26 Nisan 2021 Pazartesi

Sen misin Vejetaryen Olan! (1)

Üç sayfalık bu yazı dizisi bana ait değil. Kendisini ailecek tanıdığım, değer verdiğim, sayıp sevdiğim, özü-sözü bir, Adıyaman Kahta ilçesinde ikamet eden Cevher Olt'a ait bu yazı. Kendisi Kıbrıs'ta üniversite okurken başından geçen bu hatırasını sosyal medyada paylaştığında bir solukta okumuştum. Cevher, bunu yazı konusu edinebilir miyim dediğimde, şeref duyarım demişti. 

Yazının geçtiği yıllar 2002 yılları olsa gerek. Daha İnternetin yaygınlaşmadığı, bilemediğimiz bir kelimeyi öğrenmek için başvurmadığımız yıllar. Yazıyı okurken hem güleceksiniz hem de bir konuda yanlış bilgi sahibi olunca insanın ne tür yanlışlara imza atabileceğini, yanlışa imza atanın samimiyetini ve içtenliği aynı zamanda Türkçe karşılığı varken bir kelimenin yabancı dilden olanını tercih etmenin kişiye nelere mal olabileceğini göreceksiniz. Bu hatırayı Cevher'in ağzından dinleyenler, bunu bizzat Cevher'in ağzından dinlemek gerektiğini söyleseler de biz böyle bir seçenek ve zevkten mahrumuz ve yazısıyla yetineceğiz. Bu anıyı iki parça halinde aktarmaya çalışacağım. Şimdi sizi bu yazı dizisiyle baş başa bırakıyorum:

"Yeni bir öğrenim yılının başıydı. Üniversite ikinci sınıfa geçmiştik. Okuduğumuz şehirde konut sayısı az olduğundan, kiralık ev bulmak bir insana piyangodan para çıkması kadar oldukça zor bir ihtimaldi. Cemaat ve vakıf yurtlarında da durum farklı değildi. Tabiri caizse kontenjanları dolup taşmıştı. Biz de uzun ve zorlu bir uğraşıdan sonra zar zor bir apart otel bulabilmiştik. Kaldığımız ev iki oda bir salondan müteşekkil küçük bir yerdi. Bir odasında iki hemşerim, diğer odada ise yalnız ben kalıyordum.

Bir gün, samimi olduğum ve hatırını kıramayacağım bir arkadaşım, telefonla beni arayarak yüz yüze görüşmek istediğini söyledi. Ben de olur, bizim eve gel, görüşelim, dedim. Arkadaşım: “Ordu'nun bir ilçesinde Milli Eğitim Müdürlüğü yapan bir aile dostumuz, oğluyla beraber yaklaşık bir haftadır benim evimde misafirler. Geçen gün, üniversiteye çocuğunun kaydını yaptık. Fakat ev bulamıyoruz. Babası herkese güvenemediğinden, çocuğunun tek başına ev tutmasını istiyordu. Ev bulamayınca mecburen başkalarıyla kalmasına razı oldu. Bana, ‘Tanıdığın güvenilir, dürüst insanlar varsa yanlarına yerleştirelim yoksa çocuğun kaydını donduralım’ dedi. Benim de aklıma ilk siz geldiniz. Ricamı kabul edersen çok sevinirim.” dedi. Kabul etmezsem, dedim. “Ya aile dostumuz…kendisine çok mahcup olurum” dedi. Bense: "Evimiz biliyorsun çok küçük. Normalde kabul etmezdim. Lakin senin hatırın için bir kaç şartla kabul ederim. Yarın gelsinler şartlarımı kabul ederlerse kabulümüzdür" dedim.

Ertesi gün çocukla babası geldiler. Kısa bir tanışma faslından sonra: "Amcacığım, ben içki içmem, içilen yerde de durmam. Karı-kız peşinde de koşmam. Bu davranışları yapanlardan da hiç hazzetmem. Yanlış anlama! Burası cemaat evi değil. Namaz kılar kılmaz, o beni ilgilendirmez. Eğer oğlunun bu taraklarda bezi varsa bizimle kalmaması, kendisi için daha iyi olur" dedim.

