28 Mart 2021 Pazar

Savaşın Çocukları *

Cumartesi günü Mehmet Beğen Ortaokulunun yanındaki Beril Düğün Salonunun önünden geçiyorum. Hacı Fahri Kulu Yüksek Öğrenim Erkek Öğrenci Yurdu ihata duvarının köşesinde, yere gömülü çöp konteynırının önünde, biri diğerlerine göre biraz daha büyük 10-12 yaşlarında iki kız çocuğu dikkatimi çekti. Ne yapıyorlar diye merak ettim. Yürüyüş tempomu biraz düşürerek yavaş yavaş yürümeye başladım. Az ilerledikten sonra dikkat çekmeden izlemeye koyuldum. Arkaları dönük oldukları için beni görmediler. Kendilerini öyle kaptırmışlardı ki zaten beni görmeleri de mümkün değildi, kah gülüyorlar kah konuşuyorlar.

Kapağı açık çöp kutusundan çöpün içindeki birine sesleniyorlar, elleriyle bir şeyleri gösteriyorlar, aynı zamanda konuşuyorlardı. Tam ne konuştuklarını anlayamasam da konuştukları lisan Türkçe değildi, Arapça konuşuyorlardı.  Belli ki Suriyeli çocuklardı bunlar.

Çöpün içindeki bir şeyler uzatıyor, yukarıdakiler alıyorlar. Ne aradıklarını tam seçemesem de ellerine uzatılanlar, basit çocuk oyuncağına benziyor. Her uzatılana da öyle seviniyorlar ki görülmeye değer. Sanki altın buldular sanırsınız.

Çöpe indirdikleri çocuk, tüm poşetleri bir bir açıp işlerine yarayacak olanı alıp yukarı uzattıktan sonra işi bitmiş olmalı ki ellerini uzattı. Yukarıdakiler de onu çekip dışarı çıkardılar. Çöpten çıkan çocuğa baktım. O da yukarıdakilerin yaşında bir çocuktu. Elinde ne eldiven vardı ne de poşetleri deşeleyecek bir demir çubuk. Hoş, çöp kutusuna ellerini süren yukarıdakilerin de ellerinde eldiven yoktu. Üçü birden gözlerini çöp kutusundan ayırmadan yine çöpün içine bakmaya devam ediyorlardı. Yürek paralayan bu manzara karşısında daha fazla oyalanmadan uzaklaştım oradan.

Savaşın çocuklarıydı bunlar. Bizler, çöp konteynırının yanından geçerken burnumuzu tıkadığımız ve kokusundan tiksindiğimiz; çöpe, çöp poşeti atarken kapağı açık çöp kutusu aradığımız, bulduk mu uzaktan basket oynar gibi attığımız, kapağı açık değilse ya konteynırın yanına çöpü bırakarak uzaklaştığımız ya da kapağı peçete ile açtığımız çöp konteynırı, bu savaş çocuklarının yuvası gibiydi sanki. Bizler, artık bu işimize yaramaz deyip çöpe attıklarımızdan kendilerine hazine arıyorlar, ellerini tiksinmeden konteynıra sürüyorlar ve çöpün içine giriyorlar. Niçin tüm bunlar? Bulduklarıyla oynayıp bir nebze de olsa sevinecekler.

Gördüğüm bu çocuklar ve hiçbir çocuk, çöpten bir şeyler aramayı hak ediyor değiller. Bu çocuklar da diğer/bizim çocuklar kadar temiz ve konforlu ortamlarda yaşamaya müstahaklar. Ama savaş, onları bu hale düşürmüş. Bu hale düşmeleri onların suçu mu? Ne mümkün. Tıpkı bizim çocuklar kadar masumlar onlar. Çocukluklarını yaşayamamış, geleceğe dair tüm umutlarını yitirmiş bu çocuklar, Suriye’yi kendi mülkü bilen Beşşar Esat’ın eseri. Hala Suriye’nin resmi devlet başkanı olan ve Rusya sayesinde ayakta duran Esad’ın eseri, bu kadarla sınırlı değil. Büyük-küçük her Suriyeli nasibini aldı bundan. Çoğu; malını-mülkünü, evini-barkını, işini ve aşını bırakarak terki diyar etti ülkesini. Bugün Suriye’de yaşayandan fazla Suriyeli var yurt dışında. Çoğu da bizde sığınmacı olarak yaşıyor.

