1 Aralık 2018 Cumartesi

Bu Yazımı Cami Görevlileri de Okur Umuduyla! (1) *

1976 veya 1977 yılları olsa gerek. İlkokul beşe geçtiğim veya bitirdiğim yılın güz aylarından bir cuma günüydü. Babam bir inşaatta amele olarak çalışıyor. Annem babam için azık hazırlamış, cumadan hemen sonra kendisine götürmemi istedi. Aman gecikme diye de sıkı sıkı tembihledi.

Elimde azık çıkınıyla birlikte yola çıktım. Cumayı nerede kılayım diye düşündüm. Kendi camimizde mi kılayım yoksa babamın çalıştığı yere yakın Büyük Camide mi? Ama Büyük Caminin cemaati camiden geç çıkardı. Çünkü caminin imamı Sarı Hoca namazı yavaş kıldırırdı. En iyisi namazı daha hızlı kıldıran mahallemiz imamı Esat Hoca'nın arkasında yani mahallemizde kılmalıydım. Çünkü inşaatta çalışan, bedenen efor sarf eden bir kişi kurt gibi acıkır, dört gözle öğle yemeğini bekler. Bekletmeye gelmezdi.

Aşağı mahalle adıyla bilinen mahallemiz camiine cuma kılmak için elimde azık çıkınıyla birlikte girdim. Tanımadığım biri vaaz veriyordu. Minberin önünde Esat Hoca yerine sarık ve cübbesini giymiş bir genç oturuyordu. Az sonra vaaz veren Çumra Müftüsü olduğunu tanıttı. Beldemize her zaman gelemediğini, bugün fırsat bulup geldiğini, gelirken de Çumra İHL son sınıfta okumakta olan bir genci hutbe okuyup namaz kıldırması, bir kişiyi de müezzinlik yapması için getirdiğini söyledi. Ardından çiftçilikle uğraşan kasabamızın şimdi ekin-harman ve ekim-dikim zamanı olmadığını, kimsenin işi gücü olmadığını, şimdi zamana bağlı kalmadan vaaz vermenin tam zamanı olduğunu, rahat olup bağdaş kurmamız ve kendisini dinlememiz gerektiğini ekledi. Kendisi de bir güzel bağdaş kurdu mihrabın önünde.

Cuma ezanı okundu. Ne kadar vakit geçti bilmiyorum. Müftü Bey bir güzel konuştu. Konuştukça konuştu. Bitirmedi bir türlü. Hocamız güzel konuşuyordu ama ben onu tam dinleyemiyordum. Çünkü aklım-fikrim babamdaydı. Ona azığını yetiştirmem gerekiyordu. Çıkıp gitsem mi acaba dedim. Ama daha cumayı kılamamıştım. Olmazdı. Haydi hocam! Ne olur, bitir şu konuşmayı! Herkesin işi olmayabilirdi ama benim işim vardı dedim içimden. Ne mümkün efendim! Konuştukça açıldı müftü bey! O zamanlar küçük bir çocuk olsam da müftü; içini, bildiklerini ve tüm birikimlerini camimize boşalttı desem yeridir. Tıpkı seyis hikayesinde papazın vaaz vermesi gibi. (Bu yazıda anlatılan hikayeyi okumak için https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2017/10/bu-dugunu-gormediyseniz-cok-sey-kacrdnz.html)

Vaaz ne zaman bitti, cumayı ne zaman kılabildik hatırlamıyorum. Bildiğim tek şey benim evdeki hesabın camide tutmadığıydı. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştum. Namazı nasıl kıldım, caminin arkasına koyduğum nevaleyi nasıl aldım, çarık ayakkabılarımı nasıl giydim, camiden nasıl çıktım, nereye bastım bilmiyorum. Bildiğim deli danalar gibi dörtnala koştuğum. Koşarken Büyük Caminin önünden geçtim. Ne cemaat vardı caminin önünde ne de imam. İn-s- cin top oynuyordu. Sarı Hoca camiyi kilitlemiş, evine çekilmişti çoktan.

Nihayet babamın çalıştığı yere yaklaşırken durmadan nerede kaldı bu çocuk diye sağına soluna bakınan, bir taraftan da çalışan babamın daha ben yanına gelmeden bana olan hışmını el kol işaretinden anlayabiliyordum. Yanına varmadan kızmaya başladı. Nerede kaldın, saat kaç oldu dedi. Cumadan yeni çıktım dedim. Bu saate cuma mı kaldı dedi. Müftü gelmiş, vaaz verdi dedim. Cumayı kılmadan çıkıp gelseydin dedi. Ardından elimdekini almasıyla birlikte bir kenara çömeldi. Zaten açlığa dayanamayan, kolay kolay öğün kaçırmayan babam aç kurt gibi yemeye başladı. Bir taraftan da sana göstereceğim der gibi kafasını salladı durdu bana. (Meğersem birlikte çalıştığı arkadaşları cumadan sonra yemeklerini yemiş, babam bir güzel onlara bakmış, ardından işe koyulmuşlar. Onlar tok, babam ise aç bir şekilde.)