Adam: “Ooo çok iyi. Ben de oğlumun beraber kalacağı arkadaşlarının tam da böyle olmasını isterim. Hiç şüphen olmasın. Bu konularda oğlum da aynı sizin gibi düşünen biridir. İnan ki çok iyi anlaşacaksınız,” dedi. (Laf aramızda, oğlunun tipi, hal ve hareketleri hiç de öyle demiyordu. Hatta tam tersine affetmem hepsini de yaparım gardaş diyordu.)

Sonra adam bizi daha yakından tanımak amacıyla bizde bir hafta kalmak istediğini söyledi. Bizde kabul ettik. Giderken telefon numaramı aldı ve oğluna ağabeylik etmemi, koruyup kollamamı rica etti. Ben de başım üstüne dedim ve adam gitti (Sonunda müdür beyin o bitmek bilmeyen sıkıcı sohbetlerinden kurtulmuştuk.)

Çocukla yirmi birinci günü devirmiştik. Evde iş bölümü yapmıştık. Her gün bir arkadaşımız yemek yapar ve bulaşıkları yıkardı. O gün Mehmet arkadaşımız yemek yapmıştı. Derslerim geç bir saatte bitmişti. Eve geldiğimde iki hemşerim de masada yemek yiyorlardı. Çocuk ise kanepeye uzanmış, iki elini başının altına koymuş sinirli bir şekilde duvara bakıyordu. Beyaz tenli olduğundan yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Sinirli olduğu her halinden belli oluyordu. Ellerimi ve yüzümü yıkadıktan sonra sofraya oturdum. Arkadaşlara kısık bir sesle çocuğun yemek yiyip yemediğini sordum. Arkadaşlar, çocuğun yemek yemediğini söylediler. Çocuğa: ''Kardeşim gel, yemek yiyelim'' dedim. Çocuk yüksek bir ses tonuyla ve sinirli bir şekilde: ''Ben yemek yemeyeceğim' dedi. Masada bulunan arkadaşlarıma yine kısık bir sesle ve Kürtçe çocukla tartışıp tartışmadıklarını sordum. Arkadaşlarım, çocukla hiç bir şekilde tartışmadıklarını söylediler. Zaten daha önce arkadaşlara bakın biz üçümüz hemşeriyiz, bu çocuk aramızda yabancı, zaten gurbet eldeyiz, çocuk bizim aramızda yabancılık çekmesin. Onun için hatalarını görmezlikten gelin ve sakın kalp kırıcı sözler söylemeyin demiştim.

Tekrar çocuğa dönüp kendisine şöyle dedim:

Bak kardeşim, bizde hemşericilik yoktur. Aynı yaşam alanını paylaşıyoruz sen de bizim hemşerimizsin. Evde bulunan arkadaşlardan biri sana ters bir davranışta bulunmuşsa söyle kendisinden hesabını sorayım. Yok, eğer dışarıdan birileriyle kavga etmişsen ve de haklıysan söyle, gidip beraber bunun hesabını soralım. Derdin neyse açıkça söyle. Yeter artık ben de sana sinirlenmeye başladım. Böyle yüz yapıp da keyfimizi bozma.

Çocuk hiddetli ve ağlamaklı bir ses tonuyla:

Ben kimseyle tartışmadım. Kimseyle bir sorunum da yok. Ayrıca yemek de yemeyeceğim. Ben bir vejetaryenim anladınız mı? Anlamadınızsa heceleyerek söyleyeyim Ben ve_je_tar_ye_nim, dedi ve hiddetle odasına doğru gitti.

(Ben vejetaryenim derken öyle bir ifade biçimi vardı ki sanki ben mikrobum anladınız mı, beni ortadan kaldırın der gibiydi.)

