31 Mart 2020 Salı

Biz Bize Yetmeliyiz *

Çoğumuzu evine hapseden salgın virüs, alınan onca tedbire rağmen yayılmaya ve can almaya devam ediyor. Böyle gider ve bu mevcut durum uzarsa salgının yıkımı sadece ölümle sonuçlanmayacak, en büyük yıkımı ekonomiye olacaktır. Çünkü çoğumuz evine hapsoldu. Zorunlu olmadıkça kimse evinden çıkmıyor. Dışarıya, işini kaybetmemiş ve çalışmak zorunda olanlar çıkabiliyor. Evinin iaşesini günlük çalışarak kazananların çoğu da işine gidemiyor. Salgın riski dolayısıyla bazı sektörler zorunlu olarak kepenk kapattı. Birçok sektör durma noktasına geldi. Devlet, açıkladığı paketle sektörleri canlandırmaya çalışıyor; borçlarını, vergilerini öteliyor. Ama nereye kadar… Böyle giderse özel sektör işçi çıkarmak durumunda da kalabilecek.

Açıkladığı paketle ve salgının yayılmasının önüne geçmek için aldığı tedbirlerin yanında devlet; işini kaybetmiş, kazancı kendi kendine yetmeyen insanlarımızın yardımına koşmak ve bu zor durumda onlara destek vermek amacıyla Milli Dayanışma Kampanyası başlattı. Kampanyanın startını da “Biz Bize Yeteriz Türkiyem” sloganıyla Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan verdi. Başlattığı dayanışma kampanyasına da yedi aylık maaşını bağışlamak suretiyle ilk desteği de kendisi vermiş oldu. Umarım, bu kampanya maksadına ulaşır ve mağdur insanlarımıza kol kanat gerilir. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığınca açılan yardım hesaplarında toplanan paralar, en uygun ihtiyaç sahiplerine teslim edilir. Bunun için il ve ilçe temsilcilerine büyük görev düşüyor. Temennimiz odur ki bu afetten başta ülkemiz olmak üzere dünya bir an evvel kurtulur.

Sayın Erdoğan’ın başlattığı bu kampanyanın ipuçlarını Eski Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez, 27 Mart 2020 tarihli “İslam’da zor zamanların ahlakı” konulu (https://youtu.be/MprEDWJ9jsg) konuşması ile vermiş ve öncü bir rol üstlenmişti. Halen İslam Düşünce Enstitüsü Başkanlığını yürütmekte olan bir din ve bilim adamından da bu beklenir. Kampanya kimin önerisi olursa olsun, kampanyayı kim başlatırsa başlatsın, bize düşen bu kampanyaya karınca kararınca destek olmaktır.

İşini, aşını kaybetmiş, zor durumda olan vatandaşlara devlet kendisi destek olamaz mı? Aldığı onca vergiyi devlet nereye harcadı, niçin bugünlerde kesenin ağzını açmıyor, diyenlerimiz çıkabilir. Mantık doğru olabilir. Ama devlet dediğimiz organ, halktan aldığı vergilerle iş yapan bir organdır. Gelir-gider dengemiz yetmediği için borçlanmak suretiyle personelinin maaşını ve diğer hizmetleri yürütmeye çalışan devlet, özel sektörün çalışmasının en alt seviyeye düştüğü bir ortamda vergi alamazsa dar gelirli insanlara nasıl destek olabilsin. O yüzden şimdi sorgulamaktan ziyade en üst perdeden devletin başlattığı bu kampanyaya destek olmak gerekir diye düşünüyorum. Devlete güvensizliğimiz, kırgınlığımız varsa, toplanan yardımların en ehline gitmeyeceği endişesini taşıyor isek pekala, en yakınlarımızdan işini kaybeden kişilere destek olabiliriz. Bu zor zamanda kampanyaya destek olmak veya kendi seçtiğimiz uygun kişilere yardım etmek hem insani hem dini hem de ahlaki bir görevimizdir.

Az veya çok yaralarımızı sarıp bu zor durumu atlattıktan sonra “Biz bize yeteriz Türkiyem” sloganını “Biz bize yetmeliyiz” sloganına dönüştürmeliyiz. Çünkü bundan sonra salgın veya başka nedenlerle sık sık ekonomik darboğaza düşeceğiz. Her şeyimizle biz bize yeten ülke olmak için çaba göstermeliyiz.

