5 Ekim 2019 Cumartesi

Kabir Hayatı

Kabir hayatı var mı? Bu hayatta ödül ve ceza var mı? İyiler için burası cennet bahçelerinden bir bahçe mi ya da cehennem çukurlarından bir çukur mu? Müslümanlar arasında bu hayatla ilgili, var; hadislerde geçiyor, yok; Kur'an'da geçmiyor, tartışmaları bir türlü nihayete ermedi. Merak ediyorum, kabir hayatının olması ya da olmaması bize ve imanımıza bir katkı sunmakta mıdır? Var veya yok deyince hayatımızda ne gibi bir değişiklik olmaktadır? Bu tartışma sonucunda da iş, hadisi inkar ediyorsun, sünnet düşmanısın, Kur'an bize yeter veya hurafelere inanıyorsun ithamına kadar varıyor. Yani bu tartışma da bir, beraber ve kardeş olması gereken Müslümanların arasını açıyor.

Varlığı veya yokluğu yaşantımıza olumlu veya olumsuz bir katkı sunmayan kabir hayatı, biz öldükten sonra olsa ne olur, olmasa ne olur? Gidip gelen mi var? Gelip de kendisine çekidüzen veren mi var? Ahiret dediğimiz ebedi alemin olduğuna inanmamıza ve bu dünyadan bir müddet sonra çekip gideceğimizi bilmemize rağmen hayatımızda bir değişiklik mi yapıyoruz? Hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamıyor muyuz? 

Bu kısa açıklamamdan sonra kabir hayatının olup olmadığı hakkında bir değerlendirmede bulunacağım. Yapacağım değerlendirme ayet ve hadisten yararlanmadan, tamamen ındî bir değerlendirme olacaktır. Görüşlerim sadece kendimi bağlar. Bunları açıklıyorum ki kimse beni kendi tartışmasına alet etmesin ve beni bir yere koymaya kalkmasın. Başkasının ne dediği ve hakkımda ne düşündüğü beni bağlamaz. Niyetim inkar ve kabul değil, kalbimin mutmain olmasıdır. İsabet edersem ne mutlu bana! İsabet etmezsem Allah beni affetsin. 

Öldükten sonraki hayat, ikinci sura üfürülüp herkesin mahşer yerinde hesabını verdikten sonra başlayacak. Amel defteri sağından verilenler cennete, solundan verilenler ise cehenneme gidecek ve bu andan itibaren ebedi yaşayacağımız âlem başlayacak. Ben böyle düşünüyorum. Mahşer yerinde hesap varsa -ki vardır- kabirde ayrıca hesaba çekileceğimizi sanmıyorum. Şayet kabirde sorgu varsa bu, aynı yaşantıdan iki defa hesaba çekileceğimiz anlamına gelir. Bunu aklım pek almıyor. Mahşer yerinde ilk insandan başlanarak hesap vereceğimizi düşünüyorum. Kabirde sorgu olsaydı dünya ve ahiret hayatından bahseden Allah, kabir hayatından da bahsederdi. Çünkü kabir dediğimiz hayat, ahiret hayatına göre kısa, dünya hayatına göre uzun bir süredir.

Ruh, öldüğümüz anda bedenimizi terk ediyor, bizce bilinmeyen bir yere gidiyor. Kabre, yaşam fonksiyonlarını yitirmiş bir cesedi koyuyoruz. Toprağa gömülen ceset ise mükafat ve ödülün ne olduğunu hissedemeyen, duymayan, işitmeyen vücudumuzdur. Niçin toprağa gömülüyoruz? Her şey aslına rucû eder misali aslımıza dönüyoruz. Toprakla temas eden vücudumuz kısa zamanda topraklaşıyor. Toprağın dışında konacağımız bir yer, dünyayı yaşanmaz kılar. Çünkü etraf kokudan geçilmezdi.