2011’den beri süren ve daha ne zaman biteceği belli olmayan kirli savaşın bu çocukları ve ebeveynleri, herhalde hiç böylesini düşünmemişlerdi. Birileri, ileride siz ülkenizi terk edeceksiniz, çöpü karıştırıp bir şeyler arayacaksınız deseydi hiç inanmazlardı. Allah kimseyi bu hale düşürmesin, vatanından etmesin, çöpten bir şey aratmasın, kimseye özellikle namerde muhtaç etmesin. İnsanını bu hale getiren ve muhtaç eden Esat, işbirlikçileri, bu savaşın devam etmesini isteyenler ve bu savaşa çanak tutanlar, ne bu dünyada ne de öbür dünyada huzur bulsunlar. Dileğim, iş ahirete kalmadan, bu dünyada iken çöpten ekmek ve erzak arar hale gelmeleridir. Kim bilir? Düşmez kalkmaz bir Allah.

*31.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

22 Mart 2021 Pazartesi

Mobil Mesai *

Bir zamanlar bu ülkenin kırsalda yaşayan nüfusu, şehir merkezlerine oranla daha fazla iken her geçen yıl kırsaldan şehre göç olduğu için kırsalda yaşayan nüfus, gittikçe azalıyor. 2019 yılında il ve ilçe merkezlerinde yaşayanların oranı 92,8’e çıkarken köy ve kasabalarda yaşayanların oranı 7,2’ye kadar gerilemiştir. Sebebini söylemeye gerek yok. Göçün en büyük sebebi işsizlik ve istihdam sorunudur. Bu sorunu çözemezsek köy, kasaba hatta kırsaldaki ilçeler iyice boşalacak ve bu yerleşim yerleri hayalet köye dönüşecektir.

Kırsaldan şehre taşınma, başka sorunları da beraberinde getiriyor: Şehirlerimiz yanlamasına ve dikine genişleyerek beton yığını haline geliyor. Belediyeler kentsel dönüşüm ve yeni yerleşim yerleri açmak için planlarında değişiklik yapıyor. İş bulamayanlara sosyal yardım adı altında yardımlar yapılıyor. Yeni okul binalarına ihtiyaç duyuluyor. Çünkü sınıf mevcutları köylerde düşerken şehir merkezinde artıyor. MEB de sürekli öğretmen normunu öğrenci sayısına göre güncellemek zorunda kalıyor ve bazı köy okullarını kapatarak taşımalı eğitime geçiyor. Büyük şehirler nüfus yoğunluğuna paralel olarak sorunlarla boğuşurken kırsal nüfus azalmasına rağmen devlet, buralara da hizmet götürmeye çalışıyor. Çünkü sayı düşse de buralarda yaşayanlar var. Hasılı, tüm sorunlarına ve hava kirliliğine rağmen çoğunluk, şehirde yaşamayı seçiyor ve yerleşiyor.

Diyelim ki istihdam sorunu ve çocuğunu okutma gibi nedenlerle insanlar şehir merkezlerinde toplanmayı yeğliyor ve gülü seven dikenine katlanıyor. Bir kesim daha var ki şehirde yaşıyor ama kırsala mesaiye gidip geliyor. Bunlar da şehirde yaşamayı seçiyor ama kırsaldan kurtulamıyorlar. Bunların sayısı da azımsanamayacak kadar çoktur. Sabahın köründe şehir merkezinden çıkıyorlar, mesaiden sonra akşamın karanlığında geri dönüyorlar. Üstelik bu şekil günlük gidilip gelinen yerler, yakın yerler falan değil. Konya için örnek verirsek, Konya merkezde oturduğu halde Çumra, Akören, Güneysınır, Bozkır, Sarayönü, Kadınhanı, Ilgın, Karapınar, Ereğli, Altınekin, Cihanbeyli, Kulu vs ilçe merkezlerine ve köylerine günlük gidiş geliş yapıyorlar. Konya’dan Karaman’a gidip gelenler bile var. İçlerinde daire amirleri, memurlar, işçiler, öğretmenler, yöneticiler, hizmetliler, doktorlar, hemşireler hatta esnaf bile var. Çoğu ilçeler, ilçelerinde görev yapan bu şekil gidiş geliş yapanlar için servis gibi araç bile koyuyor. Kimi bu şekil servis, otobüs ve dolmuşla gidip gelirken kimi de birkaç kişi bir araya gelerek özel arabalarıyla gidip geliyorlar.

Konya merkezde ikamet ettiği halde kırsala bu şekil gidiş geliş yapanların işine ben, mobil mesai diyorum. Mobil, “taşınabilir olan, devinen ve devingen” demektir zaten. Bu şekil mesai yapanların yaptığı da budur. Sabah bir yerden bir yere, akşam bir yerden bir yere taşınıp duruyorlar. Bazıları bu şekil git-gel mesaiden çabuk kurtuluyor ama bazılarının git-gel yapması yıllar yılı devam ediyor. Geçen gün birisini gördüm, 14 yıldır il merkezinden ilçe merkezine git-gel yapıyormuş.