Babamın işe yeniden koyulmak için sinirli ve hızlı bir şekilde yediği yemek kabını aldıktan sonra evin yolunu tuttum. Ama içimde görevimi yapmış bir kişinin hazzı yoktu. Çünkü babamı memnun edememiştim. O zaman düşündüm mü bilmiyorum ama bugünden o güne bakınca rahmetli babamı gözümün önüne getirdim. Kendisini tanıdığım andan itibaren bir vakit namazını geçirdiğini görmedim. “Namaz kocatmaya gelmez” ve 27 kat sevabı var derdi hep. Tüm namazlarını camide cemaatle kılar, eve gelince de ilave nafile namaz kılardı. Namazlarını kılarken de ağır ağır ve huşu içerisinde kendisini namaza verir, namazdan çalmazdı. Aceleci biriydi ama iş namaza gelince namazın hakkını tam verir, aheste aheste kılardı. Bizi de namaza teşvik eder, kılıp kılmadığımızı ve camiye gidemediğimiz zaman niye gelmediğimizi sorardı. Namazımızı kıldığımız zaman sevinçten dört köşe olurdu. Namaz kılmayan birini gördüğünde kızar ve “Yiğidin alnı secdeye gelir mi” diyerek esprisini de patlatırdı.  Ama nedense bu sefer kıldığım cuma namazından memnun olmamış ve “Kılmadan çıkıp gelseydin” demişti bana. Bunu herkesten beklerdim de babamdan beklemezdim. Demek ki canına tak etmiş, beklemek ve açlık. (Devam edecek) 

*21/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

30 Kasım 2018 Cuma

Kamu Yöneticileri Zenginleşebilir mi? *

Hz. Abbas'ın valilik görevi biter ve Mekke'ye birkaç deve yükü mal ile döner. Ömer ile Abbas arasında şu manidar konuşma geçer:

--Bu mallar nedir?

--Ticaretten kazandığım mallardır.

--Bu malları hazineye vermelisin.

--Benden şüphen mi var, Ömer?

Hz Ömer Abbas’ı ikna edemeyince Halife Hz Ebu Bekir’in yanına giderek Abbas’ın mallarına el konmasını ister. Hz. Ebu Bekir:

--Ey Ömer, bu kişi Abbas'tır. Ondan nasıl şüphelenirsin, der ve Abbas'ın mallarına el konulmasını reddeder.

Hz. Abbas sabaha kadar rüyasında suda boğulduğunu görür. Sabah vakti ilk işi Hz. Ebu Bekir'e gider, durumu anlatır ve bütün malları hazineye bağışlar.

Hz. Ömer'i çağırırlar ve "Ey Ömer! Sen haklı çıktın. Bu karara nasıl vardın?" diye sorarlar.

Hz. Ömer ise içtihadını şöyle açıklar: "KAMU YÖNETİCİLERİ ZENGİNLEŞEMEZLER."

*

Peygamberimiz bir kişiyi bir bölgeye vergi memuru olarak gönderir, o kişinin gittiği bölgedeki insanların bazıları, vergi memuruna hem vergilerini hem de o memurun şahsına bazı hediyeler verirler. O vergi memuru, Hz Muhammed’in huzuruna gelince ‘‘Şunlar topladığım vergiler, bunlar ise bana verilen hediyeler deyince Peygamberimiz o memura ‘‘Eğer sen evinde otursaydın yine de sana bu hediyeler verilir miydi, diye çıkışır.

*

Ömer b. Abdülaziz halife olunca yaptığı işlerden biri de kendisinden önceki Emevi sultanlarının eşine verdiği bileziği beytülmalin malı diyerek hazineye gelir irat etmiştir.

           *

Yukarıda İslam tarihinden verdiğim üç örnek okunmaya ve üzerinde düşünmeye değer örneklerdir. Özellikle kamuda görevli ve yönetici veya kamuya iş yapan kişilerin  bu örnekleri tekrar tekrar okumasında ve kıssadan hisse çıkarmasında fayda vardır. Bugün kamuda üst yönetici olarak görev yapan ya da devletle ihale vb yollar ile iş tutan kimseler aşırı zengin, zenginlikleri de kamu malını kendi zimmetlerine geçirdiler veya ihaleye yüksek rakam yazdılar iddiasında falan değilim. Bu durumu en iyi kendileri bilir. Ama düşünmeden edemiyor insan. Hatta bizde çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz diye bir atasözümüz var.

