6 Ağustos 2019 Salı

Biraz da Çocuklardan Öğüt Alalım! *

Genelde büyükler küçüklere öğüt verir. Bu yazımda, çocuğun anne ve babasına öğüt verdiği bir alıntıya yer vereceğim. Çocuğun verdiği öğüt bizim garibimize gidebilir. Ama çocuğum başarılı olsun diye doktor doktor dolaşan, hastanelerin psikiyatri bölümüne gidip test yaptıran, okulların rehberlik servisinden çıkmayan ve oyun çağındaki minnacık çocuklarına okul dersinin dışında özel ders aldırmak için çırpınan anne babaların sayısı az değil. Tüm bunları yaparken çocuğumuzun o an hissettiği psikolojiyi de hesaba katmak gerek. Elbette her ebeveyn çocuklarının başarılı olmasını ister ama çocuğun gelişimini, yaşını ve kapasitesini göz ardı etmemek şartıyla. İzninizle yazıyı paylaşıyorum. Belki çocuk yetiştirmede bir yanlışımız vardır ve bu çocuğun öğüdünden alacağımız bir pay olabilir.

"BİR ÇOCUKTAN BÜYÜKLERE ÖĞÜTLER"

"Londra'da bir hastanenin çocuk psikiyatrisi servisinde yatan 'Kevin Hickey' isimli çocuk, anne ve babası tarafından akli dengesinin yerinde olmadığı kuşkusuyla hastaneye yatırılmak isteniyordu. Ancak doktorun yaptığı testlerin sonucu, çocuğun akli dengesinin yerinde olduğunu gösterecekti. Halbuki Kevin Hickey isimli çocuk, tamamen yanlış eğitimin kurbanıydı.

Çoğu kez anne ve babaların, her birinin birer psikolog edasıyla çocuğuna yaklaşıp henüz oyun oynama çağında olan, oyun oynamak isteyen çocuğu için 'çocuğumun psikolojisi bozuldu; çünkü çocuğum ders çalışmak istemiyor', şikâyetiyle öğretmen, idarecilere, hatta kendi           -başına buyruk- psikiyatri kliniklerine başvurduklarına şahit olmaktayız. Anne babaların çocuğuna karşı bu tutum ve yaklaşımı tamamen yanlış eğitimden kaynaklanmaktadır.

Tıpkı Kevin adındaki öğrencide olduğu gibi, velilerin çocukları için yanıldığı ve isabetli davranmadıkları zamanlar da olmaktadır.

Biraz rahatsız olan Kevin, durumu düzeldiğinde bir doktorun tavsiyesine uyup her anne-babanın kulağına küpe olması gerekecek şu on üç altın öğüdü kaleme aldı:

*Beni şımartmayın. Her istediğim şeyi elde edemeyeceğimi biliyorum. Sadece sizi deniyorum.
*Bana tatlı-sert davranmaktan çekinmeyin. Bunu tercih ederim. Bu durum kendimi daha güvenli hissetmemi sağlar.
*Kötü huylar edinmemi önleyin. Bunların erkenden ortaya çıkarılmasında ve önlenmesinde sizin bana yardımcı olacağınızı umuyorum.
*Hatalarımı başkalarının önünde söylemeyin. Benimle yalnız konuşursanız, söylediklerinizi *daha iyi anlar ve kendime çeki düzen veririm.
*Sizden nefret ettiğimi ve sizi sevmediğimi söyleyince üzülmeyin. Aslında sizden nefret ediyor değilim; beni engelleme gücünüzden nefret ediyorum.
*Herhangi bir şeyin sonucundan beni kurtarmaya çalışmayın. Bazen acı veren yollarla öğrenirim.
*Küçük hastalıklarımı büyütmeyin. Bunları yenecek güçteyim.
*Bana yerine getiremeyeceğiniz şeyleri söz vermeyin. Bu sözler yerine getirilmeyince çok kırıldığımı unutmayın.
*Kendimi, istediğim kadar iyi anlatamadığımı unutmayın. Beni anlamaya çalışın.
*Dürüstlüğümü fazla zorlamayın. Korkup yalan söyleme eğilimi gösterebilirim.
*Tutarsız olmayın. Bu benim kafamı iyice karıştırır ve size olan güvenimi sarsar.
*Benden özür dilemeyecek kadar gururlu olmayın. İçten bir özür, beni size daha da *yaklaştırabilir.
*Büyümek için sizin anlayış ve sevginize muhtacım. Ama bunu size söylemem gerekmez, değil mi?"