Mobil mesai garibimize gitse de bu şekil bir mesai ve çalışma, Türkiye’nin bir gerçeği maalesef. İşin garibi git-gel yapmak zorunda olan da bu yolu seçiyor, hiçbir mazeret ve gerekçesi olmadığı halde kırsalda sosyal hayat yok diye bu yolu tercih edenler de var. İnsanımız bir ev kirası kadar parayı yol parası olarak veriyor veya harcıyor. Bu işin kaza riski de var. Yazı var, kışı var. Araçlarının yıpranması da işin bir başka yönüdür. Diyelim ki giden para kendilerinin, yıpranan araba kendilerinin. Herkes sonucuna katlanır. Burada sormak lazım: Bu şekil mesai verimli mi? Bana göre verimli değil. Çünkü git-gel yapanlar, diğer mesai arkadaşlarına göre işe yorgun başlarlar. Neden derseniz, diğer mesai arkadaşlarına göre en az bir saat yol gidiyorlar. Haydi, bu yolu seçenler yorulmak nedir bilmiyorlar. Git-gel yapanların ne yaşadıkları yere ne de çalıştıkları yere yeterince katkısı olur. Parayı bir yerde kazanıyorlar, harcamayı bir başka yere yapıyorlar. İşe de tam kendilerini veremezler. Çalıştıkları yerle de pek alakaları olmaz. Kolay kolay bir çevre edinemezler. Çünkü kalıcı değildir hiçbiri.  

Sonuç olarak, insanımızın istihdam ve çocuğunu daha iyi ortamlarda okutmak amacıyla kırsaldan şehre göçünü anlayabiliyorum. Çünkü mücadele ede ede bir müddet sonra şehrin bir ferdi, bir sakini oluyorlar. Çocuğu iyi bir okulda okuyan ya da başka nedenlerle mobil mesai yapanları da anlayabilirim ama şehirde evi olmayan, çocuğu olmayan ve evli bile olmayan kişilerin git-gel yapmasını maalesef anlayamıyorum. Yine de kendileri bilir. Zira hayat onların.  

*27.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

21 Mart 2021 Pazar

Andımıza Dair *

18 Mayıs 1933 tarih ve 1749/42 sayılı “Talebenin Her Gün Tekrar Edeceği İbare Hakkında” yayımlanan Bakanlık Genelgesinde açıklanan ve ilkokullar yönetmeliğinde yer alan, 1972 ve 1997 yıllarında değişikliğe uğrayan Öğrenci Andı’nın okullarda okunması, 2013 yılında kaldırılmış, 2018 yılında Danıştay 8.Dairesi bu kaldırma kararını bozmuştu. MEB verilen bu kararı temyize götürdü. Nihayet Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu 13 Mart 2021 tarihinde oy çokluğuyla 8.Dairenin kaldırma kararını bozdu. Bu bozma kararıyla birlikte Öğrenci Andı, artık okullarda okunmayacak.

Yukarıda içeriğini verdiğim bilgileri biliyoruz. Bildiğimiz bir şey daha var: Bu ülkenin okullarında 2013 yılından beri bu Ant okunmuyor. Buna rağmen kamuoyunda ve sosyal medyada olay sıcağı sıcağına tartışılmaya devam ediyor. Her konuda olduğu gibi toplum yine bu konuda ikiye bölündü:

"Okunsun", "Hayır, okunmasın", "Şimdi biz Türk olduğumuz halde 'Ne mutlu Türküm diyene!' diyemeyecek miyiz?", "Türküm yerine 'Ne mutlu Müslüman’ım' diyelim" ve hızını alamayıp "Türküm, doğruyum, çalışkanım..." diyerek Andımızı okumalar vs.

Tüm bunlar ve daha fazlası gözümüz önünde cereyan etti. Yazımın bundan sonraki kısmında Andımızla ilgili bazı hususlara değinmek istiyorum:

1. Bir yönetmelik maddesiyle ilgili yargı sürecinin bir 8 yıl sürmesi, yargımızın işleyişini ve hızını göstermesi bakımından manidar. Bu mesele çok önemli bir mesele ise yargı süreci bir 8 yıl sürmemeliydi. 