(Devam edecek)

Diplomasi Deyip Geçmeyelim *

Ekonomi ve askeri teçhizat yönünden kendi kendine yeten güçlü bir devlet isen uluslararası ilişkilerde diplomasiye ve diplomatik bir dile pek bir ihtiyacınız olmaz. Her oturduğun masaya güçlü oturur ve kazanarak kalkarsın. Bölgede ve dünyada haksız bir söylemde bulunsan ve yanlış bir icraata imza atsan bile kimse "Ne yapıyorsun" diye kolay kolay karşına çıkmaz. Kimse senin ardından iş çevirmez, ekonomik ambargo uygulamaya kalkmaz, ekonomini de batırmaya kalkışmaz. Karşında seni dize getirecek ne bir devlet olur ne de güç. Kimse sana karşı terör örgütlerini beslemez, onlara silah vermez, lojistik destek sağlamaz. Senin terörist dediğini de dünya terörist ilan eder ve ülkesinde barındırmaz. Aynı şekilde senin aleyhine lobicilik faaliyetlerine yeltenen de olmaz. Olsa bile gücün karşısında, geçmişte olup bitmiş bir olayı kaşımak ve sana had bildirmek için hiçbir ülke parlamentosu, "soykırım" adı altında seni sıkıştırmaya yeltenemez.

Bu kısa açıklamalarımın ardından dünya niye bize düşman, niye her devlet bizi sıkıştırmaya çalışıyor, lobilere kulak veriyor da bizim dediklerimizi kulak ardı ediyor diye bir düşünelim. Bu iş vara vara güce dayanıyor. Gücün yoksa söylediğimiz sözlerin bir kıymeti harbiyesi yoktur. İlişkilerin çıkar, menfaat, güce dayalı ve kazan-kazan politikasının hakim olduğu uluslararası ilişkilerde, dünyanın aldığı her karar bizim aleyhimize oluyorsa belli ki ne ekonomik ne siyasi ne askeri gücümüz var. Zira bunlar olsaydı aleyhimize bir el kalkmazdı. Dünya arenasında, kurtlar sofrasında ve paylaşımlarda söz sahibi olmak, masaya oturmak ve sözümüzün dinlenmesi güçle alakalıdır. Bağımsız ve güçlü bir devlet olmak istiyorsak her şeyden önce ekonomik yönden kendi kendimize yeten, fazlasını ihraç eden bir ülke olmalıydık. Bugün ithalat ve ihracat dengesi, aleyhimize cari açık olarak karşımıza çıktığına göre dalgalanan bayrağımız olmasına rağmen tam bağımsızlıktan söz etmemiz mümkün değildir. 

Gücümüz yoksa ne yapmalıydık ve ne yapmalıyız? Pekâlâ, uluslararası ilişkilerde bir denge siyaseti güdecek şekilde iyi bir diplomasi yürütebilirdik. "Ermeni soykırım" iddiasında olduğu gibi bugün otuzdan fazla ülke soykırımı kabul ettiğine göre diplomasiyi de başarıyla sürdürdüğümüz, bize karşı yürütülen lobicilik faaliyetlerine karşın, karşı lobi faaliyetlerini de hayata geçirdiğimiz söylenemez. Ki dünyanın çeşitli ülkelerine Ermenilerden fazla dağılmış Türk'ün olduğu bir gerçektir. Elimizde un ve irmik olmasına rağmen helva yapmayı maalesef becerememişiz.

Uluslararası ilişkilerde genel geçer kural olan diplomasiyi niçin hayata geçiremiyoruz? Çünkü devletler arası ilişkilerde soğukkanlı değiliz. Bizi ilgilendirsin veya ilgilendirsin, olayların üzerine balıklama atlıyoruz. Söz ve eylemlerimize “endişe duyuyoruz” dilini hakim kılmıyoruz. Olayların perde gerisini, olacakları ve sonuçlarını kafamızda iyice tartmıyoruz. İşin içine hamaset katıyoruz. Gerilimleri zamana yayıp tansiyonu düşüreceğimiz yerde çoğu zaman hamasete başvuruyor ve iç siyaset malzemesi yapıyoruz. Onların aleyhine bekara avrat boşamak kolay misali bol bol konuşuyoruz. Devletlere, seçmen karşısında hat bildiriyoruz. En son söyleyeceğimi ilk başta söylüyoruz. Tüm bunları yaparken devletlerin de bir onuru vardır diye düşünmüyoruz. İnceldiği yerden kopsun diyerek kırıp döküyoruz. Ortaya çıkan gerilim ve yükselen tansiyon sonrasında ya ilişkileri kesiyoruz ya da en alt seviyede sürdürüyoruz. İnsana küser gibi devletlere küsüyoruz. Bu küslük bazen yıllar yılı sürebiliyor. Biz bu küslüğü karşılıklı olarak sürdürürken küs olduğumuz devlet veya devletler başka devletlerle aleyhimize anlaşmalar yapabiliyor ve bazı kazanımları kaybedebiliyoruz. Bıçak kemiğe dayanınca da hiçbir şey yokmuş gibi alttan alta ilişkileri normal seviyeye çıkarmaya çalışıyoruz.

