1 Nisan 2020 Çarşamba

Dert Ortağım

Bir görüşme nedeniyle evimden en son 16 Mart günü çıkmıştım. (Sanki sordunuz da) O günden bu yana ne çarşı bilirim ne pazar. Ne arayanım var ne de soranım. Ne kimseyi ziyaret ettim ne de evime ziyaretçi geldi. Ekmek biterse fırına, çok zaruri bir ihtiyacım ortaya çıkmışsa, market ayrımı yapmadan en yakın markete gidip geldim.

Eve kapanmamın ilk haftasında gittiğim market de son gidişim oldu. Oğlan ihtiyacımı alıp geliyor, istediklerimi mutfağa koyuyor, bizimle görüşmeden evinin yolunu tutuyor. Hasılı evlendirip baş göz ettiğim çocuklarımı dahi göremiyorum. Evde hapisim anlayacağınız. Tıpkı evde kal uyarısıyla evine kapanan çoğunuz gibi.

Evde otururken şimdi evde hapis cezası almanın tam zamanı diyorum bazen. Nasılsa ben de evdeyim, herkes de evinde. Hazır eve kapanmışken bu vesileyle cezamı çekmiş olurdum. Daha neler aklıma geliyor neler! En normali de verdiğim bu örnek.

Anlayacağınız dertliyim. En büyük dert ortağım, yol arkadaşım ve sırdaşım, günde en az üç kez, içinde çay demlediğim çaydanlıktır. Pek çay içmeyen çocuğum da çaykolik oldu. Dolduruyorum çaydanlığın içini suyla. Koyuyorum ocağın üstüne çaydanlığı. Yakıyorum altını. İşe gidecekmişim, acele işim varmış gibi açıyorum ocağın alevini. Fokur fokur kaynatıyorum suyu. Demliyorum çayımı.

Çayımı biraz dinlenmeye bırakıyorum. İyice demlendikten sonra oturuyorum çaydanlığın yanına. Doldurup doldurup içiyorum. İçtikçe efkarım dağılıyor. Ta ki çaydanlıktaki çay bitinceye kadar. Ne çaydanlığım yaktın, kaynattın, pişirdin beni diyor ne içtiğim çay; yeter artık, bırak içmeyi diyor ne de midem, of! İçim dışım çay oldu diyor. Bugünlerde damarlarımı kesseniz kan yerine, çay akar anlayacağınız.

Görünen o ki evde zorunlu ikamet devam ettiği müddetçe çaydanlık, çay ve ben birbirinden ayrılmaz muhteşem üçlü olmaya devam edecek. En iyi dost zira çay bu aşamada. Umarım bu mecburi olağanüstü hal çok uzun sürmez, ülke selamete çıkar, ben de sağ salim dışarı çıkarım, herkes gibi.


Yardımlar, Gerçek İhtiyaç Sahiplerini Bulur mu? **


Malumunuz bugünlerde başımıza tebelleş olan bir salgınla boğuşuyoruz. Her geçen gün artan gözle görünmez bu mikrobun bugünden yarına gideceği de yok. Her gün yapılan testlerle bu virüse kapılanların sayısı da bir o kadar artıyor. Aynı şekilde bu amansız hastalığı atlatamayıp ölüme yenik düşenlerin sayısı da artıyor.

Dünyanın aciz kaldığı, birçok ülkenin sağlık sisteminin çöktüğü bu virüsü kapmamak, başkasına bulaştırmamak için yetkililerin uyarılarıyla evlerimize kapandık, ilden ile hatta ilçeden ilçeye çıkışlar bile mülki amirin iznine bağlı hale getirildi. Salgının hızı kesilmez, artmaya devam ederse kısmi sokağa çıkma yasağının sınırları genişletilerek belki de tüm ülkede sokağa çıkma yasağı ilan edilecek. Bakkal, marketler ve fırınlar dışında birçok sektör iş yerini açmayacak şekilde geçici olarak kepenk kapattı. İşin ciddiyetinin farkına varamamış ve “Bize bir şey olmaz” diyen az sayıdaki insan dışında ve işi gereği dışarıya çıkmak zorunda olan insanlarımız dışında herkes evine kapandı.