*01/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

29 Mart 2020 Pazar

Ne Ara Böyle Bir Dil Kullanır Olduk?

Eskiden özellikle futbol kulüplerinde başarılı olamayan teknik direktörler ile kulüp yönetimi yollarını ayırdığı zaman basında "Falan teknik direktör kovuldu, falan teknik direktörün görevine son verildi, falan teknik direktörün kulüple olan sözleşmesi tek taraflı feshedildi..." gibi sözler sıkça yazılır, çizilirdi. Çoğu teknik direktörün başına gelmiştir bu durum. Bu durumdaki teknik direktörlerin kulüple sözleşmesi sona erse de teknik direktörler ya tazminatlarını alırlar ya da sözleşmesi bitinceye kadar daha önce anlaştıkları parayı almaya devam ederler. Bir hak kaybına uğramamış olsalar bile onlar hakkında basında çıkan "kovuldu/görevine son verildi..." sözlerine, sanki kendim hakkında yazılmış gibi üzülürüm. Neden derseniz? Çünkü kovuldu, görevden alındı, görevine son verildi sözlerini insan onurunu zedeleyen ifadeler olarak değerlendiriyorum. 

Hiç kimse görev yaptığı yerde başarısız olmak istemez. Herkes başarılı ve sahasında en iyisi olmak ister ve bunun için çabalar. Hedeflenen başarı gelmeyince elbette bir durum değerlendirilmesi yapılır, gerekirse taze kan arayışına gidilir. Çünkü nasıl ki mahkeme kadıya mülk değilse kulüpler de teknik direktörlere mülk değildir. Kulüp ile teknik direktör nasıl ki anlaşırken el sıkışıyorsa ayrılırken de el sıkışarak ayrılmalı. Basın açıklaması yaparken "Aramızdaki sözleşmeyi kulübün menfaatleri çerçevesinde karşılıklı feshettik" denmeli. Bunun mümkün olmadığı durumlarda "Teknik direktörümüzle yollarımızı ayırdık, yaptığı hizmetlerden dolayı kendisine teşekkür ediyoruz" açıklaması daha şık olur kanaatindeyim. Aslında görevine son verdik ile yollarımızı ayırdık ifadeleri aynı kapıya çıksa da ilki kişinin onurunu zedelerken ikincisi, kişinin onurunu koruyan bir ifadedir. Mademki her ikisi de aynı amaca hizmet ediyor ve maksat hasıl oluyorsa tercihimiz insan onurunu korumak olmalıdır.

Futbol kulüplerinde insan onurunu zedeleyen üslup, maalesef siyasete ve bürokrasiye de sıçradı: "Falan bürokratın görevine son verildi, yerine falan getirildi; falan bürokrat görevinden alındı, yerine vekaleten falan bakacak" gibi üsluplar görülür oldu. Halbuki eskiden "Falan makamda nöbet değişimi yaşandı. Falan affını isteyerek emekli oldu..." gibi bir üslup tercih edilirdi. Burada başarılı olamayanlar yerinde kalsın iddiasında değilim. Elbette başarılı olamayan ve belirlenen hedefleri tutturamayanlar görevinden alınsın ama gönderilirken onurları korunsun istiyorum.

Hasılı "kovuldu, görevinden alındı" gibi bir dili sevmiyorum. İnsan onurunu hiçe sayan ve ayaklar altına alan böyle bir dili biz ne ara kullanır olduk, anlamakta zorlanıyorum. Unutmayalım ki insan onuru için yaşar. Kendi onurumuz kadar başkasının da onurunu düşünmek zorundayız. 