Hasılı, gücümüz yoksa uluslararası ilişkilerde diplomasiye büyük önem atfetmemiz gerekir diye düşünüyorum. Çünkü dünyayı karşımıza alarak bu devleti güçlü kılamayız ancak güç kaybederiz. Bu da toparlanmayı geciktirir. Ki dünya bize hepten düşman olamaz. Böyle olsa bile öyle bir yol izlemeliyiz ki düşmanlarımızla bile asgari müştereklerde anlaşma zemini bulabilmeliyiz. Şu durumda ayakta kalmanın yolu da bu gözüküyor.

*28/04/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

25 Nisan 2021 Pazar

Dolandırıcılar ve Devlet *

Son kripto para vurgununun ardından hafızamı yokluyorum. Gözümün önüne 80 sonrası bankerler, 90'lı yıllarda adına yeşil sermaye dedikleri holdingler, 2000 sonrası Çiftlikbank şimdi de Thedox geldi. Biraz arşiv karıştırsak daha niceleri ve nice kirli çamaşırlar çıkar ortaya. Bunların içerisinde kuruluş ve ortaya çıkış amacı dolandırıcılık olmayan ama geldiği nokta itibariyle arkasında binlerce mağdur bırakan bir durum söz konusu olduğu görülmektedir.. Hesapların haklenmesini, kontör isteme, terörle mücadele adı altında para istenmesini saymıyorum bile. 

Köşeyi dönüp mağdur edenlerin ve mağdur olanların ortak noktası, daha fazla para kazanma hırsı olduğu açıktır. Fazla emek sarf etmeden, parayı üretimde değerlendirmeden, oturduğumuz yerden -deli- para kazanma aşkıdır bunun Türkçesi. Her yılbaşı öncesi piyango bileti alma, devlet eliyle yürütülen diğer şans oyunlarına para yatırma da aynı kapıya çıkar.

Kim fazla para kazanmak istemez? Benim parada pulda gözüm yok, fazla para istemem diyen kaç kişi var aramızda? Herkes, ama çalışarak ama çalışmadan ve alın terletmeden köşeyi dönme hayali kurmakta. Siz hiç duydunuz mu, bugüne kadar biriktirdiğim ve kazandığım para bana yeter diyeni? Duyamazsınız. Bundandır ki “İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, ikinci vadiyi ister. Onun gözünü ancak toprak doyurur” denir. Yani para, olduğundan fazla para kazanma, bir verip üç alma bizim yumuşak karnımız. İnsanın bu zaafını bilenler de bu müşteri portföyünü değerlendirir, onlara ne haliniz varsa görün demez ve şunların birikintilerini bir çarpayım der. Yani bir yerde müşteri varsa bunun alıcısı/satıcısı/pazarlayıcısı da olur.