Hz Adem'den beri vefat edenler, kıyamete kadar vefat edecekler, halihazırda ne yapıyorlar derseniz? Bence vücut fonksiyonunu yerine getiremeyen ve iradesi yerinde olmayan kişilerin hastanede fişe takılı bir şekilde bitkisel hayat yaşamasına benzer. Kazara dirilse ne kadar yattığı sorulsa bilemez. Çünkü geçen zamandan habersizdirler. İkinci surla beraber ayrı bir yerde ikamet eden ruhlar, yeni bir bedenle tekrar diriltildiğinde kendilerine ne kadar uyutuldukları sorulsa, ya bir gün ya da yarım gün derler. Çünkü ölen, bitkisel hayat yaşayan, uyuyan ve uyutulan için zaman mefhumu yoktur. Zaman mefhumu iradesi olan kişiler için vardır. Nitekim uzun süre uyutulan Ashabı Kehf'e ne kadar uyudukları sorulduğunda ya bir ya da yarım gün, cevabı verdiğini hepimiz biliriz. Kanaatime göre ilk insan Hz Adem de aynı şekilde cevap verecektir.

Sonuç olarak kabir hayatı diye bir hayatın olduğunu, Münker ve Nekir isimli meleklerin ölenleri sorguladığını, ölülerin ödül-ceza şeklinde bir muameleye tabi tutulduğunu düşünmüyorum. Ölenler için gerçek hayatın mahşer yerinden itibaren başlayacağını düşünüyorum. Halihazırda bu düşüncedeyim.

Kabir hayatının olmaması gerektiği şeklindeki kanaatimden dolayı kendimi inkârcı olarak görmüyorum. Çünkü bu konuda delil olarak gösterilen hadisi şerifleri zayıf buluyorum. "Ölüleri dirileceğim" buyuran Allah Teâlâ’ya İbrahim peygamberin "Nasıl dirilteceksin" sorusunu sorması, Allah'ın "Bana inanmıyor musun" demesi, İbrahim'in "İnanıyorum ama kalbim tam ikna olmuş değil" pozisyonundayım. Allah, İbrahim'e (as) nasıl dirilteceğini göstermiş ve İbrahim'in kalbi mutmain olmuştur. Yani kalbim mutmain olmuş değil.

Kabir hayatı var/yok diyenlerin birbirlerini inançsızlık, sapıklık, hadis inkarcısı ilan ve itham etmelerine de bir sözüm olsun. "Kalbim mutmain değil" diyen Hz İbrahim'in tereddüt ettiği konu imanî bir konudur. Yani öldükten sonra dirilme gerçekliğidir. İmanî bir konuda Allah, İbrahim peygamberi ikna etmeye çalışıyor. Ey İbrahim! Sen böyle demekle kafir oldun demiyor. Onu dost edindiğini ve "Babasına ettiği dua dışında sizin için örnektir" buyuruyor. Bize ne oluyor ki imanî bir konu olmayan kabir hayatı konusunda birbirimizi inkar ve sapıklıkla itham ediyoruz? İşi hemen peygamberin sözünü kabul etmeyen Allah'ı inkar etmiş noktasına getiriyoruz. Bu meseleyi ve Müslüman kardeşimizi çok dert ediniyorsak onları ithamdan ziyade ikna etmeye çalışalım. Çünkü bu mesele kalbin mutmain olmasıdır. İkna edemiyorsak karşı tarafı suçlama yerine eksikliği kendimizde bulalım. Aslında en iyisi bu gaybî bir konudur. Tartışmakla bir yere varamayız. O yüzden bu tür gaybî konular üzerine pek kafa yormayalım.

9.7

Küçüklüğümde biraz şiir yazmıştım. Yazdığım her şiiri tekrar tekrar okurdum. Okuduğumdan etkilenir; bir şair olsa olsa böyle olur, ülke bir şairle tanışacak derdim. En iyisi ben bu yazdıklarımı bir kenara kaldırayım, karnımı doyurmasa da ileride kitap olarak bastırırım derdim. Nice sonra şu yazdığım şiirlere bir bakayım dedim. Okudum. Berbat mı berbat! Kimse görmeden imha ettim. Bir daha da şiire ve şairlere saygımdan, şiir yazmaya yeltenmedim.