Eve kapandık ama ne yiyip ne içeceğiz? Haydi diyelim ki kamu sektöründe çalışanlar çalışmadığı halde şimdilik maaşlarını almaya devam ediyorlar. Özel sektörde çalışanlar ne yapacaklar bu durumda? Şimdiden işini kaybeden, evine ekmek götüremeyen ve kazancı, günlük çalışmasına bağlı insanlarımız var. Bunlar ne yiyip ne içecekler, ihtiyaçlarını nasıl giderecekler? Zaten adı konmamış bir ekonomik krizi yaşıyorduk hepimiz. Bu salgınla beraber bu ekonomik kriz derinleşecek. Şu anda hissettiğimizden daha beterini ilerleyen ay ve yıllarda hissedeceğiz. Bu durumu, ekonomisi sıcak para ve borçlanmaya dayalı, gelir ve gider dengesi yeterli olmayan ülkeler daha zor atlatacaktır.

Ne yapacağız bu durumda? Oturup ağlayacak halimiz yok. Bu çark bir şekilde devam etmelidir. Tüm geliri, alacağı vergiye bağlı olan devlet, şu anda vergi de alamadığına göre milyonları bulan ihtiyaç sahiplerine, sosyal hukuk devleti anlayışı gereği, bütçe imkanları çerçevesinde yardım yapması mümkün değildir. Geriye, zaman zaman başvurduğumuz yardım kampanyası kalıyor. Bunu ister yerinde görelim veya eleştirelim, şu anda başka da seçenek görünmüyor.

Başlatılan yardım kampanyası, gönüllülük esasına dayalı bir kampanyadır. İsteyen katılır, isteyen katılmaz. Kampanyaya katılmayanlardan beklenen, vatandaşın kafasını karıştırmamak olmalıdır. Çünkü kampanyaya yapılan eleştirilerin dozu yükseldikçe zihinler karışacaktır. Elden gelen öğün olmaz, o da zamanında gelmese de başlatılan bu hayır köprüsüne, sessiz kalarak destek olma sorumluluğumuz var diye düşünüyorum. Bu aşamada toplanan paraların tek elden toplanması ve tek elden dağıtılmasını, karışıklığı önlemek ve yardımın her ihtiyaç sahibine ulaşmasını sağlaması yönüyle yararlı görüyorum.

Burada toplanan yardımlar tam yerini buluyor mu ve gerçek ihtiyaç sahipleri tespit ediliyor mu sorusu aklımıza gelebilir. Hatta bazıları, toplanan yardım paraları ahbap-çavuş meselesi yapılıp belli kişilere dağıtılacak endişesini da taşıyabilir, o yüzden yardım etmek istemiyorum diyebilir. Gönül ister ki yardımlar herhangi bir ayrım yapılmadan gerçek ihtiyaç sahipleriyle buluşturulsun. Çünkü düşüncesi ne olursa olsun muhtaçlar bizim ortak derdimiz olmalıdır. Yardımlar yerine gitmeyecek endişesini taşıyanlar için sözlerimi bir hikaye ile bitirmek istiyorum:

”Ünlü bir sporcu, alanında dünya şampiyonu olur. Büyük, paha biçilmez ödülünü alıp adamlarıyla birlikte zafer turu atarken yanına yaşlı bir kadın yaklaşır. ”Efendim, çocuğum çok hasta. Ameliyat olacak paramız da yok, yüklü bir paraya ihtiyacım var,” deyince şampiyon, aldığı ödülü kadına verir. Adam yine zafer turu atmaya devam eder.
Ertesi gün, adamları şampiyonun yanına gelirler. ”Efendim! Yardım ettiğiniz kadının çocuğu hasta değilmiş, üstelik çocuğu da yokmuş. Kadın dolandırıcı imiş, onca parayı da boşu boşuna verdiniz, kandırıldınız,” deyince şampiyon: ”Bugün duyduğum en güzel haber bu. Demek kadının çocuğu hasta değil miymiş!” şeklinde cevap verir.

Bu hikaye üzerine başka söze gerek var mı? Bu kampanya ile kanmış ya da kandırılmış olabiliriz. Unutmayalım ki ne verirsek elimizle, o gider bizimle…

**01/04/2020 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.

Yardım Kampanyası ve Güven ***


Koronavirüs dolayısıyla hepimizin evine hapsolduğu, tedbir amaçlı çoğu işkolunun dükkan açmasına yasak getirildiği, satış veya üretim yapamadığından dolayı maaşını ödeyemediği için özel sektörün işçi çıkarmaya hazırlandığı, ekmeğini yevmiye ile kazanan insanların evine ekmek götüremediği bir durumla karşı karşıyayız. Üç haftadır neredeyse hayatın durduğu, bu belirsiz durumun daha ne kadar devam edeceğini bugünden kimse kestiremiyor. Çünkü kimse önünü göremiyor. Virüsten kurtulur, postu deldirmez, sağ kalırsam ne yapabilirim diye kara kara düşünüyor herkes.

