4 Mayıs 2021 Salı

Namaz, Oruç, Dua... *

İçinizde, gözünü açtığında ailesinde, okuduğu okullarda ve bulunduğu çevresinde namazla tanışan çoktur. Zaman zaman uykuda iken veya tembelliğinden dolayı bazı vakitleri kaçırsanız da küçüklüğünüzden beri namaz kılmaya devam ediyorsunuzdur. 

Aynı şekilde uzun yaz günlerinde açlık, susuzluk dinlemeden başladığınız orucunuzu da tutuyorsunuzdur. Belki de içinizde farz olan ramazan orucunun dışında küçüklüğünde ve gençliğinde zaman zaman Savm-ı Davut denilen gün aşırı oruç tutanınız da vardır. Mübarek gün ve geceler öncesi tutulan oruçları, pazartesi-perşembe oruçlarını da tutmuşsunuzdur. Aynı şekilde söz verdiğiniz adak oruçlarını da yerine getirmişsinizdir. Rüyet-i hilal tartışmalarının olduğu yıllarda Diyanet'in her yıl başlattığı oruç gününe güvenmediğinizden dolayı her ihtimale karşın ramazan orucuna üç gün öncesinde başladığınız  yıllar da olmuştur. 

Namaz sonrasında, oruç açarken, kendiniz, aileniz ve Müslümanların başına gelen bir sıkıntıdan dolayı dertlerin giderilmesi için ellerinizi açmış bol bol dualar da etmişsinizdir. 

Son yıllarda iletişim araçları ve teknolojinin ilerlemesiyle cep telefonları veya sosyal medya aracılığıyla, perşembe akşamından cuma akşamına kadar cuma kutlamaları ve tebrikleşmeler bolca yapılıyor. Resimli görselleri mesaj olarak cep telefonlarımıza yağmur gibi gönderiyoruz. 

Hac çıkarsa hacca, fırsat bulmuşsak umreye gidiyoruz. 

Yılın on iki ayı yardımlaşma devam etse de Ramazan ayı gelince fakiri görüp gözetme, yardım toplama ve ihtiyaç sahiplerine dağıtma daha bir hız kazanıyor. 

Yukarıda namaz, oruç, dua, cuma mesajı, hac ve zekatı da içine alacak şekilde yardımlaşmaya örnek verdim. Bunların dışında Müslümanların hemhal olduğu başka bir ritüel ve ibadet var mı diye düşünüyorum. Özelde ilave ibadet yapan varsa da çoğunluk, bu birkaç ibadete indirgenmiş Müslümanlığı yaşıyoruz.

Burada örnek verdiğim bu ibadetleri önemsiz gördüğüm anlaşılmasın. Namaz da oruç da dua da zekat da İslam'ın temel umdelerindendir ve yerine getirilmesi gerekir. Yalnız İslam denince sadece bu ibadetlerin akla gelmesi bana garip geliyor. Zira İslam bu kadar dar alana hapsedilecek bir din olmasa gerek. Ki dar alana sıkıştırdığımız bu ibadetlerle, ulaşmamız istenen maksada ulaşabildiğimiz de söylenemez. Çünkü bu ibadetler bizi daha ahlaklı yapması gerekirken istisnaları hariç tutarsak, çoğumuzun ahlakla mücehhez olduğu söylenemez. Sanki özden ziyade bu ibadetleri şeklen yerine getirdiğimiz ve bundan dolayıdır ki ahlakımıza yansımadığı görülmektedir. Çünkü bu ibadetler bizi maksada götüren birer araç iken bu ibadetleri amaç haline getirdiğimiz ortaya çıkmaktadır. Bugün Allah Teala "Namazı, orucu, hac, zekat ve duayı özellikle cuma mesajlarını kaldırdım. Bundan sonra bu ibadetlerden muafsınız" dese öyle zannediyorum, hepimiz sudan çıkmış balığa döner ve ne yapacağımızı şaşırırız. Gerçekten bu ibadetler de olmasa Müslümanlar olarak ne yaparız? Öyle zannediyorum, namaz olmayacağı için hız kesmeden yapımı devam etmekte olan cami inşaatları da büyük sekteye uğrar.

