7 Mayıs 2020 Perşembe

Kişiler mi Kurumlar mı? ***

Kurum, kuruluş ve devlet, seçilmiş ve atanmış kişiler eliyle yönetilir. İster atanmış ister seçilmiş olsun makamların tüzel kişiliği baki olmakla beraber makam sahipleri gelip geçicidir. Çünkü mahkeme kadıya mülk değildir. Seçilmişler bir erken seçim olmazsa beş yıllığına seçilirler. Tekrar seçilirlerse bir beş yıl daha yönetirler. Atanmışların makamlarda durma süreleri de seçilmişlerin tasarrufuyla orantılı olarak değişir. Kimi kısa süre görev yapar kimi de uzun süre. Ama eninde sonunda bir nöbet değişimi olur. Bu makamlar kişilere emanettir. Görevlerini de bu emanet çerçevesinde yerine getirirler. Emanetçi olmak demek sürekliliği esas olan hizmete aracılık etmek demektir.

Atamaya yetkili kişilerde veya seçilmişlerde zaman zaman gördüğüm bir durumu burada işaret etmek istiyorum. Seçilmiş makam sahipleri ne zaman bir iş, bir hizmet yapmış olsalar veya hediye vermiş olsalar kendi isimlerini ön planda tutarlar. İşin, hizmetin veya hediyenin altına isimlerini yazdırır veya zikrettirir. Bu durumu siz nasıl karşılıyorsunuz bilmiyorum ama bana garip geliyor. Bana göre kişiden ziyade kurumlar ön planda olmalıdır. Çünkü yapılan iş ve hizmet veya dağıtılan hediye devlet imkânlarıyla karşılanmaktadır. İsmi yazılı kimsenin cebinden çıkmıyor. Para devletin kasasından çıktığına göre makam sahibine değil, kuruma öncelik vermek gerekir diye düşünüyorum.

Ne fark eder demeyin veya bahsedilen iş, hizmet veya hediye makamda oturan sayesinde oluyor, bunu da göz ardı etmemek lazım diye düşünebilirsiniz. Kurum, kuruluş veya makam yerine kişinin ismine yer verilmesinde ben reklam kokusu alıyorum. “Bunu ben yaptım, bunu göz ardı etmeyin. Ben olmasaydım bu hizmete kavuşamayacak, bu hediyeyi elde edemeyecektiniz. Bu iyiliğimi asla unutmayın” demektir bu. Devlet imkânlarını kullanarak bedava reklamını yapmaktır bu.

Kişinin ismine yer verilmese, insanlar o hizmetin kim tarafından yapıldığını veya hediyenin kim tarafından takdir edildiğini bilemeyecekler mi? Bilirler elbet. Çünkü hangi kurum ve kuruluşun veya makamın başında kimin olduğunu insanımız çok iyi bilir ve yapılan hizmeti de daima takdir eder. Bu durumda isme yer verilmesi zait bir durumdur. Hal böyle iken yöneticilerimizin tevazuu elden bırakmamasında ve kendilerini geri planda tutmalarında fayda vardır. Yaptıkları hizmetten dolayı kendisine teşekkür edenlere de “Bu hizmeti yapmak bana nasip oldu” cevabı tevazu sahibi olmanın bir gereğidir.

Her nerede olursa olsun herhangi bir hizmetin ifasında veya bir hediyenin takdiminde isimlerin ön plana çıkmasını(yazılmasını) ben, hala kurumsallaşamadığımızı çıkarıyorum. Halbuki kişileri değil, kurumları öncelememiz lazım. Kurum kültürü de böyle oluşur. Öyle bir kültür oluşturmalıyız ki bir hizmet kişiye bağlı yürümemelidir. Kişi gitti mi o hizmet sekteye uğramadan, kişiden sonra da kaldığı yerden devam etmelidir.

Unutmayalım ki kişiler bir koltukta oturdukları müddetçe kendilerini değil, devleti temsil ederler. Bu da görev süreleriyle orantılıdır. Yani gelip geçicidir. O zaman oturduğumuz yerde kendimizi değil, devleti temsil etmemiz gerektiğini hiç hatırdan çıkarmayalım.

