13 Ocak 2021 Çarşamba

Sordun, Olmaz! *

Bu ülkede kimi zaman doğal kimi zaman da suni krizler çıkar ya da çıkarılır. Bu krizler bir müddet gündemi işgal eder, çözülür veya çözülmez sonra gündemden düşer. Çünkü fazla devam etmesinin bir anlamı yoktur. Zira bu vesileyle ya gündemden bir şeyler saklanmıştır ya da istenen olgu oluşturulmuştur. Kimi krizler bir daha gündeme gelmezken kimisi de ısıtılıp ısıtılıp tekrar önümüze konur. Bir krizimiz var ki değişmeyen kaderimizdir bu. Bunun adı ekonomik krizdir. Bu kriz bizi belirli periyotlarla yoklar. Her gelişinde de bazılarını ve fırsatçıları ihya etse de orta ve dar gelirliyi bitirir. Elinde avucunda ne varsa alır götürür.

Böyle bir kriz öncesi, ayağımı yerden kesecek LPG'li bir arabanın sahibi oldum. Hükümet, krizi aşmak için LPG'li araçlara medet bağlamış. Benzin ve dizel araçların dört katı MTV düzenlemesine imza attı. Bu karar, Anayasa Mahkemesinden döner düşüncesiyle çoğu LPG'li araç sahibi bu vergiyi yatırmadı. Ne olur ne olmaz, sonrasında bu katmerli verginin bir de faizini ödemeyeyim endişesiyle gidip gününde yatırdım. 

Bir duydum ki MTV'yi katmerli yatıranlar, dilekçe verdikleri takdirde Anayasa Mahkemesi ilgili düzenlemeyi iptal ettikten sonra fazla ödemelerini geri alabileceklermiş. Anayasa Mahkemesinin iptal kararları geriye işlemez ama bir umut deyip dilekçe yazmaya karar verdim. 

Dilekçe yazacaktım ama dilekçeyi kimin adına verecektim. Çünkü arabanın kaydını üzerime alamamıştım. Ne var ne yok, tüm artırdığımı bu eski modele vermiştim. Dilekçeyi kendi adıma mı vereyim, onun adına mı? Kendi adıma versem, araç üzerime kayıtlı değil. Arabanın resmi sahibinin adına versem, o kişiyle aynı ilde yaşamıyoruz. İlgili resmi kurum müdürünün yanına girip bu durumu izah ettim. Müdür bana “Arkadaş, bize bu durumu izah etmeden gelip dilekçe verseydin, kimin adına versen kabulümdü. Siz dürüstçe açıkladınız. Bu durumda olmaz" dedi. 

Müdür nezdinde dürüst olmam, dilekçemin işleme konmamasına sebep oldu. Gerçi katmerli vergiyi Mahkeme iptal etti. Dilekçe verenler de fazla ödemeyi geri alamadı. Üzerine bir bardak soğuk su içip hayatlarına devam ettiler. Bu vergiyi yatırmayanlar ise haliyle karlı çıktı.

*

2000’li yıllarda Adana’dayım. Aracımın muayene zamanı geldi. Günü geçtiği zaman faiz işlemese de bir kontrolde polisin aracımı bağlama durumu vardı. Yol bilmem, yolak bilmem, nereye gideceğim bilmem. Tanıdığım bir polise durumu söyledim. “Boş ver, binmeye devam et. Muayene yaptırmana gerek yok. Polis yakalarsa benim adımı söyle, yeterli” dedi. Abi, sağ olasın ama ben kaçak köçek işleri sevmem. Şunun muayenesini yaptıralım, dedim. “O zaman ruhsatı ver, ben hallederim,” dedi. İstasyon görevlileri, “Aracı bari görelim” demişler. Tanıdığım arabayı götürüp getirdi. Ödediğim cüzi miktar parayla aracım muayene edilmiş oldu.

Bir sonraki muayene zamanı geldiğinde tanıdığım polise tekrar yük olmaktansa bu sefer kendim yaptırayım dedim. Araç muayene istasyonunun yerini öğrenip gittim. Arabama bakılmadan aracımın muayenesi yapıldı. Ödemeyi yaptıktan sonra memur şurayı imzala diye önüme bir evrak uzattı. İmzalayacağım yerde ismim yoktu. Arabanın önceki sahibinin adı vardı. Çünkü hala aracı üzerime almamıştım. Polise, isim benim değil ama dedim. Polis bana, “Sordum mu? İmzala şurayı” dedi. Haklıydı adam. Sormamıştı zira. Şom ağızlığım, neredeyse pişmiş aşa su katacaktı. Hiç sesimi çıkarmadan imzaladım. Arkama bakmadan oradan ayrıldım.