Yaşlandım. İnsan yaşlanınca çocuklaşır dediklerinden midir yoksa açıklanan 9.7'lik enflasyon oranından mıdır, yeniden duygulandım. Beğenir veya beğenmezsiniz, kimsenin kınamasına aldırmadan oturup bir şiir denemesine kalktım. Ayıplamayın. Duygulanmak başka bir şey. Ancak yaşanır. Şiirimi beğenirseniz ve beni şiirde başarılı bulursanız, şairliğimdeki en büyük pay, TÜİK'indir. Benimki doğruya doğru. Öyle başarımın ardında eşim var demeyeceğim. Şayet dünya kuruldu kurulalı böyle şiir görülmedi; şiir şiir olalı böyle eziyet görmedi derseniz benim bir kaybım yok. İkinci denememde de başarısız oldum derim. Burada size ampulün mucidinin 600 deney yaptığını hatırlatırım.

Bugünkü ikinci şiir denememin ilkine oranla kolaylığı; kalem, kağıt ve silgiye ihtiyaç yok. Baktın olmadı mı, hiç iz bırakmadan siliyorsun.

Sizden bir isteğim olacak. Nasıl ki TÜİK, çalıştı çabaladı. Sonunda tek haneli rakamı buldu. Burada sonuçtan ziyade TÜİK'in emeğine saygı gösterilmesi gerekiyorsa şiir denememde de şiirime değil, emeğime saygı beklerim.

Şimdi sizi şiirimle baş başa bırakıyorum. Allah size sabır versin. Sayemde sabırda niçin ikinci bir Eyüp olmayasınız.

Savaştan yeni çıkmış devlet iken
Takvimler 26 Nisan 1926'ı gösterirken
Doğru dürüst bir şey yiyip içmeden
Bir istatistik kurumunu kurduk.

Adı TÜİK. TÜFE, TEFE alanı
Rakamlardır onun her bir anı
Her ayın üçünde onun zamanı
Piyasalar bekler onu dört gözle.

Biz yatarken yatmaz, didinir durur
Binlerce ürünü inceler durur
Çarpar, böler, toplar, çıkarır durur
Çıkan sonuca herkes şapka çıkarır.

Kolay değil, rakamlarla uğraşmak 
Devleti ve milleti memnun etmek
İstenilen rakamları çıkartmak 
Hasılı çok zordur TÜİK'in işi.

Kim çıkarabilir 9.7'lik oranı
Bu konu istatistiğin alanı
Söyler mi hiç bu millete yalanı 
Çünkü bilim asla yalan söylemez.

Kötü niyetliler bunu anlamaz
Milletim, sen bunları deftere yaz
Bu tiplere davul zurna bile az
İstedikleri sadece kötektir.

Tek haneli rakamdı muradımız
Sayesinde karardı bir yüzümüz
Sonunda bir bir tuttu hesabımız 
Sağ ol, var ol TÜİK! Çok yaşa e mi?

Ben saptım ama sen asla sapmadın
Gelen zamlardan hiç etkilenmedin
Duygulandırıp beni şair yaptın
Ne diyeyim sana? Çok yaşa TÜİK

4 Ekim 2019 Cuma

Peygamberimizin Hayatı Dersi ***


2012 yılından itibaren 4+4+4 zorunlu öğretime geçmemizle birlikte Kur’an-ı Kerim, Temel Dini Bilgiler ve Peygamberimizin Hayatı dersleri ortaokul ve liselerde seçmeli ders olarak seçilmeye başlandı. Türkiye’nin geçmişini iyi bilenler bu derslerin seçmeli ders olarak okullarda okutulmasının devrim niteliğinde olduğunu bilir. Umarım bu dersler emin ellerde öğrencilerimize okutulur. Çocuklarımız merdiven altı yerlerde dinimizi öğreninceye kadar denetime tabi resmi yerlerde öğrenmiş olurlar.