2. Andımızın okunmayacak olmasına tepki gösterenlere bir sözüm var: Ant, okullarda okunmayacak. Evde, çarşıda, pazarda isteyen Andımızı okuyabilir. Hatta çocuğumuz okula biz işe gitmeden önce ailecek evimizde topluca Andımızı okuyabiliriz. Samimi olanlar bu önerimi yerine getirebilirler. Belki bu vesileyle kahvaltısını yapmadan evinden ayrılanlar Andımızdan önce veya sonra kahvaltımızı da yapalım bari diyebilirler. 

3. Andımızla ilgili "okunsun, okunmasın" diye genelde hep büyükler konuştu. Halbuki bu Andı, okullar açıkken sabahın köründe, soğuk ve sıcak demeden okullarda ayakta okuyan çocuklardır. Bu mesele, büyüklerden ve yargıdan önce okunsun mu, okunmasın mı diye çocuklara sorulmalıydı. 

4. Andımızın okunması ve okunmamasıyla ilgili bu kadar tepki yerine “Okullar niye kapalı” tepkisini göstermeliydik. Çünkü bu ülkede salgın gerekçesiyle okullar 1,5 yıldır kapalı. Kah açıldı, kah kapandı. Okula gidenler de iki gün gidiyorlar. 5.6.7. ve 9.10.11. sınıflar ve üniversite öğrencileri neredeyse okulların yolunu unuttu. Ne yapıp ne edip okulların tüm öğrencilere açık tutulmasıyla ilgili ortamın oluşması için çaba gösterebilirdik. Tüm öğrencilere tam zamanlı açamasak bile en azından “Okullarımız kapalı” üzüntüsünü yaşayabilir, bunu dert edinebilirdik. Hiç yapamasak, Andımıza ayırdığımız zaman kadar okulların açık-kapalı durumunu mesele edinebilirdik. Maalesef okullarımız kapalı. Biz büyükler siyasi ve ideolojik kavgamızı Andımız üzerinden veriyoruz.

5. Bir madde ile de Andımızın içeriğindeki bazı değerlere değineyim. Andımızın içinde geçen “…doğruyum, çalışkanım…” gibi kavramlara küçükler mi daha muhtaç, biz büyükler mi? Bana göre küçükler, hiç olmadığımız kadar biz büyüklerden hem doğru hem çalışkanlardır. Biz de küçükken doğru ve çalışkandık. Sahtekarlık ve kaytarma nedir bilmezdik. Büyüklere baka baka doğruluğumuzu ve çalışkanlığımızı kaybettik. Doğruluk ve çalışkanlığımız Andımızı okumamızdan değil. Çocuk demek özünde saf, dürüst ve çalışkan olmak demektir. Şimdiki çocuklar da Andımızı ister okusun veya okumasın, yaşadıkları doğruluk ve çalışkanlığı büyüdükçe kaybedecekler. Çünkü üzüm üzüme baka baka kararır. Andımızın içindeki değerleri özümsemeyi ve özümsetmeyi samimi olarak istiyorsak, önce biz büyükler doğru ve çalışkan olmalıyız ki ardımızdan gelen nesiller de her halükarda Andımızı okumadan da dürüst olacaklardır.

Ayrıca bir insan niçin “…doğruyum, çalışkanım…” der. Halbuki bunu biz değil, çevremizdekiler “Falan ne kadar doğru ne kadar çalışkan” demeli, değil mi? Sonra niçin “Türküm” demeye ihtiyaç hisseder, bunu yüksek sesle terennüm ederiz? Türklük, kişinin Türk olduğunu duyurması için yüksek sesle bağırması değil, bir kimliktir. Kimliğimizi sorana Türküm demek daha doğru değil mi? Bize Türk olup olmadığımız sorulmadığı halde “Türküm” demek normal mi? Türklükten şüphemiz mi var? Aslını inkar eden mi var? Unutmayalım ki aslını inkar eden haramzadedir. Aynı şekilde “Ne mutlu Türküm diyene” gibi “Ne mutlu Müslüman’ım diyene” demek de aynı kapıya çıkar. Üstellik bu ikisi, birbirinin zıddı, alternatifi ve cevabı değildir. Kendimizi ne hissediyorsak hissedelim, hangisini öncelersek önceleyelim, uygulamaya koyduğumuz değerlerimizle bir başkası gıpta etsin. “Türkler/Müslümanlar ne doğru ne çalışkan” desinler. Yaşantımızla başka ırk ve inanç sahiplerine örnek olalım.

Hasılı, içini dolduramadığımız sözleri, sloganları ve hamaseti bir tarafa bırakalım, kafamızı kumdan çıkaralım, yaşantıda biz neredeyiz, ona bakalım.

Birileri kızsın veya yanımda olsun, andımızla ilgili görüşüm budur.

 *26.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.