25 Şubat 2019 Pazartesi

Trump ve Nobel Barış Ödülü *

Kuzey Kore'nin nükleer silahlardan arındırılması konusunda Başkan Trump ile Kuzey Kore başkanı Kim Jong, 12 Haziran 2018'de bir araya gelmiş ve aralarında bir anlaşma sağlanmıştı. Dünya barışına yaptığı bu katkısından dolayı Japonya Başbakanı Abe, Trump'ı Nobel Barış Ödülüne aday göstermiş.

Barış için yanıp tutuşan ABD Başkanı Trump'ı, Japonya'nın Nobel'e aday göstermesi gözlerimi yaşarttı. Trump'ın yaptığı fedakarlık takdire şayan olmakla birlikte Japonya'nın bir hakkı teslim etmek istemesi unutulacak gibi değil. Keşke Japonya, Kuzey Kore'de yapılanlardan dolayı Trump'ı Nobel'e aday göstereceğine II.Dünya Savaşında ABD'nin Japon kentleri Nagasaki ve Hiroşima'ya attığı atom bombaları dolayısıyla ABD'nin yaşayan başkanını Nobel Barış Ödülüne aday gösterseydi. Hatta gerekçesine "Biz bu sayede savaşı bıraktık. Sayesinde belki binlerce insanımız öldü ama savaşın sona ermesiyle dünya savaştan kurtulmuş oldu.  Bu yüzden biz ABD'nin gelmiş geçmiş tüm başkanlarına minnettarız. ABD, iki atom bombası yerine keşke iki daha fazla atsaydı..." yazabilirdi. Anlaşılan Japon Başbakanı bunu düşünememiş olmalı. Yine bir hakkı teslim ediyor, Kuzey Kore dolayısıyla Başkanı Nobel'e aday gösteriyor. Katiline aşık dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

NTV'nin verdiği habere göre Trump, Nobel'e aday gösterilmesini şöyle değerlendirmiş: "Eski ABD Başkanı Barack Obama'nın 2009'da, görevdeki ilk yılında bu ödülü aldığını hatırlatan Trump, "Ben muhtemelen hiçbir zaman kazanamayacağım ama olsun. Obama'ya verdiler, neden verdiklerini o da anlamadı. Ödülü verdiklerinde göreve geleli daha 15 saniye olmuştu. Nobel Ödülü kazandı, 'Bunu hak edecek ne yaptım ki' dedi. Bense, muhtemelen hiç kazanamayacağım" dedi."

Trump'ı sever veya sevmezsiniz, ödüle layıktı veya değildi. Ama gelin hep birlikte bir hakkı teslim edelim. Trump, bu ödülü Obama'ya da verdiler, niye verdiklerini o da anlamadı. Bana vermezler ama şayet verirlerse ben de hiç anlamayacağım demek istedi. 

Trump'ın bu açıklamasını görünce bir an için bizde niçin böyle başbakanlar yok diyecektim ki bizde de vardı böylesi dedim. Hatırlarsanız Öcalan derdest edilip Türkiye'ye teslim edilince dönemin Başbakanı, "Bize Öcalan'ı verdiler. Ama niçin verdiklerini anlamış değilim" demişti. Her ne kadar bizimki bu başarısından dolayı Nobel'e aday gösterilmemiş ise de bilmeme ve anlamama yönünden Obama ve Trump ile aynı kulvarda yer alıyor. Onlar barışa aday gösterildiklerini anlayamamışlar, bizimki de Öcalan'ın teslimini anlayamadı. Anlamasalar da Obama Nobel ödülünü almış, belki Trump da alacak. Bizimki de Nobel ödülü alamasa da en büyük ödülünü aldı. Çünkü akabinde yapılan genel seçimlerde partisi Türkiye'de birinci parti oldu.

Ülkeleri bazen anlamazlar mı yönetiyor ne? Yoksa tevazularından mı böyle söylüyorlar?


* 04/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Kelle Paça (3)

Yolda giderken aldığım dört paça ve bir kilo işkembeyi düşündüm. Girdiğim dükkanda sakatatın her çeşidi vardı. Hayvanın kemiğini bile satıyor. 

Sakatatı sevmeyenler var, ölümüne sevenler var aramızda. Burun kaçıranlar yüzünden sevenlerin birkısmı sevdiğini söyleyemediği gibi yediğini de söyleyemiyor.

Sakatat dükkanında satılanları tekrar gözümün önüne getiriyorum. Kurban keserken kimsenin yüzüne bakmadığı, ulu orta atıldığı nimetler. Öyle ya, hayvanın kemiklerini de atıyoruz işkembesini de, yağını da, kellesini de. Ortaklardan bir iki kişi bizim evde yiyen yok, alacak olan alsın dediğinde ortakların ayıplar düşüncesiyle kimse yanaşmıyor. Madem senin evde yenmiyor, bizim evde hiç yenmez havası veriliyor. Olan da nimetlerin çöpe gitmesine oluyor. Sakatatı seven, lokanta lokanta dolaşıp çorbasını içenler de "Kim temizleyecek, meşakkatli bunların temizlenmesi" diyerek almaya yanaşmaz.