Bu anekdottan anladığım, kamuda memura ve amire bir konuda “Efendim, mesele şöyle. Ben böyle yapabilir miyim” demeyeceksin. Çünkü kazara sorarsan zaten cevap hazır: Olmaz. Hazretli, sorarsa ancak o zaman cevap vereceksin. Sormuyorsa, ağzını açmayacaksın ve işini çıkaracaksın. Böyle yapmazsan, maazallah, sonucuna katlanırsın.


*03/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

 


12 Ocak 2021 Salı

Bu Öğretmen Milletinin İşi İş! *

Nagehan Alçı’yı ne okurum ne de TV kanallarına çıktığı zaman takip ederim. Kanalları gezinirken konuşur görürsem, es geçerim. Sayın Alçı,“Okulları kapalı tutarak bir nesli mahvetmek üzereyiz” başlıklı bir yazı kaleme almış. Yazısının içinde geçen “Öğretmenler rahata alıştı sanki” kısmı başta öğretmenler olmak üzere çoğu kimsenin tepkisine neden oldu. Ne demiş diyerek yazısını bularak okudum.

Kadın, baştan sona “Okulların kapalı tutulmasından dert yanıyor. Başka ülkelere göre en uzun süreli okul kapatmanın bizde olduğundan dem vuruyor. Çocuklar markette, her yerde ama okullara alınmıyor. Böyle giderse bir nesli yok ederiz” diyor özetle. Yazının tümüne birden bakarsak haklı bir haykırış var ve tespitleri doğru. Açıkçası bu kadar tepkiyi anlamış değilim. Hele bir cümleye takılıp kalmayı hiç doğru bulmuyorum. Çünkü o cümle yani “Öğretmenler rahata kavuştu sanki” cümlesi, yazıdan çıkarılabilecek bir ana fikir bile değil. Diyelim ki burada öğretmenlere bir sataşma var. Tepki göstereceğiz. “Sayın Alçı, okulların kapalı olmasının müsebbibi biz değiliz. Sizin gibi biz de bekliyoruz. Bunu MEB’e iletin. Bilim Kurulunu aşarak bunu başarabilirseniz bundan biz de memnuniyet duyacağız. Uzaktan eğitim derslerinde verimin ve geri dönüşün olup olmadığını gözünüzle görmek isterseniz, sizi derslerimize misafir kabul etmek isteriz.” şeklinde bir tepki daha şık olmaz mıydı? Eğitimcilere de böyle bir üslubun çok güzel yakışacağını düşünüyorum.

Gelelim çok tepki gösterilen “rahatlık” meselesine…

Bu rahatlık bakış açısına göre değişir. Öğretmenler hem rahat hem değil diye düşünebiliriz. Rahattır. Çünkü soğuk ve sıcakta belli bir mesafe kat etmeden evinden veya bulunduğu yerden okulunca belirlenen ders programına göre dersini veriyor. Bu, rahatlık değil mi? Burada zaman kaybı, fiziken yorulma ve derse yetişeceğim, trafiğe takılacağım telaşesi yok.

Öğretmenler rahat değil. Bunu derken öğretmen tıpkı okuldaki görevini evinde yerine getiriyor. Neler yapıyor?  

1.      Okulunun verdiği haftalık ders programını, EBA’daki “Harici canlı ders ekle” butonunu açarak işleyeceği dersin konusunu, sınıfını, saatini, dersi işleyeceği platformun linkini, şifresini, şubesini, ünitesini ve dersine girecek öğrencileri belirliyor ve kaydediyor. Tüm bunları yaparken sistem arıza verdiği zaman sorunu çözmek için okulların öğretmen grupları geç vakte kadar yazışma yapıyor ve sorunu çözüyorlar.

2.      İşleyeceği dersi öğrencilerine duyurmak için tüm sınıfın veli/öğrenci telefonlarını kaydederek bir iletişim grubu kuruyor, link gönderiyor. Buradan öğrenci ve velileriyle haberleşiyor. Dersine kimin katılmadığını anında veliye bildiriyor. Ödevini buradan veriyor. Dersine sürekli katılamayan öğrencinin velisine ulaşıyor ve niçin katılamadığını araştırıyor. Hepsi olmasa da çoğu öğretmen, planlanan dersinin dışında akşam, zoom üzerinden ilave ders yapıyor.

3.      Dersini saatinde açan öğretmen, tüm öğrencilerinin derse katılımını “Günaydın, hoş geldin” diyerek tek tek karşılıyor.

4.      Öğrenci çözemediği soru için öğretmenine whatsapp aracılığıyla soru gönderiyor, ödevini soruyor. Öğretmenler anında cevap veriyor.

