11 Şubat 2019 Pazartesi

Padişahlığa Özenmeyen Var mı İçimizde? *

Bakmayın siz zaman zaman padişahlık sistemini eleştirdiğimize: "Yok padişahlar tek adamdı, despottu; dediği dedik, astığı astık idi. Genellikle babadan oğula geçen bir sistemdi. Bu sistemde vatandaşın söz hakkı yoktu. Padişahın sözü kanundu, her şey onun iki dudağı arasındaydı. Ölünceye kadar tahtta dururdu." der, ardından "Bereket, cumhuriyet kuruldu da monarşiden kurtulduk" deriz. 

Yaptığımız bu eleştirilerde haklı mıyız?  Halkıyız elbet. Çünkü saltanatın savunulacak  bir tarafı yok. Yaptığımız eleştiri de bir durum tespiti. Şimdi izin verirseniz tespitlere devam edelim.

1923'de saltanatı kaldırarak cumhuriyeti kurduk, seçimler yaptık, vekiller ve cumhurbaşkanları seçtik, Peki seçimler yaparak saltanattan kurtulduk mu? Pek sayılmaz. Çünkü bu ülkeyi yönetmeye talip hemen hemen herkesin bilinçaltında padişah olma, tek adam olma, ebedi olma hayali hep olmuştur. Mesela Mustafa Kemal, karşısında hiç aday olmadan Meclisin oyuyla 4 dönem cumhurbaşkanı seçilmiştir. Toplamda 15 yıl cumhurbaşkanlığı yapmıştır. Genç yaşta vefat etmemiş olsaydı kuvvetle muhtemel karşısına aday çıkmadan daha uzun süre cumhurbaşkanı olacaktı. Atatürk, Cumhurbaşkanı iken biri karşısına aday olarak çıkmaya cesaret edebilir miydi? Öyle zannediyorum, kimse aday olamazdı.

Atatürk'ün vefatının ardından tek aday olarak gösterilen İsmet İnönü, çok partili sisteme geçinceye kadar aralıksız 12 yıl cumhurbaşkanı olmuş ve partisi tarafından ölünceye kadar partinin değişmez genel başkanı ve Mili Şef ilan edilmiştir. Dış baskı olmasaydı İnönü, çok partili sisteme geçmeyecek ve ölünceye kadar başımızda cumhurbaşkanı kalacaktı. Seçim mi? Problem değil, tek aday olarak onaylanmış sadece. Çok partili sistemden sonra muhalefete düşmesine rağmen siyasette mücadele etti. Eğer partisi yeniden iktidara gelebilseydi, yeniden cumhurbaşkanı olmaktan geri durmazdı.

60 ihtilâlı olmasaydı 10 yıl cumhurbaşkanlığı yapan Celal Bayar, görevine devam edecekti.

Aradakileri geçelim. Bunlar, Anayasa ile sınırlandırılmasaydı belki de gitmeyeceklerdi. Süresi dolanlar da görevlerini bırakıp giderlerken üzüntüleri görülmeye değerdi.

İlk üç cumhurbaşkanında olduğu gibi şu anda partili bir cumhurbaşkanı var: Erdoğan. Üstelik halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı. Seçilirken de karşısında adaylar vardı. Belki de ilk demokratik cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası cumhurbaşkanı seçildi. 5 yıl olan süresi bitince öyle zannediyorum 2.beş yıl için de aday olup belki de tekrar seçilecek.  Halihazırda başka partilerden karşısına aday çıkabiliyor iken partisinden "Ben de adayım" diye karşısına çıkabilen olur mu Erdoğan'ın? Sanmam. Ne şansı olur ne de cesareti. Yetkilerine gelince tek partili sistemin cumhurbaşkanları olan Atatürk ve İnönü gibi hem partisine hakim, hem ülke siyasetine hakim. Sözünün üzerine kimse söz söyleyemez. Süresi bitince Erdoğan siyasetten çekilir mi? Sanmam. Bekleyip göreceğiz. Çünkü siyasette bir gün bile uzun sayılır. Yarın çok şeylere gebedir. Süre bitiminde köprünün altından çok sular akabilir.

Sözün özü 1. 2. ve sonuncu cumhurbaşkanları partili ve tek yetkili. Bugüne kadar olmasını isteyip de dedikleri olmamış değildir. Tıpkı ülkeyi babadan oğula yöneten padişahlar kadar etkili ve yetkinler. Bir dedikleri ikiletilmez. Buradan benim çıkardığım, ülke ister mutlakiyet, ister cumhuriyet ile yönetilsin bizdeki kişilere bağlı saltanat düşüncesi değişmiyor. Belki tek farkı, saltanatta dayatma var ise cumhuriyette ikna yöntemi ya da Meclis çoğunluğuna güvenme düşüncesi vardır. Sonuçta her ikisinde de gelen, gitmemek üzere görevini ifa etmektedir. Süresi bitip gitmek zorunda kalırlarsa en büyük hayıflanmaları bir süre sınırının olmasına olur.