*16/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bir Hutbe İradı *

Beş günlüğüne bir kaplıcaya gittim. Öğle namazını kılmak için gittiğim camiyi bakımlı gördüm. Camide her şey yerli yerinde idi. Küçük bir beldede birkaç camiden biri olmasına rağmen cami cemaat yönünden kalabalıktı. Nedir bunun sebebi derken gözüm imama ilişti.

Namazdan önce vaaz veriyordu. Camiye girerken caminin panolarındaki bolca bilgilendirme yazılarından biri, daha fazla dikkatimi çekmişti: “Bu camideki çocukların dokunulmazlığı vardır. Cemaatimize duyurulur” yazıyordu iki yerde birden.

Namazdan sonra küçük küçük çocuklar, caminin arka müştemilatına geçerek rahlelerine koydukları Kur'an'ı okumak için koyulmuşlar ve hocalarının gelmesini bekliyorlardı.
*
Cuma namazını kılmak için yine aynı camideyim. Aynı imam hutbeye çıktı. İç ezanın okunmasını bekledi. Ezan bitince hutbe iradı için ayağa kalktı. Cemaate döndü. Önünde de daha önceden hazır ettiği hutbe metnini koyduğu kürsü ve mikrofon.

Hutbenin hamdele, salvele ve şehadetten ibaret Arapça kısmını ezberden okuduktan sonra Diyanetin hazırladığı Türkçe hutbe metni önünde açık durmasına rağmen jest, mimik ve ses tonuna riayet ederek irticalen bir hutbe irat etti. Hatip konuştukça göz ucuyla onu takip ettim. Ses tonu, hitabeti, vurgusu, konuya hâkimiyeti, birikimi mükemmeldi. Konuşurken gözü hep cemaatte olan, sağa-sola bakarak herkesi muhatap alan imamın kâğıtla bağlantısı, paragraf başlarına bakmaktan ibaretti. Öyle güzel hitap ediyor ki kulaklarımın pası silindi. Hah! Hutbe dediğin böyle verilmeli, helal olsun bu genç imama dedim.

Evet, hutbe dediğin böyle okunmalı.  İmamlarımızın hepsi böyle mi okuyor? Maalesef çoğu imamımız, Diyanetin hazırlayıp internete verdiği hutbenin çıktısını alıyor, cebine koyduğu metni açıp gözünü kağıttan ayırmadan ve kafasını kaldırmadan okuyor. Bir kısmı hutbe metnini daha önceden okumadan çıkıyor ve cemaatin karşısında tekliyor. Daha önceden yönetici olarak görev yaptığım yıllarda okulun karşısındaki cami imamı, cumaya yarım saat kala “bu haftanın hutbesini çıkarıversin, al-gel” diye çocuğunu gönderirdi. Merak ediyorum bu arkadaş bu hutbeyi ne zaman okuyup da cemaatin karşısında düzgün okuyacak? Haydi düzgün okudu diyelim, nasıl kafasını kaldırıp cemaate bakacak?

Hutbe dediğin bu genç imamın okuduğu gibi olmalı. Okuyacağı hutbeyi önce kendisi özümsemeli ve konuya hâkim olmalı. Kâğıda bakarak hutbe okunmaz. Öyle zannediyorum bu imam, günler öncesinden hutbenin çıktısını aldı, bir güzel okudu ve okuyacağı hutbenin planını kafasına yerleştirdi. Bunu yapmak için kişi önce yaptığı mesleğine saygı duymalı, bu mesleği severek yapmalı, sorumluluğunu bilmeli, bu meseleyi dert edinmeli. Böyle yapmakla hem kendisini geliştirir hem de cemaati çeker.

Allah sayılarını artırsın. Teşekkür ediyorum genç imama!

*09/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Ağustos 2019 Pazartesi

Vekillerin Durumuna Üzüldüm ***

Devletten aldığım maaşla geçinen bir devlet memuruyum. Başka da bir gelirim yok. Hayatım boyunca aldığım maaşa göre kendimi ayarlamış, yorganın dışına ayağımı uzatmış değilim. Maaşımı alıp harcarken hiç başkasının maaşıyla ilgilenmedim. Kimin maaşı aklıma gelse “Kadının yaşı, erkeğin maaşı sorulmaz” sözü aklıma gelir, hemen vazgeçerim. Kendi maaşımın dışında maaşlarını bildiğim tek zümre asgari ücretle çalışanlar. Asgari ücretlilerin maaşından da her yılbaşında “Asgari Ücret Komisyonu” tarafından belirlenirken haberim oluyor. Onların aldığı maaşı gözümün önüne getirince onlar bu ülkede bu maaşla geçiniyorsa ben hayli hayli geçinirim diyor ve halime şükrediyorum.