5.      Hafta sonu geldiğinde öğretmen, ben tatilim demiyor. Milli Eğitim Müdürlüklerinin her cumartesi ve pazar günleri, farklı sınıflara yaptığı kazanım değerlendirme sınavlarına öğrencilerinin katılımını sağlıyor. “Şu katılmadı, bu katılmadı, şöyle katılacaksınız, şifreleriniz bunlar…” yazışmalarını yaptığına inanmazsanız, her şeyimizi kaydeden Whatsappa sorabilirsiniz. Sınav bittikten sonra da sınav analizi hazırlamak zorunda öğretmen.

6.      Öğretmenin işlediği canlı dersine, öğrencinin dışında evde olan herkes katılıyor. Yani sınıf mevcudundan fazla kişi dersi dinliyor. Bir öğrenciye soru sorduğunda, öğrenciden cevap alamazsa aynı anda Whatsappına anne, “Öğretmenim, sorduğunuz soruyu çocuğum biliyor. Yalnız mikrofonu bozuk” cevabını alan öğretmen sayısı az değil. Yani ders herkese alabildiğine açık ve şeffaf. Sayın Alçı da bu derslere katılabilir.

7.      Dersini vermeden önce öğretmenin ilgili konusuna hazırlığını, oluşturacağı ders materyalini saymaya gerek yok sanırım.

8.      Evinde işlediği derslerin yanında haftada bir gün de okuluna gidip yapılan toplantıya katılmak zorunda öğretmenler.

9.      Dersi, bire bir öğrencinin okumasına bağlı olan uygulama derslerinde ise öyle öğrenciler var ki “Öğretmenim! Ben ders okumak istiyorum, dersime hazırım. Beni okutmak için müsait misiniz?” mesajı gönderdiğini gecenin 11’inde öğretmenin zoomu açıp öğrencisiyle bire bir ders yaptığını öyle zannediyorum, çoğunuz gibi Nagehan Alçı da bilmiyordur.

10.  Teknik vs nedenlerle dersini işleyemeyen öğretmen, çocukların uygun olduğu bir saatte dersini yapıyor…

Hasılı, yüz yüze öğretimde olduğu gibi dersini ayakta işleyemeyen öğretmen, canlı derslerde de zamanla yarışarak bir koşuşturma içine giriyor ve en az yüz yüze eğitimde olduğu gibi yoruluyor.

Buna rağmen bu aşamadan sonra okulların açılması, çoğu öğrencinin ve öğretmenin işine gelir mi? Doğrusu açılması. Mantık da bunu kabul eder. Ama vücut ve insanların psikolojisi buna hazır mı? Buna pek hazır diyemeyeceğim. Çünkü vücut işe gitmeden evde iş yapmaya alışmıştır. Bu da doğaldır. Malumunuz çoğu öğrenci ve çalışanda pazartesi sendromu olur. Pazar gününden başlar bu sendrom. Pazartesi okul veya işe ölümüne gider ama akşamına alışır. Marttan bu yana bazı sınıf kademelerinin kısa süreli yüz yüze eğitim yapmasının dışında bu ülkede 10 aydır okullar kapalı. Dile kolay. Uzun süre işinden uzak olan öğrenci ve öğretmen elbette ilk etapta zorlanacaktır. Keşke açılsın da varsın tüm zorluk bu olsun.

Bu arada öğretmenlerim! Siz de pek alıngan olmayın. Bugüne kadar Nagehan Hanım’a gelinceye kadar yüz yüze eğitim yaparken bile az mı eleştiriye tabi tutuldunuz? Her şeyin müsebbibi olarak sizler gösterilmediniz mi? Maalesef toplumun bir kesiminde böyle bir algı var. Ağzınızla kuş tutsanız dahi bu kesime yaranamazsınız ve bu algıyı değiştiremezsiniz. Bırakın balık bilmezse Hâlık bilsin.

*13/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

11 Ocak 2021 Pazartesi

Üniversitelerimizi Nasıl Bilirsiniz? *

Boğaziçi Üniversitesine yapılan rektör ataması Türkiye’nin gündemine oturdu. Atanan rektör üzerinden taraflarca olurdu, olmazdı tartışması yapıldı. Boş bir tartışma bana göre. Bu yapısıyla üniversitelerin başına Ali gelse ne olur, Veli gelse ne olur? Bilirim ki bu tartışma bir süre devam eder sonra herkes mevcut duruma alışır gider.

İsterdim ki üniversiteler masaya yatırılsın. Çünkü üniversitelerimiz toplumun beklentilerinden, gençleri mesleğe hazırlamaktan ve Türkiye’nin istihdam alanını gözetmekten, buna göre eğitim-öğretim planı ve bilimsel çalışma yapmaktan, bu ülkeye bir katma değer üretmekten çok uzak. Hatta çoğu üniversite ve çoğu bölümler bu ülkenin sırtında bir kambur.