Yukarıda örnekler verirken isimlere yer verdim. Örnek verirken amacım, cumhurbaşkanlığı yapan kimseleri eleştirmek ve ayıplamak değildir. Niyetim bir durum tespiti idi. Seçildiği zaman gitmemek üzere görev yapanlara da kızmıyorum. Aynı durumda olsaydım, kuvvetle muhtemel ben de gitmemek üzere bu devletin başında olur, sözümün üzerine söz söylemezdim herhalde. Çünkü bende de her Türk vatandaşında olduğu gibi padişahlık özlemi var. Sistemin adı ister cumhuriyet, ister mutlakıyet olsun, kitabına uydururdum. Çünkü bizim ülkemizde yerleşmiş kurum kültürü yoktur; kişilere bağlı, onları başta tutmaya yarayan kişi siyaseti vardır.

Anlatmak istediğim, ülkeyi ister yöneten olalım, ister bu ülkenin siyasetten uzak bir bireyi olalım, hepimizin içinde -karşı çıksak da- bir padişahlık özlemi var. Özellikle Doğu toplumlarında durum budur. Biz, süresi bitip arkasına bakmadan çekip giden ABD başkanlarına benzemeyiz. Konan kural, yasa veya Anayasayı bile kendi lehimize olacak şekilde değiştirmekten geri durmayız. Yeter ki yerimizde kalalım.

Bilmem meramımı anlatabildim mi? Ben biraz anladım gibi. Umarım size de anlatabilmişimdir.

*30/10/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

10 Şubat 2019 Pazar

En İyisi Banka Yönetim Kurulu Üyeliği Galiba! ***


Birkaç yıldır sebebini anlayamadığım şekilde bende bir makam ve koltuk hırsı belirdi. Nerede bir koltuk boşalsa senden iyisi can sağlığı dedi nefsim bana.  Vekil seçilmekten tutun da bakan olmaya, belediye başkanlığından Cumhurbaşkanlığına heveslenmediğim makam kalmadı. Günümüzde her kapıyı açan, her gittikleri yerde el üstünde tutulan ve adlarına bir çakmakları olan muhtar olmayı bile düşündüm. Gönlümden geçen hiçbir koltuk nasip olmadı bugüne kadar. Şimdi düşünüyorum da beyhude çabaymış bendeki. Yanlış yerde aramışım şöhreti ve koltuğu. Olmayacak duaya amin demek gibi bir şeymiş bendeki bitmez tükenmez bu hırs.

Ne düşünüyorsun, yeni yol haritan nedir derseniz bundan sonra en büyük hayalim, bir bankanın yönetim kurulu üyesi olmak. Bu da nereden çıktı demeyin, atlamışım bugüne hep. Dar bir ufka sahip olduğuma hayıflanıyorum şimdi. Neden daha önce bir bankanın yönetimine kendimi atmayı düşünmedim? Şimdi düşünüyorum da benim geleceğim banka yönetim kurulu üyeliğindeymiş. Bu karara ne zaman vardın derseniz bir akşam TV kanalında bir akademisyeni ağzım açık dinledim. Mustafa Kemal'in bir bankada yüzde 28'lik bir hissesi varmış. Bu paranın temettüsünü Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumuna bağışlamış. Bu paranın TDK ve TTK'ya gidip gitmediğini denetlemekle müzmin muhalif partimizi yetkili kılmış. Bu partimiz de kendisi bir kuruş para almadan ilgili bankanın yönetim kuruluna üç üye atamakla yükümlü. Buraya kadarını hepiniz biliyorsunuz sanırım. Denetim görevini yapmak üzere atanan partili üyenin beheri ne kadar maaş alıyor derseniz, 22 bin lira efendim. Eski parayla 22 milyar. Yani 27 yıldır devlete çalışan benim aldığım maaşın 5 kat fazlası. Bu parayı duyunca dudağım uçukladı ama iştahım kabardı. Devlet memuru olup 27 yıldır boşa kürek çekmişim. Zamanında bu partiye girip bir nefer gibi çalışsaydım hiçbir şey olamasam bile ilgili bankanın yönetim kurulu üyeliğine kendimi bir atabilseydim bugün kendim ihya olduğum gibi çoluk-çocuğum da bayram eder, sayemde güngörmüş olurlardı. Kör talihim dedim kendi kendime. Taş atıp elim mi yorulacaktı, sabahtan akşama mesai mi yapacaktım? Banka görevlilerinin aylık, üç, altı ve yıllık hazırlamış oldukları temettünün altına imza atıp paranın TDK ve TTK'ya gidip gitmediğini sistemden takip edecektim. Sistemi anlamasam da ilgili kurum başkanlarına telefon açıp "Sayın başkan emanet hesabınıza geçmiş mi, bir bakar mısın" diye sorardım.

