkanlığının arkasında hep ben oldum. Kardeşlerine seni tercih ettim. Onların yönetim kurulu başkanlığı ortalama 1,5 yıl iken sana 20 sene şans verdim.

—E, daha ne?

—Gördüğüm kadarıyla sana verilen şans ve krediyi hoyratça kullanmışsın. Şirketin içini boşaltmışsın. Bütün bunları yaparken ve karar alırken yönetim kurulundaki kardeşlerini hep bypass etmişsin. İstişareyi bırakıp hep kendi başına buyruk hareket etmeye başlamışsın. Onları dışlamışsın. İki lafının biri, tüm yetki bende. Ben seçimle geldim deyip duruyormuşsun. Tamam, böyle olmanın müsebbibi biziz. Sen, yetkiyi tek başına bana verin dedin. O zaman görün şirketin halini dedin. Biz de sana güvenerek verdik. İyi de görüyorum ki bu güveni kötüye kullanıyorsun. Haydi, bundan geçtim. Oğlum, şirket gerisin geriye gidiyor. Yeterince mal üretemiyorsun, çalıştırdıklarına geçinebilecekleri maaş vermiyorsun, ürünlerine girdi fiyatlarını gerekçe göstererek durmadan zam yapıyorsun. Haliyle piyasada yarışamaz oldun. Şirketin müşterisi her geçen gün azalıyor ve erimeye devam ediyor. Tüm bunlara nerede hata yaptım diye bir tespitte bulunup tedbir alacağına, yok bir şey deyip burnunun dikine gidiyorsun. Şirketin kasasında bir kuruş para olmadığı gibi borçlanmışsın bir de. Hani sen faize karşıydın? Faizle borç almak da nereden çıktı? Kötü günler için kenarda tuttuğumuz parayı da harcamışsın. Durum bu iken itibarından ödün vermemek için har vurup harman savuruyorsun. Oğlum, gerekli gereksiz harcamayla itibar gelmez. Merak ediyorum, şirketin borcu ne kadar biliyor musun? Gördüğüm kadarıyla şirketimiz kriz içerisinde. Can çekişiyor. Ama sana göre her şey güllük gülistanlık. Hep kendini ve yaptıklarını kardeşlerinin yaptıklarıyla karşılaştırıyorsun. Mübarek, onlarla kendini kıyaslamayı bırak artık. Sen yirmi yıldır bu işin kesintisiz başındasın. Onlar ise 1,5, bilemedin iki yıl şirketi yönetti. Kıyasın bile garip. Sen eskiden böyle değildin. Bir konuşma hastalığı meydana gelmiş sende. Maşallah, hamasette üstüne yok. Asıyorsun, kesiyorsun. İnsanları ve çevrendekileri kırıp geçiriyorsun. Onlara parmak sallıyorsun. Köklü alışveriş yaptığımız firmalarla önce köprüleri bir güzel atıyorsun. Onlarla Filistin-İsrail gibi oluyorsun. Birkaç yıl sonra hiçbir şey olmamış gibi onlara yeniden yanaşıyorsun. Madem onlar kötüydü, niye yanaşıyorsun? Madem iyilerdi, niçin kötü oldun? Çocuk oyuncağı mı bu? Bir defa şirket yönetimi, şirketin menfaati neyi gerektiriyorsa onu yapmakla olur. Merak ediyorum, böyle yap-boz tahtasıyla nereye kadar gideceksin? Bu gidişin duvara toslamakla sona erecek. Kendin duvara toslayacaksın ama zararını tüm aile şirketi görecek ve çekecek. Eski itibarımızdan da eser kalmadı. Bize güvenenler de mahcup olacak. Çünkü şirketi okuyamıyorsun. Demedi deme. Yeni yönetim kurulu oylamasında eski aldığın oyu alamayacaksın. Bu da seni bitirir. Yol yakınken şirket çalışanlarını ben gidersem falan gelir diyerek korkutmayı bırak, adam gibi tespit-teşhis ve tedavi yaparak bu gidişe son ver. Tabi tüm bunları yapacak irade, güç ve kapasite kalmışsa. Eğer yeni bir rektifiyeye gireceksen önce yanına aldığın menfaatçi ve çapsız yardımcılarını değiştir. Eskiden olduğu gibi yanına kalite insanları al. Unutma ki insanın kalitesi çalıştığı insanlardan belli olur.


* 13/10/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.