3 Mart 2021 Çarşamba

Konya’ya Kırmızılık Yakışmıyor *

Güncel salgın risk haritasına bakarsanız; Türkiye'nin orta yerinde, çevresi sapsarı olduğu halde yanına Aksaray ilini almış, "Çok yüksek riskli iller" arasına girerek kıpkırmızıya boyanmış, yüzölçümü yönünden Türkiye'nin en büyük şehrini görürsünüz. Bilin bakalım, o şehir hangisidir? Hemen neresi olacak, Konya'dır diyeceksiniz. El cevap doğru dersiniz. Zira Celalettin Rumi türbesi yanında Etli ekmeği ile de meşhur olan bu şehir, bir yıldır da salgınla adından söz ettiriyor.

Salgının ilk başlarında vaka sayısının yüksek olmasını "Umrecilerin Konya'da karantinaya alınmasına" sonra "Yurtdışından gelenlerin şehrimizde misafir edilmesine" bağladık. Orta yerde ne umreci kaldı ne de yurtlarda kalan. Buna rağmen Konya, adını vaka sayısı ile duyurmaya ve zirveye oynamaya devam ediyor. 

Risk haritası seçim haritasını hatırlattı bana. İç Anadolu bölgesinde, belediye seçimlerini CHP'nin kazandığı Eskişehir ilinin kırmızıya, Konya’nın da AK Parti’nin rengi olan sarıya bürünmesine, kaç seçim aşinayız. Salgın bu rengi değiştirdi. Şimdi Eskişehir orta riskli iller arasında yerini alarak rengini sarıya, Konya ise kırmızıya döndürdü. Salgının başından beri kırmızı renge bürünmesi hiç değişmediğine göre zannedersem Konya, bu rengi pek sevdi. Kırmızı olsun, varsın beş fazla olsun misali, kırmızı olsun da varsın riski olsun diyor olmalı.

Konya’ya komşu illerin bazıları da çok yüksek riskli iller grubunda yer alsa, bu bölgede var bir şey diyeceğim. Sanırım İç Anadolu’da Konya gibi kırmızıya bürünmüş Aksaray’ın dışında sadece Burdur var. Bu durumda Konya’nın riskli iller arasında olmasını nasıl izah edebiliriz? Bir ara Konya, ilk üçü hiçbir ile kaptırmamıştı. Hatta çevremizde bu hastalığa yakalanmış nice tanıdıklarımız oldu. Hastalığa bu süreçte yakalananlar, yoğun bakım ünitelerinde yer bulmakta zorlandılar. O zamanlarda kırmızıya bürünse tamam derdik. Şimdilerde hastalığa yakalanan tanıdığımız pek yok. Olsa da hastanelerin doluluk oranları çok yüksek değil. Hastaneye alınması gereken hastalar da yer sorunu yaşamadan hastanelerde tedavi altına alınabiliyorlar. Durumumuz bu iken kırmızıya bürünmemiz düşündürücü.

Acaba çevre illerin covit hastalarının bir kısmı, Konya hastanelerine sevk edilerek tedavileri burada yapılıyor ve vaka sayısı yönünden Konya’nın hanesine yazılıyor olabilir mi?

Konya’nın huyundan ve suyundan mı yoksa “Etli ekmek kafalı” olduğundan mıdır?

Konyalılar, salgın kurallarına yeterince özen göstermediğinden midir?

İçki tüketimi yönünden ilk sırada olmamasına rağmen bir zamanlar içki tüketiminde Konya, ilk sırada, haberlerini okurduk. Acaba salgında da böyle bir şey yapılıyor olabilir mi? Böyle bir algı oluşturulduğuna hiç ihtimal vermiyorum.

Türkiye’nin ortasında olan bu şehir, virüsü kendine çekiyor mu yoksa?

Virüs mü Konya’yı sevdi, biz mi virüsü çok sevdik?

Hangisidir bilemeyiz. Bildiğimiz ve değişmeyen gerçek, şehrimizin renginin kıpkırmızı olması ve bir şeyleri yanlış yaptığımız gerçeği.

Aklıma, Konyalılar yeterince virüsle mücadele etmiyor ve kurallara riayet etmiyor geliyor. İnsanımızın çoğunun virüs konusunda duyarlı olduğunu ve kurallara uyduğunu söyleyebilirim. Başka illerde ne kadar duyarsız varsa bu şehirde de o kadar duyarsız olanı vardır diye düşünüyorum.

Sebep her ne olursa olsun bu kırmızı renk, Konya’ya yakışmadığı gibi bu rengin ceremesini de tüm Konyalılar birlikte çekiyoruz, normalleşemiyoruz. Bedelini de ağır ve pahalı ödeyeceğiz. Düşük ve orta riskli illerin esnafı, ekmek teknelerini açarak, öğrencilerini tam zamanlı öğretime geçirerek normal hayata merhaba derken normalleşme bekleyen Konya esnafı, iyice tükenmeye başlayan ümitlerini bir başka bahara erteledi. Öğrenciler ise tam zamanlı öğretimden yine mahrum kaldı.

