13 Eylül 2020 Pazar

Niyetimiz Üzüm Yemek Olmalı *

Türkiye ve dünyada ne kadar tarikat var, bilmiyorum. Bildiğim, irili-ufaklı çok sayıda olduğu. Göz önünde, herkesin bildiği geçmişten günümüze gelen bazı tarikatlar olsa da adı, sanı pek duyulmamış tarikatların adını, müntesipleri bilse de kamuoyu onları bir olaya adı karıştıkları zaman öğreniyor. 

Konu Türkiye gündemine düşünce kamuoyu, meselenin aslını astarını öğrenmeden soluğu kutuplaşmada alıyor. Kimine göre bu tarikatlar,

*"İslam'a ve topluma zarar veriyor. Bunlar uluslararası istihbarat örgütlerinin emrinde. Bunların köküne kibrit suyu döküp yok etmek gerekir".

*”Laik bir ülkede bunlara yer yoktur. Bunlar devrim yasalarıyla yasaklanmıştır. Devlet bu konuda görevini yapmalıdır. Çünkü bu ülke dervişler, şeyhler ülkesi değildir. Bu görüntü ve yaşayış çağdaş Türkiye'ye yakışmıyor".

*”Tarikatlar İslam'ın çimentosudur. İslam'ın kendisidir. Ehlisünnetin kalesidir. Tarikatlar yok edilirse İslam gider. İslam'da bu yapılara yer vardır. Hz Ebu Bekir ve Hz  Ali vasıtasıyla bu yapılar peygambere kadar gider. Tarikatlar geçmişte İslam'ın Anadolu'da, Balkanlarda ve Afrika'da yayılmasında önemli bir rol ve misyon üstlenmiştir. Günümüzde ise insan eğitimine önem vermekte, insanları terbiye etmektedir. Tarikatlar üzerinden yapılan bu tartışma ve bu yapılara yapılan saldırılar, İslam'ın kendisi olan tarikatları yok etmeye ve itibarsızlaştırmaya yöneliktir. Uyanık olmak lazımdır. Hakiki ve sahte olanı ayırt etmeden hepsini aynı kefeye koymak iyi niyetle bağdaşmaz". 

*”Yasal statüye kavuşturulmalı. Bu yapılar şeffaf olmalı. Kuracağı bir mekanizma ile devlet, bu yapıları denetlemeli”.

*”Eskiden önemli rol üstlenmiş bu yapılar asli hüviyetine çekilmeli; ticaret, siyaset ve kamuda kadrolaşmaktan arındırılmalı”.

*”Hepsi FETÖ’nün yolundan gidiyor. Aynı akıbete duçar olmadan tedbir almak lazım”.

Yer verdiğim bu örneklerden hareketle toplumun bir kesimi, bu yapıları zararlı görüp kapatılmasını savunurken bir kesimi de faydalı görüp devamını savunduğu görülmektedir. Bir kesim daha var ki toplumsal vakıayı göz önünde bulundurarak bu yapıların şeffaf ve denetlenebilir bir statüye kavuşturulmasını istiyor.

Bir tarikat şeyhinin bir vukuatı üzerinden yapılan bu konuşmalar bir vuzuha kavuşmadan bir müddet sonra yerini başka gündeme bırakacak. Ta ki yeni bir vukuata kadar konu, buzdolabında bekletilecek. Çünkü savunma ve saldırma refleksi bu meseleyi bugüne kadar hep çözümsüz bırakmıştır. Belki de tarafların istediği bu. Halbuki mesele bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olmalıydı.