Niyetim bu derslerin seçilmesinin önemli olduğunu anlatmak değil. Bu dersler arasında önceleri Hz Muhammed’in Hayatı olan şimdilerde adı Peygamberimizin Hayatı diye değiştirilen seçmeli dersten bahsetmek. Bu dersten bahsedeceğim ama işin ucunda kınanmak, topun ağzında olmak da var. Çünkü katılır veya katılmazsınız bu dersi eleştirmek istiyorum. Umarım meramımı anlatabilirim.


Hz Muhammed bizim peygamberimiz. Hayatını inceden inceye bilmemiz, bizlere vermek istediği mesajı anlamamız gerekir. Onun dini alanda söylediklerini yapmak asli görevlerimizden biridir. Buraya kadar yazdıklarımda bir anormallik görmediniz. Ki olması gereken de bu, dediğinizi duyar gibiyim. Ben açıkçası Hz Muhammed’in hayatını anlatan bir dersin olmasını istemiyorum. Bunu sadece peygamberimiz için değil, kişilere ait bir dersin olmaması gerektiğini düşünüyorum. Neden derseniz? Kişiler adına okutulan dersler bir müddet sonra öğrencileri bezdirmeye başlayabilir. Nitekim biz bunu okullarda Atatürk’ü anlatan İnkılap  Tarihi derslerinde gördük. Hatta öyle zamanlar geldi ki belirli gün ve haftalarda her derste Atatürk’ten bahsettik. Sonuç? Atatürk'ü seven sevdi, sevmeyen yine sevmedi. Bu dersi vermekle ve diğer derslerde Atatürk'ten bahsetmekle Atatürk anlaşılabilmiş midir? Öyle zannediyorum anlaşılamamıştır.


Peygamberimizin Hayatı dersine gelirsek sürekli et yiyen bir insan bir müddet sonra et yemekten beziyorsa bu derste de hep Hz Muhammed'den bahsetmek, çocuklarda Hz Muhammed sevgisini artıracağı yerde azaltabilir. Nitekim bu dersi işleyen bir öğretmene sınıfından bir öğrenci, "Öğretmenim! Muhammed Muhammed… Başka isim yok mu? Hep Muhammed işliyoruz" demiş. Öğretmen de "Çocuğum, ders Hz Muhammed'in dersi. Elbette ondan bahsedeceğiz. Einstein'den bahsedecek değiliz herhalde, değil mi" demiş. Öğretmenler odasında ders öğretmeninin diğer öğretmenlerle konuşması esnasında bu sözlere kulak misafiri oldum.

Çocuk burada kötü niyetli değil. Derste hep Hz Muhammed ismi geçince garibine gitmiş olmalı. Öğretmen ne yapsın bu durumda? Elbette Hz Muhammed diyecek. Derse Hz Muhammed ile başlayacak, Hz Muhammed ile bitirecek. Ders boyunca Hz Muhammed şunu yaptı, bunu yaptı, şöyle biriydi, böyle davranırdı, ahlakı şöyle idi diyecek.

Yukarıda dediğim gibi kişiye özel bir dersin olmasını uygun bulmuyorum. Evet Hz Muhammed özel biri, diğer insanlar gibi değildir. Hayatını öğrenip hayatımıza uygulamamız lazım. Ama adına ayrı bir ders olacağına, diğer dersler içinde,  yeri geldiğinde peygamberin yaşantısından örnek vermenin daha faydalı ve etkili olacağına inanıyorum. Örnek vermek gerekirse; Kur'an-ı Kerim, Din Kültürü, Temel Dini Bilgiler gibi derslerde adalet konusu işlenirken ilgili ayetlere yer verdikten sonra peygamberimiz de "Bu hırsızlığı yapan kızım Fatıma da olsa cezasını verirdim" diyerek adalet konusunda peygamberimizin hassasiyetine dikkat çeksek daha iyi olur.

***02/11/2019 tarihinde  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.