İsterdim ki üniversitede okuyan öğrenciler arasında, okuduğu bölümden memnun olup olmadığına dair bir memnuniyet araştırması yapılsın. Böyle bir çalışma yapılırsa, yüzde 90’ın üzerinde bir öğrencinin, bölümünden memnun olmadığını görürsek hiç şaşırmayalım. Çünkü istihdam alanı itibariyle birkaç bölüm dışında hiçbir bölüm çocuklara umut vermiyor.

İsterdim ki 20 bin üniversite içerisinde ilk beş yüze giren kaç üniversitemizin olduğu tartışılsın. Görüyoruz ki ilk beş yüzde, otuz yıllık bir geçmişi bile olmayan sadece Koç Üniversitesi var. İlk bine giren üniversitelerimiz arasında sırasıyla Sabancı, Bilkent, Orta Doğu, Boğaziçi, İTÜ, Ankara, Hacettepe ve İstanbul Üniversitesi var. Diğer köklü üniversitelerin sıralamada esemesi okunmuyor. Halbuki çoğu üniversite, rektöründen öğretim görevlisine varıncaya kadar -tepeden tırnağa- tüm personeli belli dini, etnik grup, STK ve düşünceye mensup kişilerden oluşuyor. Buna ahbap çavuş ilişkisi ve beşik ulemalığı da diyebiliriz. Bunların önlerinde akademik çalışma yapmak, bilimsel makale yazmak ve üniversitelerinin itibarını yükseltmek ve korumak için hiçbir engel yok.

İsterdim ki 2020 Mart ayından itibaren bu üniversiteler niçin yüz yüze öğretim yapmıyor, tartışılsın. MEB, “Şu gün açacağım, bugün açacağım, kademeli açacağım, seyreltilmiş eğitim yapacağım, Bilim Kurulunun önerisini bekliyorum…” diyerek verdiği umutlar gerçekleşmese de okullarını açma çabası var. Üniversitelerin böyle bir derdini ben göremedim. Hepsi, 2020-2021 öğretim yılı başlamadan “Biz uzaktan eğitim yapacağız” diyerek köşelerine çekildiler. Herkesin gözü MEB’e bağlı okullarda olduğu için üniversiteler bu uzaktan eğitimi de ne derece yapıyorlar? Bunu bilmiyoruz. Her şeyden geçtim. Mesleği, uygulamaya dayalı tıp, hemşire, ebe, mühendis vs. olanlar, pratik yapmadan ya bir üst sınıfa geçiyor ya da mezun oluyor. Bu kişiler, mesleklerini ne derece sağlıklı ifa edebilecekler, tartışılır. İleride bunlara pandemi mezunu/nesli denirse hiç şaşırmam.

İsterdim ki belli düşüncelere peşkeş çekilmiş ya da parsellenmiş 200’ün üzerindeki üniversitelerimizin, kaçında farklı düşüncede kaç akademisyen var? Hangi üniversite hangi düşüncenin kalesi ya da çiftliği? Belli bir düşünce ve fikrin kalesi olan bu üniversiteler ne derece özgür ve özerk ne derece bilimsel çalışma yapıyor? Adrese teslim öğretim görevlisi almakla, bu ülkede bilim adamı yetişir mi? Üniversitelerin bugünkü durumundan,  her devirde hiç elini çekmeyen siyasilerin payı yok mu? Bunlar tartışılsın. Üniversitelerin bu görüntüsü çok iyi ise aynen devam edelim. Yok, iyi değilse bu hastalığımızdan ne zaman kurtulmayı düşünürüz? Gecikmiş de olsa bunu konuşalım.

Yazımı bitirirken üniversitelerimizin kendini bulabilmesi, bu ülkeye katkı sunabilmesi, bilimsel çalışma yapabilmesi ve itibar kazanabilmesi isteniyorsa, öncelikle şu yolu açmamız lazım: Tüm üniversitelerimiz, her düşüncedeki insanın, bileğinin hakkıyla akademisyen olabileceği yerler olabilmeli. Hiçbir üniversitemiz belli bir düşüncenin kalesi olmamalı. (Mevcut çöreklenmenin önüne geçmek için belli bir süre bir üniversitede görev yapan öğretim görevlilerine rotasyon getirilebilir.) Üniversitelerin yönetim kadroları da birilerine ulufe dağıtılan yerler olmaktan çıkarılmalı. Öğretim görevlilerine de bilime hizmet ve bilimsel çalışmaya teşvik amacıyla yazdığı makale ve alanında yaptığı bilimsel çalışmalara göre performans sistemi getirilebilir.

*15/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.