Ben savunan ve saldıran tarafta değilim. Bu yapıların çoğu görüşlerini, işleyişlerini ve verdikleri görüntüleri tasvip etmesem de bu yapıların bir ihtiyaçtan ortaya çıktığını ve sosyal bir tabanının olduğunu düşünüyorum. İhtiyacı ortadan kaldırmadan resmiyette yok kabul edilse de merdiven altı veya başka statülerle bu yapılar yoluna devam edecek. Bu tezimi ispatlamak için çok uzağa gitmeye gerek yok. Yakın tarihte dershanelerin kapatılması konusu bile bize bu konuda bir fikir verir. Hepsi, kurs veya etüt merkezi şeklinde devam ediyor ve dünün dershane işlevini yerine getiriyor. Merkezi sınav sistemi olduğu müddetçe bu ihtiyaç da devam edecek ama resmi ama merdiven altı. Tarikatlara verilecek yasal statünün sorunu en aza indireceğini düşünüyorum.

Tarikatları denetleyecek ve çekip çevirecek bir üst çatı olmadığı müddetçe sahtesi-hakikisi yoluna devam edecek. İşin garibi hangisi sahte hangisi hakiki, bunu tespit etme imkanı da yok. Her oluşum kendini fırkayı naciye olarak görüyor. Ne zaman ki bir tanesinde bir olay patlak verince “Onlar zaten sahte şeyh idi” deniyor. Halbuki eğrisi-doğrusu halka bırakılmadan ve testi kırılmadan tedbir alınmalı diyorum.

Yazıma son verirken kafamı kurcalayan bir konuya kısaca değinmek istiyor ve ilgililerinden cevap bekliyorum. Günümüzde, ama tarikat ama cemaat olarak yoluna devam eden bildiğim ne kadar oluşum varsa şeyhleri vefat edince yerine ya oğlu ya damadı ya kardeşi ya torunu vs. geçiyor. Bunun bir hikmeti var mı acaba?

* 16/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

7 Eylül 2020 Pazartesi

Devlet Yalan Söyler mi? *

"Bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz"e yalan denir. Gerçeğin bir kısmını söyleyip bir kısmını söylememek de bir nevi yalandır. Yalanın her türlüsüne ya korkudan dolayı ya dezenformasyon amaçlı ya bir algı oluşturmak ya adaleti ve gerçeği yanıltmak gibi nedenlerle başvurulur. 

Yalanın her bir çeşidi kötü ve asla tasvip edilmese de bazı yalanlar vardır ki telafisi mümkün olmayan onulmaz yaralar açmaktadır.

"Savaşta düşmanı yanıltma, hastaya moral verme, karı koca arasını bulma ve iki dargın insanı barıştırmak dışında, gerçeğe aykırı olan her tür bilgiyi yayanı, toplum olarak yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren bile sevmez. En hafifiyle "Doğru söyle" diyerek tepkimizi ortaya koyar ve "En nefret ettiğim şey yalandır" deriz. 

Yalan konusunda toplum olarak duyarlı olsak da yalansız günümüzün geçmediği de aşikardır. Yeter ki bir konuda zor durumda kalalım. Maalesef yalanlar karşılıklı olarak havada uçuşmaktadır. 

Toplum tarafından tasvip edilmeyen yalanlara bireyler zaman zaman başvursa da devlet adına iş yapan devletin kurumları veya yetkilileri de bazen başvurabiliyor.  Devlet yalan söyler mi? Bu konuda maalesef devletin sicili de pek iyi değil. Devleti yönetenler de içimizden birileri olduğuna göre maalesef yalan söyleyebiliyor. Birkaç örnek vermek istiyorum:

1986 yılında Çernobil faciası olduğunda devletin Sağlık Bakanı ekranlara çıkıp çay içmiş ve "Bakın, ben çay içiyorum. Ürünlerimizde radyasyon tehlikesi yok" demişti. Sonraları, radyasyondan etkilendiğimiz ortaya çıktı.

Her ayın üçünde enflasyon rakamları açıklanır. Açıklanan rakamlara toplum inanmıyor. Hoş, verileri açıklayan yetkilinin de inandığını düşünmüyorum. Çünkü reel hayat başka türlü cereyan ediyor.

Sağlık Bakanının koronavirüs dolayısıyla her akşam açıkladığı ölüm, iyileşme ve testi pozitif çıkanlarla ilgili verdiği verileri, halkın kahir ekseriyeti  ikna edici bulmuyor, özellikle ölümlerin gerçeği yansıtmadığını düşünüyor.