Sözümü fazla uzatmadan yukarıda saydığım ibadetleri yerine getirmeye devam edelim ama bu ibadetleri, hayatın merkezine alıp salt amaç haline getirmeyelim. Bunların, ahlaklı birer birey ve toplum olmamız için birer araç olduğunu bilelim ve ona göre hareket edelim. Bunların dışında dünyaya geliş amacımız üzerine kafa yoralım. Bu dünyaya katma değer olarak ne katkı verdiğimizi düşünelim. Birbirimizi ve başkasının ürettiğini yemeyi bırakıp bir taraftan ahirete hazırlık yaparken bu dünyada üreten olmaya çalışalım. Ürettiğimiz her bir ürünün patenti bize ait olsun. Bir taraftan para kazanırken insanlığa da hizmet etmiş olalım. İş ahlakımız tüm dünyaya örnek olsun. Dar anlamıyla yaşamaya çalıştığımız İslam’ı geniş anlamıyla yaşamayı prensip edinelim. Ya değilse tek başına namaz, oruç, zekat, hac ve dua bizi cennete götürmeyebilir.

*12/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

3 Mayıs 2021 Pazartesi

Zekat ve Yardım Fonu *

"İyilik yap, denize at, balık bilmezse Haluk bilir",

"Ne verirsen elinle, o gider seninle",

"Veren el, alan elden üstündür",

"Komşusu açken tok yatan bizden değildir"... 

Yukarıda iyilik ve yardımlaşma ile ilgili hepimizin bildiği bazı atasözlerine ve hadisi şeriflere yer verdim. Bu konuda çokça atasözü, hadis ve ayetlere yer vermek de mümkün. Çünkü İslam ve Türkiye toplumu denince yardımseverlik akla gelir. Bu bizim hem dini hem de insani görevlerimiz arasındadır. Hiçbir konuda eşit olmayan insanımızın mali yönden de eşit olmadığı bu hayatın bir gerçeği. Bir toplumda ekonomik gücü yeterli olmayanlarla durumu iyi olanlar birlikte yaşıyorlar. Olan verecek, ihtiyacı olan da alacak. Sosyal denge bir nebze de olsa bu şekilde sağlanmış oluyor. Öyle zannediyorum, yardım yapacak gücü olanlar yardımlarını yerinde, zamanında ve planlı bir şekilde yaptıkları takdirde o toplumda ihtiyacı olanlar da düzgün bir şekilde hayatlarını idame ettirebilirler. Zenginle fakir arasında uçurumun gitgide açıldığına göre demek ki yardım konusunda ya plansız olduğumuz ya yeterince vermediğimiz ya da dağıtım şeklinde bir problem olduğu ortaya çıkıyor ya da başka bir şeyler var. 

İslam dininde adına zekat, sadaka, infak ne dersek diyelim, tüm bu emir ve tavsiyelerin geri planında zenginin, ihtiyaç sahibine vermesi, alan fakirin de bir müddet sonra yardım yapacak duruma gelmesi murat edilmektedir. Gördüğüm kadarıyla her daim zengin vermeye, fakir de almaya devam ediyor. O zaman bu yardımlaşma şeklinde bir eksiklik söz konusu. Ülkedeki yardım toplayan kuruluşların çokluğu ve çeşitliliğine rağmen ihtiyacım var diye resmi kurum ve yardım kuruluşlarının kapısını çalan fakir sayısı eksilmiyor ve her geçen gün artıyor. Gününde gelmese de sürekli yardımla beslenen insanımızın sayısı çok. Sadaka ülkesi görünümü ortaya çıkıyor.

Burada istiyorum ki bu ülkedeki yardım toplama ve yardım alma konusu bir masaya yatırılsın ve fakir sayısı azaltılsın. Toplanan yardımlar karın doyurmanın, öğün savmanın, günü kurtarmanın ötesine geçsin ve bir proje geliştirilsin.