***14/05/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Bu Göbeği Erit de Göreyim! *

Salgın dolayısıyla;
Yasaklarla tanıştık. Daha önce yaptığımız birçok davranışımızı yapamaz olduk.
Temizliği öğrendik hem de paranoyak seviyesinde. Yıkadığımız yeri bir daha yıkıyoruz. Olur olmaz her şeye dokunamaz olduk.
Camiyi, cemaati, cumayı unuttuk.
Kimseye ziyarete gitmiyoruz, kimseyi evimize kabul etmiyoruz.
Tokalaşmıyoruz, sarılmıyoruz. 
Sosyal mesafeyi öğrendik. Eskisi gibi insanlarla laubali değiliz. Tanışmak için bir nerelisin bile diyemiyoruz.
Maske takar olduk. Sokak ve caddeye çıkınca, alışveriş için bir işyerine girince, biriyle karşılaşınca, kalabalık bir ortama girince hemen maskemizi geçiriyoruz yüzümüze. Gördüğüm kadarıyla maskesi olmayan yok. (Sosyal medyada maskem yok, maskem gelmedi diyenlerin gerçekten maskeleri yok mu?)
Her akşam anlatıla anlatıla hepimiz koronavirüs üstadı olduk. Bir yere dokunduğumuzda, alışveriş yaptığımızda, dışarıya çıkıp girdiğimizde ne yapacağımızı çok iyi biliyoruz: Lavaboya marş marş!
Ölümü burnumuzdan soluduğumuzdan hayat pahalılığına ve paramızın her gün değer kaybetmesine aldırmıyoruz bile. Sağ kalırsak bir ara düşüneceğiz.
Evlere kapandık, sıkılsak da çıkmıyoruz.(Kurallara uyanlar için)

Hasılı virüs kapmamak, postu deldirmemek ve normal hayata bir an evvel adım atmak için her şeyi yapıyoruz. Bunların hepsine eyvallah! Herkes için söylemiyorum ama iki aydır evden dışarı çıkmayanları bekleyen büyük bir tehlike var. Daha doğrusu ortaya çıkan bir durum var: Kurallara uyup evden çıkmadılar ama göbekleri kural dinlemedi, dışarıya çıktı. Çıkan bu göbek nasıl geri çekilecek, vücut nasıl eski halini alacak? Bunun için epey bir efor sarf etmeleri gerekecek. Göbeği eritmek için bazıları günlük yürüyüş programını devreye sokacak. Bazıları soluğu diyetisyende alacak, sıkı bir rejim uygulayacak. Kimi de ekmeği bırakacak. 

Göbeğini sorun görenler, bu dertten nasıl kurtulacağım diye kara kara düşünürken bazıları da "Göbeğin çok kötü olmuş" diyecek. İşin yoksa bu tiplere cevap ver dur. Çünkü her karşılaşmada değişmez konu senin göbek olacak. Onlara ne cevap verirsen ver, sana söyleyecekleri "Az ye...yemeği azalt...ekmeği bırak...spor yap..." olacak. Çevren, seni ücretsiz muayene eden ve sana tedavi öneren diyetisyenden geçilmeyecek. Sanki akıl danışan var onlara. 

Hasılı aldık başımıza belayı. Obezdik zaten, iyice obez olduk.  Geldi mi, kolay kolay gitmez vücuttan. Çünkü tıpkı virüs gibidir obezlik. Bugünden yarına bu işin üstesinden gelin de göreyim...

*09/05/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

6 Mayıs 2020 Çarşamba

Bir Din Bilgini Profili ***

Nice akademisyenler bilirim, çoğu sahasında yeterli değil. Yeterli ise de satıcılığı yoktur. Satıcılığı varsa da kibrinden yanına varılmaz. Tüm bilgileri, kendilerinden bir şey koymaktan ziyade öncekilerin bilgilerini nakletmekten ibarettir. Nice makam sahipleri bilirim, gücünü koltuğundan alır. Koltuğa otururken dağları ben yarattım gibi oturur. Koltuk altından gidince esemesi okunmaz, yok olur gider. 