Kamuya eleman alımında ve görevde yükselmelerde ehliyet ve liyakat esas iken bu kıstaslara göre alımın yapıldığı açıklansa da bunun böyle yapılmadığı cümle alemin malumudur.

Kamuya ait ihaleler her ne kadar şeffaf ve en uygun teklifi veren kişi veya firmada kalsa da bunun böyle olmadığı, ihalenin kitabına uydurulduğu ve adrese teslim yapıldığı maalesef bilinen gerçeklerdendir.

Yalan söyleyen ister vatandaş ister devlet olsun yalan söylemeyi yani doğru söylememeyi meslek haline getirirse itibarı zedelendiği gibi güvenini de kaybeder. Bu aşamadan sonra doğru söylese hatta yemin etse bile kimse inanmaz. Çünkü inandırıcılığını kaybetmiştir. Tıpkı "Koyunlarınızı kurt kaptı" diye şaka yapan çobanın durumuna benzer. Çoban bu şakayı o kadar çok yapmış ki bir defasında kurt gerçekten koyunları kapmış. Çobanın yardım istemesine köylü, "Çoban yine yalan söylüyor" düşüncesiyle cevap vermemiş. Çünkü çoban, halkın kendisine verdiği krediyi hoyratça kullanmış ve tüketmiştir.

Hasılı çobanın durumuna düşmemek için kişiler ve devleti yöneten yetkililer, yalan söylememe, doğru bilgi verme konusunda özellikle devlet, azami gayret göstermelidir. Çünkü devletin, vatandaşını doğru bilgilendirme gibi bir görevi de vardır.

