Ana içeriğe atla

Savaşın Çocukları *

Cumartesi günü Mehmet Beğen Ortaokulunun yanındaki Beril Düğün Salonunun önünden geçiyorum. Hacı Fahri Kulu Yüksek Öğrenim Erkek Öğrenci Yurdu ihata duvarının köşesinde, yere gömülü çöp konteynırının önünde, biri diğerlerine göre biraz daha büyük 10-12 yaşlarında iki kız çocuğu dikkatimi çekti. Ne yapıyorlar diye merak ettim. Yürüyüş tempomu biraz düşürerek yavaş yavaş yürümeye başladım. Az ilerledikten sonra dikkat çekmeden izlemeye koyuldum. Arkaları dönük oldukları için beni görmediler. Kendilerini öyle kaptırmışlardı ki zaten beni görmeleri de mümkün değildi, kah gülüyorlar kah konuşuyorlar.

Kapağı açık çöp kutusundan çöpün içindeki birine sesleniyorlar, elleriyle bir şeyleri gösteriyorlar, aynı zamanda konuşuyorlardı. Tam ne konuştuklarını anlayamasam da konuştukları lisan Türkçe değildi, Arapça konuşuyorlardı.  Belli ki Suriyeli çocuklardı bunlar.

Çöpün içindeki bir şeyler uzatıyor, yukarıdakiler alıyorlar. Ne aradıklarını tam seçemesem de ellerine uzatılanlar, basit çocuk oyuncağına benziyor. Her uzatılana da öyle seviniyorlar ki görülmeye değer. Sanki altın buldular sanırsınız.

Çöpe indirdikleri çocuk, tüm poşetleri bir bir açıp işlerine yarayacak olanı alıp yukarı uzattıktan sonra işi bitmiş olmalı ki ellerini uzattı. Yukarıdakiler de onu çekip dışarı çıkardılar. Çöpten çıkan çocuğa baktım. O da yukarıdakilerin yaşında bir çocuktu. Elinde ne eldiven vardı ne de poşetleri deşeleyecek bir demir çubuk. Hoş, çöp kutusuna ellerini süren yukarıdakilerin de ellerinde eldiven yoktu. Üçü birden gözlerini çöp kutusundan ayırmadan yine çöpün içine bakmaya devam ediyorlardı. Yürek paralayan bu manzara karşısında daha fazla oyalanmadan uzaklaştım oradan.

Savaşın çocuklarıydı bunlar. Bizler, çöp konteynırının yanından geçerken burnumuzu tıkadığımız ve kokusundan tiksindiğimiz; çöpe, çöp poşeti atarken kapağı açık çöp kutusu aradığımız, bulduk mu uzaktan basket oynar gibi attığımız, kapağı açık değilse ya konteynırın yanına çöpü bırakarak uzaklaştığımız ya da kapağı peçete ile açtığımız çöp konteynırı, bu savaş çocuklarının yuvası gibiydi sanki. Bizler, artık bu işimize yaramaz deyip çöpe attıklarımızdan kendilerine hazine arıyorlar, ellerini tiksinmeden konteynıra sürüyorlar ve çöpün içine giriyorlar. Niçin tüm bunlar? Bulduklarıyla oynayıp bir nebze de olsa sevinecekler.

Gördüğüm bu çocuklar ve hiçbir çocuk, çöpten bir şeyler aramayı hak ediyor değiller. Bu çocuklar da diğer/bizim çocuklar kadar temiz ve konforlu ortamlarda yaşamaya müstahaklar. Ama savaş, onları bu hale düşürmüş. Bu hale düşmeleri onların suçu mu? Ne mümkün. Tıpkı bizim çocuklar kadar masumlar onlar. Çocukluklarını yaşayamamış, geleceğe dair tüm umutlarını yitirmiş bu çocuklar, Suriye’yi kendi mülkü bilen Beşşar Esat’ın eseri. Hala Suriye’nin resmi devlet başkanı olan ve Rusya sayesinde ayakta duran Esad’ın eseri, bu kadarla sınırlı değil. Büyük-küçük her Suriyeli nasibini aldı bundan. Çoğu; malını-mülkünü, evini-barkını, işini ve aşını bırakarak terki diyar etti ülkesini. Bugün Suriye’de yaşayandan fazla Suriyeli var yurt dışında. Çoğu da bizde sığınmacı olarak yaşıyor.

2011’den beri süren ve daha ne zaman biteceği belli olmayan kirli savaşın bu çocukları ve ebeveynleri, herhalde hiç böylesini düşünmemişlerdi. Birileri, ileride siz ülkenizi terk edeceksiniz, çöpü karıştırıp bir şeyler arayacaksınız deseydi hiç inanmazlardı. Allah kimseyi bu hale düşürmesin, vatanından etmesin, çöpten bir şey aratmasın, kimseye özellikle namerde muhtaç etmesin. İnsanını bu hale getiren ve muhtaç eden Esat, işbirlikçileri, bu savaşın devam etmesini isteyenler ve bu savaşa çanak tutanlar, ne bu dünyada ne de öbür dünyada huzur bulsunlar. Dileğim, iş ahirete kalmadan, bu dünyada iken çöpten ekmek ve erzak arar hale gelmeleridir. Kim bilir? Düşmez kalkmaz bir Allah.

*31.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde