29 Ocak 2021 Cuma

Yol Arkadaşım

Ben giderim, o gider. Ben dururum, o durur. Bilin bakalım, bu ne?

Bilemediniz. Zira cevap, gölge değil. Resimdeki köpek efendim.

Bu köpek öğle arası yürüyüş yaparken hiç havlamadan sinsice arkama yaklaştı. Hoşt dedim, geri geri kaçar gibi yaptı. Sonra peşim sıra yine geldi. Ben gittim o gitti. Ben durdum o durdu. Tekrar hoşt dedim. (Hayvanseverler kusura bakmasın!) Gerisin geriye dönüp gider gibi yaptı. Sonra peşimden yine geldi.

Baktım zararsız. Sesimi çıkarmaz oldum. Zaten nafile. Yanımdan ayrılacağı yok. Bırakıverdim kendi haline. Kah arkamdan geldi kah benimle aynı hizada yürüdü kah önüme geçti. Bazen de tarlaların içinden dolaştı, tekrar peşime takıldı. Ben kendisini sevmesem de o beni sevdi gayri. Belli ki beni tanımıyor. Tanısa sevmezdi zaten.

Hasılı muhteşem bir ikili olduk ve öğle arasını birlikte geçirdik. Birlikte 6 binden fazla adım attık.

Cuma için abdest almak üzere daireye girince kayboldu. Ya birlikteliğimiz buraya kadar dedi ya da sen camiye gideceksin. Benim namazda gözüm yok. Zira beynamazın birisiyim dedi. Namaz sonrası bir daha görmedim. Acaba köylü, git şunu takip et, ne yapacak bir bak mı dedi. Baktı ki kendi halimde yürüyorum. Zararsız dedi, çekti gitti.

Cuma namazına geldiğimde imam da hayvan haklarından bahsetti. Acaba köpeğe hoşt dediğim için böyle bir hutbe mi seçildi? Benim için manidar oldu.

Bu arada buranın köpeği, yaklaşık bir saat benimle dolaştı. Hiç havlamadı. Sinsice yaklaşsa da sinsiliğini görmedim. Onun sinsiliği de benim sinsiliğe benziyor. Olur olmaz havlayarak da kendini yormadı. Hasılı Aşkan Mahallesinin, bahçede bağlı veya duvar gerisinde salık köpekleri gibi değildi. Aşkan'ın köpeklerini bir görseniz, yoldan geçerken geçme buradan, ne işin var burada dercesine avazı çıktığınca bağırıyor. Hele iki ayağını duvara tırmandırıp ah bir çıkabilsem, ben sana gününü gösteririm dercesine arka arkaya havlamaları, havlama sesini duyan diğer köpeklerin de tempo tutup havlamaya eşlik etmeleri yok mu? Sanki yedik yollarını. Efendileri de bizim köpek görevini iyi yapıyor, baksana her gelenden haberdar ve kimseyi geçirmiyor diye sevinir durur.

"Aslî Görevim Değilmiş!" *

Biri geldi yanıma. Her zamanki gibi şen şakrak değildi. Yüzünde bir şaşkınlık ve tedirginlik vardı. Neyin var, dedim. Yok, bir şey dese de vardı bir şeyler. Sakıncası yoksa anlat, rahatlarsın, dedim. Yine sessizlik. Üstelemedim. Çaylarımız geldi, yudumlarken konuşmaya başladı:

"Altı-yedi yıl öncesiydi. Bir dostum, gazetesinde güncel konulara dair yazmamı istedi. Şaşırdım buna. Köşe yazarlığı ve ben… Ne kadar da yabancıyız birbirimize. Bunun için öncelikle bilgi-birikim, ardından cesaret gerek. Kusura bakma! Olmaz, dedim. Ciddiye almadığım bu teklifi gazete sahibi birkaç defa daha tekrarladı. Bir iki sene olmaz dedikten sonra olmazsa yazayım bari. Yalnız biliyorsun ben, devlet memuruyum. Tam bilmiyorum ama sanırım kurumumdan onay almam gerek dedim. Hangi günler yazacağımı belirledikten sonra kurumuma geldim. Yardımcıma durumdan bahsettim. Yardımcım, "Yazacaksınız ama 'Gazetede yazmak için onay almak üzere yazışma yapılmaması' yazısı geldi" dedi. 

Ertesi günü yazının altında imzası bulunan şube müdürünün makamına çıktım. Kendisinden çıkan yazıdan bahsettim. Bunu anlamakta zorlanıyorum. Onay vermeyebilirsiniz, gazetede yazmanızı uygun görmüyoruz diyebilirsiniz. Ama öncesinde onay için yazı gönderilmemesi yazınızı anlayamadım dedim. "Bizlik bir şey yok. Kaymakam böyle istiyor." dedi. Kendisine ben yazmak için söz verdim. Bu durumda onaysız yazacağım, dedim. O da "Kendin bilirsin. Kurumla ilgili yazmayacaksan, özel ve gizli bilgilerden bahsetmeyeceksen, yazmanda bence de sakınca yok." dedi.

Uzatmayayım, gazetede onay almadan önce haftada bir, ardından iki ve üç gün olacak şekilde yazmaya başladım. Sonra dört güne çıkardım. Kelime hazinem, bilgi ve birikimim el verdiği müddetçe bu süreçte her konuya değindim. Yazma serüvenim beş yılı geçti. Bu zaman zarfında ne kurumumdan ne gazetemden ne de toplumdan bir tepki gördüm. Hatta yazılarımı takip edenlerden olumlu tepkiler aldığımı söyleyebilirim. 

Bir gün çalıştığım kurumun basın işlerine bakan yeni şube müdürü, "Gazetede yazıyorsun ama onayın var mı? Geçen gün kurum amirimiz sordu" dedi. Hayır, yok dedim. Önceki süreci anlattım. Onay alayım mı dedim. "Alsan iyi olur" dedi. 

Bir iki hafta sonrası, çalıştığım kuruma giderek "Asli görevimi ihmal etmemek şartıyla falan gazetede şu şu konularda yazı yazmak istiyorum" şeklinde bir dilekçe verdim. Sonuç ne oldu dersen, inanmazsın ama dilekçeme, "Gazetede yazmanız asli göreviniz olmadığı için uygun görülmemiştir." cevabı verildi. İnanmam deme! Durum aynen böyle oldu. Onay isterken siyasi yazılar yazacağım desem, uygun görmemekte haklılar. Kurumla ilgili bilgi vereceğim desem, özel ve gizli bilgiler açıklanamaz. Buna da onay verilmez. Basına bir konuda açıklama yapacağım desem, devlet memurunun izin almadan basın açıklaması yapması zaten yasak kapsamında. Aslında yapmaları gereken, "Asli görevini ihmal etmemek, siyasi yazılar yazmamak, kurumla ilgili özel bilgilere yer vermemek şartıyla gazetede yazmanızda sakınca yoktur" şeklinde bir cevap vermeleriydi. Garibime giden bir başka husus, "Asli görevim" olmadığını gerekçe göstermeleri. Mübarekler! Yazmak asli görevim olsa sizden niye onay isteyeyim. Öyle değil mi? İşin garibi, çalıştığım kurum, çalışanlarını okumaya ve yazmaya yöneltmek, yüksek lisans ve doktora yapmamız için teşvik ediyor. Yönetici olmak için müracaat edenlere ilave puan veriyor. Zaman zaman "İlinizde yazarlık yapanların ismini gönderin" şeklinde yazı gönderiyor. Bakanlık böyle düşünürken ilin sorumluları ne olur ne olmaz deyip onay vermeye yanaşmıyor. Aslında suç onlarda değil, bu konuda onlardan onay isteyende. Ki bu konuda onay almak gerekli mi değil mi, bunu da bir düşünmek lazım. Çünkü yaptığım basın açıklaması değil, yazı yazmaktır. 657 Sayılı Kanun, basına demeç vermeyi izne bağlarken gazete köşesinde yazı yazma konusunda bir yasağa yer vermemiş. Haliyle izin almaya da gerek yok diye düşünüyorum. Şayet böyle olsaydı, yani izin gerekseydi, sosyal medyada yazılıp çizilen, paylaşılan ve yazıların altına yapılan yorumlar izne tabi olması gerekirdi. Bugün sosyal medyayı kullanan o kadar çok devlet memuru var ki bunların hangi biri bu işi onayla yapıyor? İçlerinde bir partinin lehine veya aleyhine paylaşımlarda bulunan niceleri var. Bütün bunlar, devlet memuruna siyaset yapma yasağı varken yapılıyor ve yasağa rağmen kimsenin başına bir şey gelmiyor ve arkadaş! Sen ne yapıyorsun da denmiyor. Burada sorun, fiilen yaptığını onaya bağlamada sanki. Sorduysan olmaz denir. Çünkü hiçbir sorumlu sorun istemez. Bu demektir ki sormayacaksın ve "asli" olmayan işini göz göre göre yapacaksın. 

Bundan sonra ne yapacaksın dersen, hiç beklemedim bile. Daha önce bir başka gazetede de yazarken kullandığım müstear bir ismim vardı. Hiç ara vermeden müstear isimle yazılarıma devam ediyorum. Maksat yazmak değil mi? Ha asıl ismimle ha müstear, ne fark eder. “Asıl görevin değil” diyerek asıl ismime onay vermeyenler de bir köşe yazısına onay vermedik, biz ne kadar önemli bir yerdeyiz, biz onay vermeden kimse yazamaz diye kafalarını kuma gömüp kendilerini tatmin edip dursunlar. Bu arada, aynı durumda olan herkese onay vermeseler, bunlar prensip sahibi. İçime sinmese de prensiplerine saygı duyarım diyeceğim ama öyle değil. İstediklerine yazması uygundur onayı veriyorlar, istemediklerine de "Asli görevin değil" diyorlar. Merak ediyorum, onay verdikleri kişiler, halihazırda asli görevlerini mi yapıyorlar?  Demek ki adamına göre muamele yapıyorlar. Yesinler bunların adalet anlayışını!"

Tanıdığım köşe yazarı "yok bir şey" demişti. Bu kadar konuştuğuna göre varmış demek ki bir şeyler. Gördüğünüz gibi susmak bilmedi. O kadar doluymuş ki konuştukça konuştu ve içini boşalttı. Olan da bana oldu. Çünkü konuştuklarını dinlemek ve sonrasında yazıya dökme işi bana kaldı.

*01/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

28 Ocak 2021 Perşembe

Yoksa Ayakta İşeyenlerden misiniz? *

Kamu kurum ve kuruluşlarda, herkesin gelip geçtiği ve insan yoğunluğunun olduğu yerlerde, büyük iş merkezlerinde, insanların WC ihtiyacını gidermesi için yapılan kadın ve erkek tuvaletleri olmazsa olmazımızdır. Zira önemli bir işlevi yerine getirmektedir.

Eski WC’lerde alaturka tuvaletler vardı. Son yıllarda engelli, çömelme sorunu yaşayanlar ve tercih edenler için alaturka tuvaletlerin yanında klozet dediğimiz alafranga tuvaletlere de yer verilmeye başlandı. Tercihim, alaturka tuvaletlerden yana olsa da alafranga tuvalet alternatifi de güzel bir uygulama.

Umum tuvaletlerindeki alternatif bununla sınırlı değil. Bir de erkeklerin kullandığı, duvar kenarına yerleştirilmiş sidiklikler var. Buna pisuar deniyor.

Bir umum tuvalete giren, ihtiyacını ister alaturka ister alafranga ister pisuar yoluyla giderebilir. Gördüğünüz gibi hizmette sınır yok anlayacağınız.

Bu üç alternatiften, alaturka usulünü anlıyorum. Zira geçmişten günümüze değişik mimaride evlerimiz yapılsa da Türk usulü tuvaletler halen geçerliliğini koruyor ve kullanılıyor. Bu usulün yanında klozetler de bir ihtiyaç olarak evlerimizin banyolarında yerini almaya başladı. Buna da eyvallah. 

Umum tuvaletlerde yer verilen ayakta işeme yerlerine siz nasıl bakarsınız bilmiyorum ama ben sıcak bakmıyorum. Umum tuvaletlerde pisuara ihtiyacını gideren birini görsem, tövbe ya Rabbi! Ne günlere kaldık derim. Hayretim, ayakta işemesine değil, tuvalet ihtiyacını kapalı kapının ardında gideren biri, lavabonun önüne gelerek elini yıkarken arka tarafta birilerinin ihtiyacını ayakta giderdiğini aynadan görebiliyor. Bu görüntüden sen mahcubiyet duyarken ayakta işeyen kişilerin rahatlığına derman yetmiyor. Demek ki alışmışlar herkesin gözünün önünde böyle ayakta işemeye.

Büyük konuşmayayım ama iyice sıkıştığımdan dolayı üzerime çişimi yaparım, herkesin gözünün önünde yanımda birileri varken kolay kolay pisuara giderek ihtiyacımı gidermem. İyice naçar kalırsam, başka da alternatifim yoksa WC’de kimsenin olmamasına özen gösteririm.  

Ayakta işemeye sıcak bakmasam da birileri bu işi ayakta yapacaksa, pisuarların herkesin gözünün önünde değil de kapalı kapıların ardında olmasında fayda var. Tuvaletlere kabin yapılırken klozet seçeneği gibi pisuar seçeneğine de yer verilebilir.

Pisuar ve ayakta işeme işini abarttığımı düşünebilirsiniz. Ben abarttığımı düşünmüyorum. Ne ara bu duruma geldik, anlamakta zorlanıyorum. Ki bu toplum, tuvalete giderken bile utana sıkıla“Lavabonuzu kullanabilir miyim? Lavabonuz müsait mi? Ayakyoluna gidiyorum. Ayakyolundan geldim. Hacet giderdim. Küçük abdestimi bozdum…” derdi. Böyle bir üsluptan alenen ihtiyaç gidermeye geldik.

Gözle görülür yerlerde ayakta ihtiyaç gidermeyi eleştirdim ama en az bunlar kadar hatta bunlardan daha fazla eleştiriyi, umum tuvaletlere pisuar yaptıranlar hak ediyor. Pisuar olmasa pisuar severler, “pisuar yoksa ben ihtiyacımı gidermem” demez. Gider, paşa paşa kapalı kapılar ardına, işini bitirir ve kimse de görmez.

Bilmeyenler için söyleyeyim: Kuytu yerlerde ayakta idrar yapma varsa da herkesin gözü önünde ihtiyaç gidermek kültürümüzde yoktur. Dinimiz de ayakta işemeye sıcak bakmaz. Üstelik ayakta işemelerde idrarın bir kısmının mesanede kalma durumu söz konusudur. Yine de tercih insanımızın.

Tercih onların ise de bizim de ayakta işeyenlerden istediğimiz, bu işi kuytu yerlerde yapmaları. En azından Victor Hugo’nun gösterdiği hassasiyeti onların da taşımalarıdır: “Yıl, 1887... Gazetecinin biri, Victor Hugo’ya soruyor: “Eserleriniz ve siz bugüne kadar çok olumlu eleştiriler aldınız, çok övüldünüz. Bunlar arasında sizi en çok hangisi hoşnut etti?” Hugo anlatıyor: “Karlı bir kış gecesiydi. Eş dostla yiyip içmiştik. Mesafe kısa diye evime yaya olarak dönüyordum. Fena halde sıkışmıştım. Hızlı adımlarla, malikânemin bahçe kapısına vardım. Kapı kilitliydi. Var gücümle uşağıma seslendim: İgooooooor!..
Defalarca haykırmama karşın İgor’un beni duyduğu yoktu. İdrar torbam Atlas Okyanusu büyüklüğüne ulaşmıştı. Altıma kaçırmak üzereydim. Yaşlılık işte... Çaresiz, bahçe duvarına yanaştım, etrafa bakındım, görünürde kimse yoktu, fermuarımı indirdim ve su dökmeye başladım. Tam o sırada arkamda bir at arabası durdu. Hiç kıpırdamadan, sessizce işimi görüyordum. Arabacı nefret dolu bir sesle ‘Seni haddini bilmez, buruşuk o... çocuğu! O kirlettiğin, Sefiller’in yazarı Victor Hugo’nun duvarıdır!‘ dedi.
İşte, hayatımda duyduğum en iltifat dolu söz buydu.” (Durmuş Odabaşı, Habertürk)

*30/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.