Sizden istediğim bana bundan sonra sırada hangi göreve talipsiniz dememeniz. Bundan sonra tek hedefim hiç sağa sola bakmadan adı geçen bankanın yönetim kurulu üyesi olmaktır. Başka verilecek hiçbir görevde gözüm yok. Çok şey isteyip hiçbir şey olamamaktansa tek şeye odaklanmamın daha akıllıca olacağını düşünüyorum artık. Zaten bir şeyi çok istersen olur derler ya, benimki de öyle bir şey bundan sonra.

Banka yönetim kurulu üyeliği yaparken tek amacım vasiyetin yerine ulaşıp ulaşmadığını kontrol etmek olacaktır. Yani hizmet. Yaptığım hizmetin karşılığı olarak bana takdir edilen maaşa gelince bu sembolik maaşın iki bin lirasını beni bu zor göreve layık gören parti genel başkanımın ödemek zorunda olduğu tazminatlara katkım olsun diye partimde oluşturulan fona bağışlamak olacaktır.



***14/02/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Ne Kadar Halkçıyız?

Atatürk ilke ve inkılaplarından biri de halkçılıktır. Ne demek halkçılık? "Bireyler arasında hiçbir hak ayrılığı görmemek, topluluk içinde hiçbir ayrıcalık kabul etmemek, halk adı verilen tek ve eşit bir varlık tanımak görüş ve tutumu, popülizm." Benim bu tanımdan anladığım vatandaşların eşit olması, birinin diğerine karşı ayrıcalıklı olmamasıdır.

Halkçılık sadece bir ilke olarak kalmamış, aynı zamanda Anayasamızın 10.maddesinde de yer verilerek eşitlik, anayasal güvence altına alınmıştır:

"Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir."

"Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür."

"Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz."

"Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar."

Halkçılığı bu tanımıyla sevdim. Ki olması gereken de bu. Zira kimsenin kimseye karşı bir üstünlüğü olamaz, olmamalı da. Fakat böyle mi? Bu ülkede yaşayan herkes eşit ve eşit haklara sahip mi? Her birimiz kanun, ödev, imkan ve imtiyazlarda eşit miyiz? Keşke böyle olsaydı! Nasıl ki içki şişede durduğu gibi durmuyorsa bizdeki halkçılık da tamamen bir göz boyamadan, halkın gazını almaktan ibarettir. Sözde halkçılıktır bizdeki. Halkçılık değil, sınıfçılık var. Örnek ver örnek mi diyorsunuz. Buyurun:

*Her Türk vatandaşı askerlik yükümlülüğünü yapmakla yükümlüdür. Yaşı geldiği zaman herkes işini, gücünü bırakır; asker harçlığı hariç devletten bir kuruş para almadan askerlik vazifesini yerine getirir. Burada sormak isterim. TSK'da görev yapmak üzere yetişen subaylar  bu anlamda bu ülkede askerlik yapıyor mu? Subayların yaptığı zaten askerlik, daha ne askerliği yapacak derseniz, subayların yaptığı askerlik, vatandaşın yaptığı askerlik değildir. Yaptıkları bir nevi devlet memurluğudur. Askeri okulu bitiren maaşlı olarak orduda görev yapar. Vatandaş nasıl askerlik yapıyor? Sivil hayattaki görevini bırakarak silahaltına alınıyor. Devlet ne kendine maaş veriyor ne de ailesine. SGK'si bile işlemiyor. Askerde geçirdiği süreyi emekliliğine saydırmak için vatandaş para ödemek zorundadır. Anlatmak istediğim vatandaşın yaptığı askerlik ile subayların yaptığı askerlik arasında dağlar kadar fark vardır.

*Milletvekilinin yaptığı siyaset ile devlet memurunun siyaseti arasında uçurumlar var. Mesela bir milletvekili, vekillikten istifa etmeden belediye başkan adayı olabiliyor, adaylık sürecinde maaşı ve diğer imkanları devam ediyor. Bir devlet memuru vekil veya belediye başkan aday adayı olmak isterse YSK'nin belirlediği takvimde memuriyetten istifa etmesi gerekiyor. Aday seçildim, seçileceğim derken aylarca maaş almadan bekliyor ya da arazide meccanen çalışıyor. Burada nerede eşitlik var? Memura deniyor ki maaş ve imkanlardan yoksun olarak çalış. Niçin vekiller için böyle bir yol düşünülmez? Bu ayrıcalık basit bir ayrıcalık değildir.

Verdiğim bu iki örnek bile bu ülkede eşitliğin olmadığını göstermektedir.