Bu konuda nasıl bir proje geliştirilebilir? Bunun üzerine kafa yormaya çalışacağım. Öncelikle yardım kuruluşlarının bir haritası ortaya çıkarılsın. Aynı amaca hizmet eden belediyeler ve kaymakamlıklar bünyesinde faaliyet yürüten yardım kuruluşları da ele alınsın. Ülkedeki çalışabilir ama işsiz ve çalışacak gücü olmayan ve yardıma muhtaç fakirler tespit edilsin. Kamu dahil tüm yardım kuruluşları zekat/yardım fonu adı altında tek çatıda birleştirilsin. Buranın yönetimine yedi emin dediğimiz, herkese güven veren yeterince yönetim kurulu ve denetim kurulu üyeleri belirlensin. Belirlenen kıstaslara göre yardım yapacaklar makbuz karşılığı bu fona yardımlarını yapsın. Toplanan yardımların belli bir oranı, belli bir süre, her yıl öncelik sırasına göre fakirlere aylık nakdi olarak makbuz karşılığı dağıtılsın. Yani iyi ve anlaşılabilir bir gelir ve gider tutulsun. Fon her yıl gelir ve gider yönünden sıfırlanmasın. Yani gelirin bir kısmı fonda tutulsun. Buna yedek akçe diyebiliriz. Fondaki bu para için de bir proje üretmek lazım. Belki bu para gelir getirecek yerlerde değerlendirilebilir. İşsiz ama çalışabilir ve üretebilir fakirlere faizsiz kredi olarak verilebilir. Bu fakir işini kurup kazanmaya başladıkça karının belli bir yüzdesini fona geri öder. Bu fon gerekirse bu fakire iş bulur. İş bulduğu veya iş kurduğu fakir bir müddet sonra zekatını bu fona vermeye başlar. Fon bu şekilde çalışarak fakir sayısını azaltabilir. Giderek sadece engelli, kronik hasta ve yaşlı insanlara rutin yardıma dönüşür.

Burada bu işe nasıl başlanacak, hani para, bunu döndürmek için biraz sermaye gerekebilir denebilir. İnanın belediyelerin sosyal belediyecilik ve kaymakamlıkların Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma adı altında kendilerine aktarılan bütçe ile bu işe başlanabilir. Buralarda az para dönmüyor. Fakire verirken de fakirin araştırılması, üzerinde bir şey olup olmamasına bakılıyor. Öyle zannediyorum, çok da sağlıklı işlemiyor. Belediye ve kaymakamlık fonlarıyla birlikte başlangıçta sermaye sıkıntısı çekilmediği gibi ülkedeki tüm yardımlar da tek elden yöneltilmiş olur. 

*05/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Uzun Kornanın Türkçesi *

Geçen yılın martından beri bir açılıp bir kapanma diyebileceğimiz kısmi kapanmayı bolca yaşadık. Cuma gününden beri de tam kapanmayı yaşıyoruz. Kısmi ile tam kapanmayı tam anlayamasam da tam kapanmanın kısmiye göre daha uzuncası olduğunu yaşaya yaşaya öğreniyoruz. Halbuki ben tam kapanma ile bir kapanacağız pir çıkacağız sanmıştım. Öyle değilmiş meğer. Yine herkes dışarıda, yine bazı yerlerde arabaları durduran polis kontrol noktaları var. Işıklarda bekleyen ve yollarda hareket halindeki araçları görünce normal günlerden bir gün gibi geliyor bana. Çünkü benim aracın dışındaki tüm araçların, araçla çıkış izni var gibi geliyor bana. Ne de çok muaf kişi varmış meğer. Hoş hem kısmi hem de tam kapanmada yürüyüş mesafesi denilen her yerde alışveriş bahanesiyle insanımızın çoğunun kendini dışarıya attığı bir ortamda, araca binmenin yasaklanmasının mantığını da çok kavramış değilim. Kontrol için sabahtan akşama görev yapan polislere yazık. Gören de virüsü insanlar değil, arabalar yayıyor sanır. Amaç, eş-dost ziyaretinin önüne geçmek ise yolunu bulan buluyor zaten. Burada amaç sadece benim ziyaret etmem engellenmek isteniyorsa hakkını yemeyelim, bunda amaç hasıl oluyor. Hasılı, devlet bu konuda başarılı. Neyse konum ne kısmi ne tam kapanma ne de araçlara getirilen kısıtlılık değildi. Şimdi geleyim sadede.