Burada kim suçlu? Arkasına sürükledikleri insanları mağdur edenler mi yoksa bu tür yapılara güvenenler mi? Niyetim suçlu aramak olmasa da burada birinci planda sorumlu ve suçlu olan arz ve talebe göre oluşan piyasa koşullarından fazla para kazanma hırsı içerisinde olanlar suçludur. Ardından bunları dolandıranlardır. İşin ucunda alın terletmeden fazla para kazanma hırsı olunca dolandıran da dolandırılan da bu para pul işini sağlam temellere oturtmuyor. İş tamamen karşılıklı güven esasına dayanıyor. Bunun sonu da bir taraf köşeyi dönerken diğer taraftan arkasında sayısız mağdurlar üretiyor. Çünkü belgesi ve sorumluluğu olmayan her güven, ihanetle neticelenir. Halbuki her türlü alaverenin, borçlar hukukunun ve yazılı evrakın belge, rehin, şahitlik ve sağlam temellere dayanması gerektiğini belirten bir sayfalık en uzun ayet Bakara süresinde keşfedilmeyi ve uygulamayı bekliyor. Bu ayeti Allah, herhalde sayfa dolsun, dostlar alışverişte görün diye bize indirmedi. Okuyun, anlayın ve gereğini yapın ki aranızda güven sarsılmasın ve mağdurlar olmayasınız diye indirdi. Biz her türlü ticarette, bu borç ayetinin gereğini hayatımızda düstur edinmedikçe bu tür dolandırıcılıklar ve sahtekarlıklar ne ilk olacak ne de son. Hele İnternet ortamı ve sanal alem vasıtasıyla reklamlar oldukça, işlemler burada yapıldıkça giderekten daha büyük mağduriyetlerin ve vurgunların olması daha da kaçınılmazdır.

Burada tek suçlu vurguncu ve yatırım amaçlı bunlara para yatıranlar mı? Bence bu ikisinden daha öncelikli, sorumlu ve suçlu bir üçüncüsü daha var. Esas suçlu budur. Kimdir derseniz? Bana göre bu, devletten ve devlet adına ülkeyi yönetenlerden başkası değildir. Hemen ne alaka demeyin. Devletin vatandaşını her türlü tehlikeden koruma gibi bir görevi var. Yukarıda verdiğim örnekler gizli-kapaklı örnekler değil. Hepimizin gözünün önünde cereyan etmiştir. Çoğu televizyonlarda ve sanal ortamda reklamlarını bile yapmışlardır. Yani milletin parasını iç edecek kadar piyasada arzı endam ediyorlar. Sağır sultanın bildiği, duyduğu bu vurguncuları devletin bilmemesi mümkün değildir.  Devlete bir kuruş vergi dahi vermeyen bu yapılar, parsayı toplarken devlet ne yapıyor? Olup bitenlerden anladığımıza göre devlet; görmedim, bilmedim, haberim yok” dercesine üç maymuna oynuyor. Yani problem yoksa orta yerde devlet de yok. Ne zaman ki vurgun ve mağdurlar ortaya çıkar, işte o zaman devlet denen aygıt harekete geçiyor. Ne yazık ki devlet harekete geçtiği zaman nitelikli dolandırıcı, arkasında çok sayıda mağdurlar bırakarak atına atlayıp Üsküdar’ı geçmiş oluyor. Ülkenin sermayesini bir daha geriye gelmeyecek şekilde dışarıya kaçırıyor. Savcılar ilgili kişiler hakkında inceleme ve soruşturma başlatıyor ve sorumlu hakkında kırmızı bülten çıkarıyor. Sonuç, mağdurlar fazla kazanacağım diyerek yatırdıkları sermayeyi de kaybedip üzerine bir bardak su içiyor. Biz de “Oh olsun, yatırmayaydın!” deyip mağdurlara kızıyoruz. Mağdurlara kızalım, vurgunculara kızalım. Zira bunun için bir sermayeye gerek yok ama görevini yerine getirmeyen, zamanında insanını uyarmayan ve dolandırıcıyı zamanında enselemeyen devlet yetkililerine de kızalım. Tüm bu dolandırıcılıklardan, orta yerde devletin olmadığı ve vurguncuyla-mağduru kendi haline bırakan bir devlet görünümü ortaya çıkıyor. Devlet dediğin gözünü açık tutar, dolandırıcı ortaya çıkar çıkmaz nefesini arkasında hissettirir. Sahi, kamuda öğretmenlik yaparken “özel ders verilir” diye sanal alemde paylaşım yapan öğretmenin peşine düşen devlet, bu nitelikli dolandırıcılar karşısında nerede?

*01/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.