Bu aşamadan sonra tüh ya, neden böyleyiz demenin bir anlamı yok. Yapılacak olan, nüfus yönünden Konya’dan daha kalabalık nüfusa sahip şehirlerin, virüsle nasıl mücadele ettiklerini, o şehrin yetkilerinin ne tür tedbirler alıp vaka sayısını düşürdüklerini, şehirlerini düşük ve orta riskli iller arasına girdirdiklerini Konya’da görev yapan yetkililerin bir güzel araştırmaları, aynı tedbirleri Konya’da da uygulamaya koymalarıdır. Bunu vakit geçirmeden mutlaka yapmaları gerekir.

*05.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

25 Şubat 2021 Perşembe

Kalbini Yarıp Deştiklerimiz *

“Bir sahabi savaşta ‘lâ ilâhe illallah’ dediği halde birisini öldürmüştü. Resulüllah buna kızdı ve onu azarladı. Sahabi, ‘O bunu korkusundan söyledi’ deyince Resulüllah, ‘Kalbini yarıp baktın mı, sen kıyamette bunun hesabını nasıl vereceksin!’ dedi ve öfkeli bir halde bunu o kadar çok tekrarladı ki sahabi, ‘Keşke şu ana kadar Müslüman olmamış olsaydım’ diye temennide bulundu. (Ebu Davud, sahih)

Bir gün Resulüllah’a kaba davranan birisi için Halid bin Velid, ‘Şunun boynunu vurayım mı ya Resulallah?’ dediğinde, ‘Hayır, namaz kılan birisi olabilir’ buyurdular. Halid; ‘Öyle namaz kılanlar var ki, dili başka kalbi başkadır’ deyince Resulüllah: ‘Ben insanların kalplerini deşmek, karınlarını yarmak için gönderilmedim’ buyurdu. (Bezzar, hasen)”

Ömer anlatıyor: Rasûlullah (a.s) buyurdular ki: “Ameller ancak niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti Allah'a ve Rasûlü’ne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlü’nedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.”(Buhari)

Yazıma, Faruk Beşer’in 04.02.2018 tarihli Yeni Şafak gazetesindeki “Kalbini yarıp da baktın mı” başlıklı yazısında yer verdiği iki hadisi şerifi alıntılayarak başladım. Alıntıladığım iki rivayetin ilkini, herhalde duymayanımız yoktur. Zira Usame b. Zeyd’in başından geçen bu rivayet çok meşhur bir hadisi şeriftir. Aynı şekilde Hz Ömer'in rivayet ettiği niyet hadisi de hepimizin bildiği meşhur bir hadistir. Çoğumuz "kalbini yardın mı" ve "niyet" hadislerini biliriz bilmeye de… Anlattığımız ve duyduğumuz bu hadislerin biz neresindeyiz? Hadislerin vermek istediği mesajı hayatımıza tatbik edebiliyor muyuz? Bu sorulara evet denmesini ne çok arzu ederdim. Maalesef kalbini yarıp baktıklarımızın ve niyetlerini okuduklarımızın sayısı o kadar çok ki... Yeter ki bir kişi bizim gibi düşünmesin. Deşeler dururuz kalbini ve sorgularız niyetini. Hakkında hemen kesin hükmümüzü veririz:

"O mu? O bir proje adamıdır. O, birileri adına çalışıyor",

"Bunlar müsteşriklerin yerli işbirlikçisidirler",

"Bunların İslam'a verdiği zararı kimse veremez",

"Allah onları ıslah etsin",

"Bunlar sapıktırlar…” gibi.

Doğrusu, insanımız hakkında böyle konuşulmasını doğru bulmuyorum. Kişi ben şuyum diye itiraf etmediği müddetçe ya da kesin bilgi ve belgeye dayalı bir delil olmadıkça kişiler hakkında kanaat/zan/tespit/iftirada bulunulmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu şekil ithamları niyet okuma olarak görüyorum. Bu aynı zamanda kişinin kalbini yarmak demektir.  Hoş, kişinin kalbini yarsak ne olur? Karşımıza ancak delik deşik olmuş bir et parçası çıkar. Her ne kadar biz, insanları zahirlerine, söylem ve yaptıklarına göre değerlendirsek de kişilerin içinde neleri gizlediklerini bilemeyiz. Çünkü insanların içini bilme ve içinden geçirdiklerini bilme imkânımız yoktur. Melekler ve peygamberler dahi insanın içinden geçirdiklerini bilemezler. Kalpten geçenleri bilmek gaybi konulardandır. Bu bilgi ise yalnızca Allah’a aittir.

Hakkında ithamda bulunduğumuz kişiler, gerçekten bir proje adamı olabilirler, görüşleri hiç makul olmayabilir. Onlar, toplumun değerlerini alt üst eden ve topluma zehir zerk eden kişiler de olabilirler. Onlara böyle ithamlar yaparak bir yere varamayız. Varsa kendimizde bir maharet onların zehrinin panzehiri olmak için çaba sarf edebiliriz.