28 Mart 2020 Cumartesi

Beştepe'de Bir Cuma Namazı *

Herkese “Evinde kal”, “Evinde otur” dendiği, ülkede cuma ve cemaatle namaz kılmaya ara verildiği bir dönemde, Diyanet İşleri başkanı Sayın Ali Erbaş’ın imametliğinde, Beşte Millet Camiinde kılınan cuma namazı, Türkiye gündemindeki yerini aldı. Salgından korunma amacıyla Diyanet’in “cemaatle namazın kılınmayacağına” dair aldığı kararına, tüm ülkede riayet edilirken kararda imzası bulunan Diyanet İşleri Başkanı’nın kendi kararını çiğneyerek cuma namazı kıldırması, çoğunluğun tepkisini çekti. Vatandaşın gösterdiği tepkiyi haklı buluyorum. Sayın Başkan herkese telkin verirken kendisi maalesef üzümü salkımla yemiştir. Düşünün ki ülkenin din işlerinden sorumlu bir imam böyle yaparsa cemaat neler yapmaz. Teşbihte hata olmaz ama burada “İmam osurursa cemaat …” sözünün tam yeridir. Maalesef DİB Başkanı Ali Erbaş, bu olağanüstü durumda cuma namazı kıldırmak ve hutbe okumakla büyük bir yanlışa imza attı ve fırsat kollayanlara emsal oldu.

Önümüzdeki cuma, bir kısım insanımız “Biz de salgın kurallarına riayet ederek birbirimizle temas etmeden, sosyal mesafeye dikkat etmek suretiyle camimizde, cuma namazımızı eda edeceğiz,” derse Sayın Başkan bu duruma ne diyecek? Olmaz demeyin, bu sembolik bir cuma namazıydı demeyin. “Salgın nedeniyle beş vakit namaz ve cuma namazının, camilerde cemaatle kılınmasına ara verildiğine” dair Diyanet’in kararından sonra Türkiye’nin bazı yerlerinde, bazı kişilerin cemaatle namaz kılmaya çalıştıkları basına yansımıştı. Ayrıca sosyal medyada “Diyanet’in böyle bir karar almaya hakkı yoktur” yazılarının paylaşıldığı, bu paylaşımların epey taraftar bulduğu göz önüne alınırsa Diyanet İşleri Başkanı’nın büyük bir yanlışa imza attığı anlaşılacaktır.

Diyelim ki siyasi bir karar veya sembolik bir gerekçe ile Başkan, bir kısım seçilmiş insanla, hijyen kurallarına riayet ederek cuma namazı kıldırdı. Bu namazın gizli kalması, basına sızmasının önlenmesi daha iyi olmaz mıydı? Böyle bir hassasiyet gösterilmediği gibi yangına körükle gidercesine, Başkanlığa ait Diyanet TV’de bu namaz, canlı olarak yayımlandı. Okuduğu hutbe ile Başkan, vatandaşa irşat görevini yerine getirme niyeti taşıyorsa pekala bu hutbeyi kendisi, Kocatepe veya Beştepe camiinin minberine çıkarak tek başına okuyup halka mesaj verme yolunu tercih edebilir, bu hutbenin de Diyanet TV’den canlı yayımlanmasına imkan verebilirdi. Maalesef böyle bir yol izlemediği gibi Sayın Başkan, okuduğu hutbedeki “Bu salgın karşısında en önemli görevlerimizden biri, yetkili mercilerin uyarılarına riayet etmektir. Hem hastalığa yakalanmamak hem de hastalığın yayılmasını önlemek için gayret göstermeliyiz.” uyarısını da kendisi uygulamalı olarak çiğnemiştir.

Hülasa Sayın Başkanın kendisi ve arkasında namaz kılanlar iyi niyetli olsalar bile bu yapılanlar sorumlu bir davranış örneği değildir. Burada cuma namazı kıldıran, cemaat olan, izin veren, tüm bunları canlı olarak yayımlayanlar yanlış yapmışlardır. Kimse kusura bakmasın, bu tasarrufta ben, basiret ve feraset eksikliği görüyorum. Kılınan bu namazın sonucunun nelere mal olacağının hesabı yapılmamıştır. Sorumlu makamda olanların görevi, sadece koltuğu doldurmak değil, aynı zamanda bu işin nelere mal olabileceğini önceden kestirebilme ve yoğurdu üfleyerek yemektir. Şayet meseleleri enine boyuna irdeleme sorunu yaşıyor, yaptığımızın nelere mal olacağının hesabını yapamıyor isek; bize düşen, giydiğimiz o sarık ve cübbeyi bir başka ehline yer açacak şekilde çıkarabilmektir. Böylesi zor zamanlarda bize sarık-cübbe giyip namaz kıldıran ve hutbe okuyan sorumlu din görevlisi değil, basiret ve ferasetini kullanarak ufuk açıcı rol üstlenen, sorumlu din görevlisine ihtiyaç vardır.

*30/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.