Ekonomi yönünden etkisini daha sonra iyiden iyiye hissettirecek olan (şimdiki bu ekonomik durum buzdağının görünen kısmı. Turpun büyüğü heybede misali buzdağının görünmeyen kısmını daha sonra daha derinden hissedeceğiz.)  bu olağanüstü durumda; işini kaybedenlere, evine ekmek götüremeyenlere destek olmak amacıyla bir yardım kampanyası başlatıldı. Basından izlediğimiz kadarıyla kampanyaya büyük bir destek açıklaması var. Verilen desteğin yanında bu yardım kampanyasını yanlış bulduğunu ifade edenler de var. Kampanyayı başlatanlar ve destek verenler böyle bir günde biz ne güne duruyoruz,  “Biz bize yeteriz”, biz yaralarımızı kendimiz sararız derken diğer kesim, “Sosyal devlet, vatandaşına böylesi durumlarda para vermesi gerekirken başlattığı kampanya ile devlet, cebimizdeki paraya göz dikti” açıklamaları yapıyor. Zor durumda olanlara yardım yapılması gerektiğine inanan bazı belediyeler de yapacakları yardıma kendilerinin öncülük etmesi gerektiğini düşünüyor.

Adı üzerinde bu kampanya, gönüllülük esasına dayalı bir yardım kampanyasıdır. Yardım edeceksiniz, mecbursunuz diye kimseye baskı yapılmıyor. İsteyen yardım eder, istemeyen etmez. Kimi de başlatılan kampanyaya katılmadığı halde zor durumdaki yakınlarına bireysel yardımda bulunabilir. Tüm bunlar anlaşılır. Burada benim anlamadığım, kampanyaya gösterilen aşırı tepkilerdir. Yardım kampanyasına karşı çıkanlar, gerekçelerinde haklı da olabilirler. Bir yere kadar kampanya ile ilgili eleştiri ve endişelerini dile getirebilirler. Ama üst perdeden gösterilen aşırı tepki, kampanyayı akim bırakır ve zihinlerde şüphe uyandırır. Yardım yapmıyor, bu yardımı doğru bulmuyor olsak bile şu anda susma hakkımızı kullanmanın zamanı diye düşünüyorum. Çünkü kampanyadan murat, fakirin karnını doyurmak ise fakirin karnı ne şekilde, hangi yol ile doyarsa doysun, maksat hasıl olur. Çünkü fakirler ve mağdurlar bizim insanımızdır.

“Sosyal hukuk devleti olarak hükümet, krizlere karşı zamanında tedbir almalıydı” diyen muhalifleri anlıyorum. Gerçekten devlet, akçesinin bir kısmını kötü günlerde kullanmak üzere bir kenara koymalıydı. Fakat şunu göz ardı etmeyelim. Salgının ekonomiye olumsuz etkisini, kenara konan akçe ile kapatmak mümkün değil. Bu durum sadece bizim gibi sıcak paraya dayalı ülkelerin sorunu değil, birkaç devletin dışında kalan tüm devletlerin sorunudur. Salgın çekip giderse salgının vurgununu sarmak için dünya devletleri yıllar yılı uğraşacaklardır.

Yardım kampanyasına destek veya karşı çıkma durumundan şunu anlıyorum: Destek verenlerle, karşı çıkanlar arasında kapatılmaz, bugünden yarına çözülmez bir güven sorunumuz var. Belki de kutuplaşmamızın temel nedeni budur. Yardım kampanyasıyla mali sorunun ne kadarını çözeriz, bilemiyorum ama bu ülke yöneticilerinin ve ülke yönetimine talip olanların çözmeleri gereken en büyük sorunlardan biri maalesef güven sorunudur. Burada, yekdiğerine güvenmeyen herkes bu durumu karşılıklı sorgulamalıdır. Biz niye güvenmiyoruz, bize niçin güvenilmiyor, sorusunu her kesim kendisine sormalıdır. Demek ki muhatabıma güven verememişim üzüntüsünü herkes derinden hissetmelidir… Keşke yardım kampanyasına girişilirken “Biz şöyle bir şey yapmayı düşünüyoruz, ne dersiniz, sizi de aramızda görmek isteriz” şeklinde muhalefetin kapısı çalınmış olsaydı…

***02/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.