Tam kısıtlılığın uygulandığı cumartesi günü hem günlük rutin yürüyüşümü yapayım hem ekmeğimi alayım hem de bir iki kalem market alışverişi yapayım diye 14.00 sularında evden çıktım. Tenha sokak ve caddeleri izleyerek yürüyüşümü yaptım. Markete girip çıktım. Saat  16.00 suları evimin yolunu tuttum. Karşı caddeden evime doğru geçmeye yeltendiğimde, 300 metre uzaktan ışıktan yeni kalkmış bir aracın, iki şeritli yolun sağından geldiğini gördüm. Hem kendi hızımı hem de yolum üzeri gelmekte olan aracın hızını ölçtüm. Bu araç gelinceye kadar ben bölünmüş yolun orta refüjüne geçerim dedim. Geçmeye yeltenmemle beraber bana doğru gelmekte olan aracın insan evladı sahibi, "Geçme, gözün kör mü? Bak ben geliyorum" dercesine uzun uzun kornaya basmaya başladı. Başımdan kaynar sular boşandı ama hiç istifimi bozmadan, geri çekilmeden ve geçiş hızımda bir değişiklik yapmadan yürüyüşüme devam ettim. Ben yürüdükçe iyi aile evladı, Allah ne verdiyse kornasına basmaya ve geldiği hızdan daha hızla gaza basmaya başladı. Orta refüje geldiğimde bu hasta ruhlu adamın derdi nedir diye sol tarafa baktım. Sağdan gelmekte olan bu araç gelmekte olduğu şeridini değiştirerek ikinci yani son şeride yani benim geçmekte olduğum şeride geçmiş, hızından bir şey kaybetmeden ve ayağını gazdan çekmeden ben orta refüjde iken geçti. Sol eli direksiyonda olan bu mahlukun sol eli ne mi yapıyordu? Armut toplamıyordu elbet. Elini kaldırmadan kornaya basmaya devam ediyordu. Çatmıştım belaya bu vakitte. Bu adam kimin nesidir dercesine giden araca o değilden baktım. Ben bakınca beni dikiz aynasından takip eden yolun tek hakimi sürücü, ayağını gazdan çekti ve yavaşladı. Ne oluyor, derdin ne, tabakhaneye mi yetişeceksin dercesine elimi kalırsam, kafamı sallasam, inanın ki aracını durdurup aracından inecek ve aracının torpido gözünde tuttuğu bıçakla veya koltuğunun altında kötü günler için sakladığı balta veya kürek sapıyla yanıma gelecek. Sonrasını anlatmama gerek var mı? Zira gözü dönmüş ve kırmızı görmüş boğa görünümü veren bu hasta ruhlu insanın canıma kastetmemesi hiçten bile değildi. Bereket, kendime hakim oldum, efendiliğimi hiç bozmadım. Efendilik bende kaldı ama uzun ve acı acı basılan korna ile kendim ve sülalemin yemediği küfür kalmadı. Çünkü bizde uzun korna ile küfür kastedilir. Böylece bizim insan evladı oruç ise ona bir güzel iftariyelik hazırlamış oldum. Aslında ezanı beklemeden de orucunu açabilir. Zira akşama kadar oruçlu kalmasına gerek yoktu.

Burada, kardeşim, adamın hızını niye kestin diyebilirsiniz. Vallahi, billahi hızını kesmedim. Biraz da olsa hızını kessem ya da Avrupa’da yayanın önceliği var, yaya adımını attı mı araç durmalı zihniyetini taşısam, adam bana sinirlenmekte haklı diyeceğim. Çünkü burası Türkiye. Yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi inanın hızını kesmediğim gibi hızını artırmaya ve gelmekte olduğu şeridini değiştirmeye sebep oldum. Bu da kişinin nasıl bir kişilik ve hangi haletiruhiyede olduğunu gösteriyor. Maalesef bu tiplerin sayısı trafikte az değil. Direksiyona geçti mi kendisini yolların tek hakimi gören sürücülerin sayısı az değil bu ülkede. Yazıklar olsun, ne oldum budalası olan bu tiplere. Bu tiplerin seviyesine inmediğim için Rabbime şükürler olsun. Temennim, bu tip öküzlerin sayısının trafikte soyunun tükenmesi. Hala da üremeye devam edenler ve yollarda öküzlük yapmaya devam ederlerse hazır dört ayaklı öküzler tükenmişken nostalji olsun diye bu iki ayaklı öküzleri çifte sürmek lazım. Böylece gazları alınmış ve memlekete hayırlı bir iş yapmış olurlar. Bu arada beyefendi öküzün geride bıraktığı bir şey var. Emanetini ona vermesem olmaz. O bıraktığını kendisine aynen iade ediyorum.

Başımdan geçen bu olayı anlattım. Zira bu tipler bu ülkeden geçerken birilerinin içimizde bıraktıklarıdır. Bugün bana, yarın size denk gelebilirler. Bu tiplerin sinirlerinin tavan yapmasını istiyorsanız, onları asla muhatap almayın. Çünkü muhatap alınca kendilerini bir şey sanırlar. Siz tepki vermedikçe onlar kahrından ve sinirinden kendi kendilerini paralarlar. Beş para etmez, mide bulandıran egolarını üzerinize boşaltmasına izin vermeyin, beyefendi kişiliğinizi bozmayın. Herkes ve bu tipler kalıbına göre iş yapar. Bu tiplerin canları cehenneme... 

*05/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.