Sanmayın aldığım maaşı anlatacağım. Geçinebiliyorum veya geçinemiyorum şeklinde kendimi anlatacak değilim. O zaman bayram değil, seyran değil, nedir derdin derseniz? Maaş konusunu ben açmadım. Sayın Meclis Başkanımız Mustafa Şentop’un, Habertürk'te "Açık ve Net" programını sunan Kübra Par'a, vekillerin aldığı maaşların nerelere gittiğini anlatan sözlerini gazetelerden okuyunca, fazla maaş alıyorlar diye düşündüğümüz vekillerin durumuna üzüldüm doğrusu. Çünkü harcamaları çokmuş. İsterseniz vekillerin harcamalarına Şentop'un gözüyle bir bakalım:
*Vekillerin hafta sonları memleketlerine gidiş-geliş harcamaları...
*Meclis'e gelen ziyaretçilere yedirip içirme, seçmeni otelde misafir etme, hastane masraflarını karşılama...
*Lojmanları yok, kirada oturuyorlar. Araç tahsisi yok, Meclise toplu taşıma ile gelenler bile var.
*Maaşlarından partilerine kesinti yapılması.

Siz ne dersiniz bu duruma bilmiyorum. Ama ilgili konuşmayı okuduktan sonra bir de videodan izledim. Anlattıkları garibime gitse de Sayın Şentop'u samimi buldum. Demek ki insanın ne kadar geliri varsa bir o kadar da harcaması oluyor. Statü yükseldikçe ağalık yapmak da vekillere düşüyor. Garibime giden; vekiller, gelen ve gidenin karnını niçin doyurur? Ziyarete gelen seçmen oraya karnını doyurmaya mı geliyor? Gelene çay, kahve ve soğukluk ikram edilse ne olur? Orası aşevi veya imarethane mi? Sonra Mecliste niçin lokanta var? Vekiller gelen misafirleriyle birlikte yemeği Mecliste yiyeceğine, Ankara sokaklarına inip değişik lokantalarda yemek yeseler daha iyi olmaz mı? Böylece hem halkın arasına inmiş olurlar hem de ödemeyi bir defasında vekil yaparken diğerinde de seçmen yapar. Bu alışverişten Ankara esnafı da faydalanmış olur. Sonra hastaneye gelen herkes ihtiyaç sahibi mi ki vekil, gelenin hastane ve otel masrafını karşılıyor? Kültürümüzde misafirperverlik vardır; izzet ve ikram, ilgi ve alaka göstermek iyidir. Ama tek taraflı olmaz bu işler. Ayrıca milleti bu kadar da bedavacılığa alıştırmamak lazım diye düşünüyorum.

Sayın Şentop'un açıklamasından  vekilliğin zor zanaat olduğunu, çekilecek bir meslek olmadığını anladım. Merak ettiğim, durum bu ise birçok kimse, vekil olmak için niçin çok uğraşır? Bir dönem vekillik yaptıktan sonra seçilmek için niçin tekrar aday adaylık müracaatı yapar? Acaba biz yandık, başkası yanmasın diye mi tüm bu çaba ve gayretler? Haydi hepsinden geçtim, bu çile için aday adaylık ve seçim döneminde niçin o kadar para harcarlar? İşsizliğin had safhada olduğu, bazı evlere asgari ücretten tek bir maaşın bile girmediği, hayat pahalılığını vatandaşın iliklerine kadar hissettiği bir ortamda vekillerin aldığı maaşı haklı göstermek için sayılan harcama kalemlerini yadırgadım. Sayın Şentop "Vekillerin aldığı maaş, vekillerin vekil seçilmek için aday adaylığı ve adaylıkları döneminde harcadıkları parayı karşılamaktan uzaktır. Beş yıl boyunca aldıkları maaşın kuruşuna dokunmasalar bile harcadıklarını ancak karşılarlar" dese pek yadırgamazdım.

Aman bana ne? Vekilin aldığı maaş ve harcadığı yerler çenemi yordu. Alan düşünsün. Benim maaşım bana yeter de artar bile...

***16/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.