Hasılı kim temizleyecek diye kesim yerinde burun kıvırarak bıraktığımız nimetleri birileri sektörü haline getirip satıyor. Attığımız kemiklerin kilosu bile 10 lira. Kesim yerinden "Aman sakatat getirme, uğraşamam" diyen evin hanımları ayağa, dize iyi geliyormuş diyerek kesim yerinde bedava bıraktıklarımızı para vererek aldırmaya gönderiyor bizleri. Parası önemli değil ama para vererek alıp geldiklerimiz daha çok hoşa gidiyor ve lezzetli oluyor. 

Evin hanımından, erkeğine varıncaya kadar hazır yiyiciyiz. İllaki armut pişecek, ağzımıza düşecek. Dönüp bakmadığınız işkembeyi, paçayı birileri temizleyecek, biz onları alacağız, eve getirip kısık ateşte pişireceğiz.

Küçüklüğümde babalar kurbanı kesip parçalarken anneler de işkembeyi bir kenara çektirip içini temizlerler, kurbanın neredeyse hiçbir parçası boşa gitmezdi. Belki de yokluktu onlara o gün işkembeyi temizleten, belki de nimet atılmaz düşüncesiydi. Annelerimizin geçmişte tiksinmeden ve üşenmeden kelle paça ütmeleri, karın temizlemeleri belki de nimete şükür idi. Belki de geçmişin bereketi buydu. Bugün, dün burun kıvırarak yüzüne bakmayıp attıklarımıza para veriyoruz.

Garip değil mi bu? Bence nimetleri atarak nankörlük yaptık ve yapmaya devam ediyoruz. Bugün dize, ayağa, menisküs ağrısına iyi geliyormuş diye aldığımız sakatat bizden hıncını alıyor olmasın. Çünkü günümüzde ayak, diz ağrıları iyice arttı. Sanki sakatat "Siz misiniz benden tiksinen? Çekin benim gibi bir nimetten tiksinmenin ceremesini! Tedaviniz yine benden diyor gibi...

Kelle Paça (2)

Bir cuma günüydü. Akşamı ise mübarek bir gece. Herkes geceyi bir şekilde değerlendirirken biz ekran başında TİF işlemlerini girerek sabahladık. Sabaha doğru öğretmen evi müdürü sabah namazını kıldıktan sonra çorba içmeye gidelim dedi. Hem uykusuz hem de açız doğru. Ama sabah sabah daha gün ağarmadan ne çorbası içeceğiz? Sonra açık lokanta olur mu? Ayrıca lokanta sahibi "Sabah sabah burnunuz mu düştü" demez mi? Haydi adam esnaf, müşteri gelince hoşuna gider, bizi lokantaya giderken gören ne der? Adamlar deli dese haklılar dedim. Gidince görürsün, oturacak yer bulabilirsen şükret dedi.

Yorgun argın, üstelik gözümüzden uyku akıyor ve açız. Yanımızda öğretmen evi müdür yardımcısı da var. Çıktık yola. Kapu Camiinin orada bir yere götürdüler beni. İçeri utana sıkıla girdim. Gerçekten lokanta doluydu. Ailecek gelenler bile vardı sabahın köründe. Konya'da bizim gibi deli sayısı epey varmış dedim. Gülüştük.

Garson bizi bir yere oturttu. Ne alırdınız dedi. Epey bir çorba ismi saydı. Çoğunu o güne kadar tatmsmış, bir kısmının adını ise ilk defa duyuyordum.  Benim bildiğim ve içtiğim çorbalar yayla, mercimek, ezo gelin gibi klasik çorbalardı. Arkadaşlar bana baktı. Ne yerseniz, bana da o dedim. Kelle paça yiyeceğiz dediler. Nasıl bir şeyse ben de istiyorum aynısından dedim. Bir çorba hem de adı kelle paça olan bir çorba bu kadar mı güzel, bu kadar mı lezzetli olurdu. Tıka basa yedik.

Sonrasında yine kelle paça içmek için bir arkadaş grubuyla beraber pazar günleri sabah namazında Kapu Camiinde buluştuk.
                                     *
Adı kelle paça olsa da paçayı bilmem ama kelle dedikleri hayvanın başı olmalı dedim. Oymuş birkaç yıldır kestiğimiz kurbanın kellesini yüzüp temizlemeye başladım. Kesim yerine bırakmıyorum. Biraz uğraştırıyor ama değiyor.
                                     *
İçişleri bakanı çarşıya çıkarken dönüşte kelle paça, biraz da kuyruk yağı al gel dedi,  Emir demiri keser misali girdim bu işi satan esnafa. Kelle yok mu dedim "yok" dedi. Paça hangisi dedim. Şu dedi. Gördüğüm hayvanın ayağı idi. Yani kurban kestiğimizde kediler, köpekler yesin diye kenara bıraktığımız ayakların ta kendisiydi. Doğrusu paça deyince ayağın biraz üstü olmalı diye düşünüyordum. Ayak ve diz ağrılarına iyi gelen paça bu mu dedim. Evet dedi. İyi, ver şuradan bir kilo dedim. Bu, kilo ile verilmez, tane hesabı dedi. Kaça tanesi dedim. 2.5 lira dedi. Kaç tane almalıyım diye düşünürken yanındaki arkadaş, şimdilik dört tane al dedi. Baktım yanında işkembe de var. Bir kilo da bundan ver dedim. Evimin yolunu tuttum.