Bahsettiğim akademisyen ve koltuk tipleri bir şey üretmez. Övmeyi ve övülmeyi pek severler. Ömürlerini kendilerini koltuğa getirenleri övmek ve savunmakla geçirirler. Övüp savunacak ki koltuğu yoksa kendisine koltuk verilsin. Koltuğu varsa koltuğu sallanmasın ya da daha üst makamlara göz kırpsın ve daima mukarrabünden olmaya devam etsinler.

Akademisyen olmuş ve bir koltuğa layık görülmüş niceleri de vardır ki altlarında koltuk olsa da koltuk altlarından çekilse de kalitelerini daima konuştururlar. Varlıkları, söz sahibi olmaları ve adlarından söz edilmesi koltuğa bağlı değildir. Çünkü kendilerini yetiştirmiş ve kişilikleri oturmuş kişilerdir bunlar. Nerede olurlarsa olsunlar, saygınlıkları devam eder ve sözleri dinlenir. Sayıları az olsa da var böyleleri. Mehmet Görmez bu tip akademisyen ve koltuk sahiplerinden biridir.

Sayın Görmez Diyanet İşleri Başkanı olarak atandığında, oturduğu koltuğun hakkını tam verenlerden oldu. Koltuğundan güç almadı, koltuğuna güç verdi. At sahibine göre kişner misali teşkilatta ağırlığını hissettirdi. Döneminde Diyanete güven geldi, hutbelere kalite getirdi. Konuşması can kulağıyla dinlendi. Nabza göre şerbet vermedi. Doğru İslam'ı, güzel bir üslupla anlattı. Laik, anti laik, aklıselim herkesin gönlünü kazandı. Görev süresi devam ediyorken itibar kazandırdığı ve yakıştığı koltuğa yapışıp kalmadı, kendi isteğiyle ayrıldı.

Koltuğu bıraktıktan sonra köşesine çekilmedi. Kaldığı ve durduğu yerden mesaj vermeye devam ediyor hala. Yeter ki bir meseleyi dert edinsin. Mesajını kah video vasıtasıyla iletiyor kah televizyon kanalına çıkarak veriyor. Konuşurken boş konuşmuyor, dolu dolu konuşuyor. Konuştuğu kelime ve cümleleri seçerek ve tartarak ne konuştuğunu bilerek konuşuyor. Yerinde tespitlerini usturuplu sözlerle ifade ediyor.

Kendisini ne zaman dinleme imkanı bulsam konuşmalarında rol yok, samimiyet var. Kibirden eser yok. Bir bilim adamına yaraşır şekilde vakar ve tevazu var. Mesajını normal ses tonunda veriyor, bağırmıyor. Türkiye'ye ve Müslümanlara yol gösteriyor. Bir konuda nasıl bir duruş sergilememiz, ne yapmamız ve ne şekil bir tavır almamız gerektiğini kırmadan dökmeden, kişiselleştirmeden ve kimseyi suçlamadan beliğ bir şekilde ifade ediyor. Her konuşması yüreklere dokunuyor. Bu yüzdendir ki her kesim kendisini can kulağıyla dinliyor, tepki göstermiyor ve kendisine saygıda kusur etmiyor.

Kendisi, bir olayı açıklarken ya da bir problemi çözmeye çalışırken meseleyi kişiselleştirmiyor ve kendinden söz edilmesini istemiyorsa da ben bu yazımda kendisini konu edindim. Çünkü âlimdir nazarımda, bir bilim adamıdır, bir din bilginidir. Türkiye'nin bir değeridir. Nezaket erbabı beyefendi bir kişiliktir. Duruşuyla, görüntüsüyle, kendiliğinden aldığı inisiyatifleriyle mesaj yüklü biridir. Herkese saygı gösterdiği kadar herkesten saygı gören bir kişiliktir. Allah kendisinden razı olsun, sayılarını çoğaltsın.

***09/05/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.