*03.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

21 Şubat 2021 Pazar

Günümüzde Mihr *

Mihrle ilgili ilk yazımda mihrin tarihçesini, ikincisinde ise İslam’da mihr konusunu ele almaya çalıştım. Bu yazımda da mihri masaya yatırmak istiyorum. Görüleceği üzere mihr nikahın şartlarından değil, sonuçlarındandır. Bu durumda eşler nikah öncesi mihri aralarında konuşmasa ve nikah esnasında mihrin miktarını telaffuz etmeseler de nikah geçerlidir. Burada mihrin de kadının sosyal güvencesi olduğunu bir kez daha hatırlayalım.

Durum bu iken günümüz evlilik ve boşanma sonuçlarını, değişen sosyal yapı ve meri hukuku birlikte düşündüğümüzde bugün mihrin evlilik öncesinde konuşulmaması gerektiğini düşünüyorum. Niçin derseniz? Çünkü bugünkü boşanmalarda eşlerin evlilik esnasında tüm menkul ve gayrimenkul kazanımları ortak yani ikiye bölünüyor. Ayrıca günümüzde belli bir yıl ile sınırlandırılsın tartışması yapılsa da erkek, gelirine göre ayrıldığı eşine ömür boyu nafaka vermek zorunda. Bir de bunun üzerine erkeğin mihr esnasında konuşulan mihri, ayrıldığı eski eşine ödeyeceği düşünülürse bu erkeğin kolay kolay belini doğrultabilmesi ve yeni bir yuva kurabilmesi çok zor. Mal ortadan bölünmese ve eşe nafaka ödenmese boşanmayı göze alan erkek mihri ödesin. Eşinden ayrılmayı erkek isterse erkek yine mihri ödesin. Çünkü evlilik çocuk oyuncağı değil, sorumluluk gerektirir. Ama günümüzde erkek evliliği devam ettirmek istemesine rağmen kadın evliliği sonlandırma yoluna gidiyorsa, buna rağmen kadının ve ailesinin mihrim de mihrim hesabı yapmaları ve daha önce senede yazılan mihri kuruşu kuruşuna talep etmeleri ne derece doğru?

Mihr dediğimiz, eskisi gibi 12 duvar yastığı ve bir çift Demirci halısından ibaret olsa, eşinden ayrılmayı göze alan kadın, bunları da götürsün diyeceğim. Maalesef günümüzde evlilik öncesi telaffuz edilen ve erkeğin imza attığı mihr senedindeki rakam çok yüksek. Çoğunlukla da 300-500 gram altın, düzenlenen senede yazılıyor. Evliliği göze alan bir erkek, boşanma durumu olur mu diye hiç düşünmediği için yüksek rakamlara he diyebiliyor ve imza atabiliyor. Altının gramının yükselme durumu da göze alınırsa bir boşanma esnasında erkek neye imza attığını anlıyor ama iş işten geçmiş oluyor ve ödeme zorluğu çekiyor. Hasılı, mihr esnasında konuşulan ve şahitler huzurunda imzalanan mihr, bir ayrılık esnasında erkeğin belini büküyor.

Bu durumda ne yapılması lazım? Günümüzde eşler evlendikten sonra kazanılanlar ortak olduğuna ve herhangi bir ayrılık esnasında koca, eski eşine ömür boyu nafaka ödemekle yükümlü olduğuna göre evlilik öncesi mihr konuşulmamalı. Mihr, nikahın sonuçlarından olduğuna göre herhangi bir ayrılık esnasında mihri misil esas alınmalı. Yani kadının dengine ne kadar mihr belirlenmişse o kadar mihr takdir edilmeli. Şayet mihr konuşulacaksa da mihrin miktarı yüksek tutulmamalı. Bu oran 100-150 gram altın dolaylarında tutulmalı. Evliliği sonlandırmayı isteyen taraf kadın olursa, kadın mihrden pay alamamalı. Bu ve başka şartlar da yani mihri müeccel hangi durumlarda ödenir/ödenmez şartları, miktarla birlikte mihr senedine yazılmalı. Evliliği sonlandırmayı isteyen kadına şu şartlarda mihr ödenir denebilir: “Erkek eşini aldatıyorsa, ona şiddet uyguluyorsa, evine bakma yükümlülüğünü bile bile yerine getirmiyorsa kadın her halükarda mihr almaya hak kazanır” gibi.

Yazımdan, erkeği koruduğum anlaşılmasın. Bilin ki öyle bir niyetim yok. Ne erkeği korurum ne de kadını. İsterim ki evlilikler ilanihaye devam etsin, aileler parçalanmasın, arada çocuklar mağdur olmasın ve konuşulan mihre hiç ihtiyaç duyulmasın. Çünkü evlilikler devam ederse işin başında konuşulan mihrin miktarı ne olursa olsun, mihre hiç ihtiyaç olmaz.

*01.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.