*11/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

6 Eylül 2020 Pazar

Yetmedi mi Dinden Ekmek Yediğimiz? *


Bir toplum içinde yaşayan bireylerin içerisinde kanmaya, kandırılmaya ve aldatılmaya müsait kişiler, namzetler ve müşteriler olduğu müddetçe o toplumda kandıranlar, aldatanlar ve satıcılar da olacaktır. Aldatıcılar boşa kürek çekmezler. Piyasada ne giderse onu satarlar. Yeter ki alıcısı bulunsun. Yeter ki at koşturabilecekleri bir boşluk ve ortam bulsunlar.
Devlet nezdinde resmiyette yok, fiiliyatta var ve merdiven altı çalışmalar var. Devlet bunları yok kabul eder, bunlara karşı kafasını kuma gömer ve bunlara karşı tecahülüarif sanatını icra ederse bunun sonu, hep bu merdiven altına güvenenlerin mağduriyeti olmuştur ve yeni mağduriyetler üretmeye devam edecektir.
Bir toplum içerisinde toplumun kendisinden oluşan devlet denen örgütlenme, vatandaşını koruyup kollama görevini yapmaz, vatandaşına imkanlar sunmaz; kimin eli kimin cebinde demez, gerekli denetimi yapmaz ise birileri kapalı kapılar ardında iş çevirir ve bu ülkenin başına çorap örer.
Devlet yönetmeye talip olan veya devleti yöneten siyasi partiler bir oy uğruna, resmiyette kabul etmedikleri yapılara göz yumar, onlarla dirsek temasını hiç eksik etmez ise birileri yanlamasına, diklemesine gelişir ve yayılır. Siyasiler sayesinde bu yapılar devasa bir güç olurlar. Bu yapılar bir müddet sonra bir başkasının emrine girerlerse bu tür yapılar okunu bu ülkenin kalbine nişan alır.
Bir ülkenin halkı, bir konuda özellikle dini konularda yeterince ve düzgün bilgi sahibi olmaz, dinin cahili olursa, bunlara dini öğretmek isteyen birileri daima karşılarına çıkar. Laf cambazı, derviş görünümlü bu kişiler; Allah, peygamber, din, iman, ayet, hadis diyerek halkasını kısa zamanda genişletirler. Halka genişledikçe bu saadet zinciri bir şekilde devam ettirilir. Çünkü bu milletin yumuşak karnı dindir. Birileri Allah, peygamber dedikçe kurtuluş reçetesini almak için aklımızı ve beynimizi, vardır bir hikmeti diye teslim ederiz. Farkına varmadan bir müddet sonra mankurtlaşırız ama ne hale düştüğümüzün farkına bile varamayız.
Aldatmaların her türü kötüdür ama en kötüsü din ve diyanetle aldatmaktır. Çünkü bu tür aldatmada Allah ile aldatmak vardır. Din alanında yapılan her aldatma aynı zamanda dine de zarar vermektedir. Kalbinde zerre Allah korkusu olan ve tüm yaptıklarının ahirette hesabının sorulacağına inanan biri, insanları Allah ile aldatmaz. Eğer aldatıyorsa bu kişinin Allah ve ahiret hayatına dair olan inancı problemlidir. Niyeti, cenneti bu dünyada yaşamaktır. Nitekim hep öyle oluyor. Bu tür aldatıcılar bir eli yağda, diğer eli balda, yaşayıp gidiyorlar.
İnsanları dinle aldatan derviş görünümlü kişilere kızıyorum. Keşke insanları aldatacak başka argümanlar bulsalar diyorum. Ama en fazla da dinin ticaretini yapan bu din bezirganlarına inanıp onların arkasından giden sürülere kızıyorum. Bu konuda yazıp çizeceklerimi genç bir kalem ve düşünen bir beyin, nefis bir şekilde ifade etmiş. Bu kardeşimin yazısının üzerine söz söylemeyeceğim. Aynen aktarıyorum:
“Malum sapık şeyh olayıyla ilgili çok şey yazılıp çiziliyor. Kimi, bu mesele üzerinden dine saldırıyor, kimi neden yeterince tepki vermiyorsunuz, diyor. Genel olarak herkes bu esfeli suçluyor. Şimdi bu adam sapık. Hepimiz hemfikiriz.
Peki, ya bu adamı bu hale getirenlere, ona musallada yatan meyyit gibi teslim olanlara, her dediğini ve her yaptığını hayra yoranlara, İslam’a mugayir hareketlerini durmadan tevil edenlere, şeyhini peygamberle eşdeğer tutanlara, bir tarafı açıkken yatıp gördüğü rüya üzerinden şeyhini uçuranlara, şeyhini ailesinden üstün tutanlara, şeyhi zenginlik içinde yüzerken verdiği riyazet mavallarına ağlayanlara, şeyhimin nefsi yoktur diyerek kadınlarla oturup kalkmasına ses etmeyenlere, şeyhim her yaptığımı görüyor diyerek ona tapanlara; hasılı şeyhlerinin sapıklıklarına sapıkça inananlar ve destek verenlere ne demeli?
Ben bir şey diyemiyorum. Sadece ibretle izliyorum. Bir de emin olun bu adam gibi ve hatta daha fenasından Türkiye’de yüzlercesi var.
Bu yazıyı okuyup ‘acaba benim şeyhim/hocam da öyle mi’ diyerek tereddüt edip ‘yok canım, bunlar şeytanın vesveseleri’ deyip şeyhinin/hocasının peşinden gidecekler o kadar çok ki…
Sorgulamayacaklar. Çünkü sorgulamak onlara dinden çıkmak gibi öğretildi.
Mensuplarına “Şeyhini zina ederken görürsen ne yaparsın” diye soruluyor bir örgütte. Tahmin edin ideal cevap ne: Gusledecek suyunu hazırlarım.
Bir diğer soru: En sevdiğin kim?
El cevap: Oğlumdur.
Sorunun devamı: Hocanın, oğlunu kestiğini görürsen ne yaparsın?
İdeal cevap: Kanlı ellerini yıkaması için su getiririm.
Emin olun bu yazdıklarım, aysbergin görünen yüzü. Daha neler var neler!
Rabbim hepimizi ıslah etsin.” (Mustafa Necadettin Aktaş)

*07/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.