Günümüzde kanunların vermiş olduğu yetki, sorumluluk, bazı hak ve ayrıcalıklarla üst yöneticilik yapanlar şundan emin olsunlar ki devletin verdiği bazı haklar vardır ki meşru olsa da hakkaniyete uymaz. Yani ahlaki değildir. Ahlaki olmayan bir şeyi ise dinimizin kabul etmesi mümkün değildir. Devlet size güvenmiş, her türlü imkanı size sunmuş, emrinize vermiş. Bir iş tutulurken yoğurdu üfleyerek yememizde fayda vardır. Yoksa su akarken doldurup midemize indirdiğimiz maazallah ateş olmasın. Dediklerimden illaki devletin parasını cebimize doldurmamız anlaşılmasın. Aynı zamanda devlet malını hoyratça kullanmak, birilerine peşkeş çekmek ve görevimiz devlete hizmet iken devleti kendimize hizmet eder noktasına getirmek de devlet malını kendi lehimize kullanmak gibidir. Bu da haramdan azade değildir. Haydi kendinizi bir sorgulayın. Tıpkı Abbas gibi…

Sonuç, kamu yöneticileri zenginleşemez. Bizden söylemesi...  

*14/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

28 Kasım 2018 Çarşamba

Din Öğretimi Genel Müdürlüğü İyi Yapmıyor ***

Din Öğretimi Genel Müdürlüğü kurulduğu andan itibaren hiç bu kadar hareketli olmadı. Hiç durmuyor. Hızda MEB'in diğer müdürlüklerini solladı geçti DÖGM. Girmediği, karışmadığı alan yok gibi. Haziran ve eylül aylarında öğretmenlerin yapmakla yükümlü olduğu seminer programlarını da hazırlıyor. İlçede görev yapan İHL, İHO öğretmenlerini ve diğer okullardaki Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenlerini belirli bir yerde topluyor.

Proje üstüne proje, program üstüne program, etkinlik üstüne etkinlik geliştiriyor ve yarışma şartları belirliyor. Ardından “Alın bunları uygulayın” diye okullara gönderiyor. Tüm bunları okullarda uygulayacak olanlar da DİKAB(Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi) öğretmenleri.  Öğretmenler her ay hangi etkinlikleri yaptığını rapor şeklinde okul idarelerine vermek zorunda. Anlayacağınız Din Öğretimi Genel Müdürlüğü tam gaz çalışıyor.

Din Öğretimi’nin yaptığı bunlarla sınırlı değil. İki senedir de ilçede bulunan tüm Din Kültürü öğretmenlerini ayda bir değişik okullarda toplamak suretiyle onlara konunun uzmanları tarafından seminer veriliyor. Adı da DÖGEP. Açılımı: Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenleri Gelişim Programı. Tamam bunu da yapsın, eyvallah diyebiliriz. Ne zaman yapıyor bunu sorumlular? Öğretmenin dersinin olduğu vakit. Yani öğretmeni dersten alıyor, onlara seminer verdiriyor. Bu durum senede bir falan değil, aylık rutin olarak yapılıyor.

Düşünün ki bir okulda görev yapan 8-10 DİKAB öğretmeni var. Bunları görevli izinli sayarak seminere alıyorsun. Bu öğretmenlerden her birinin o gün okulunda 6’ar saat ders yükleri olduğunu farz edelim. 6*8= 48 saatlik bir ders boş geçecek demektir. Bu kadar öğretmenin dersini dolduracak okulun nöbetçi öğretmen sayısı yeterli gelmez. Haydi diyelim ki nöbetçiler vasıtasıyla bu dersler dolduruldu. Nöbetçi öğretmen bu doldurduğu derste yoklamayı alıp sınıfın daha fazla gürültü yapmasını önlüyor sadece.  

Seminer öncesi bir okula uğradım. Müdür Din Kültürü öğretmenlerinin seminere gittiğinden, derslerini doldurma imkanı olmadığından dertliydi. Ben orada iken yardımcısını çağırdı: Hocam öğrencileri bahçeye çıkaralım dedi. Bu durumda başka da yapabileceği bir şey yoktu. Çünkü nöbetçi öğretmeni yeterli değildi.

Konuyu sadece bir okul üzerinden değil de ilçe üzerinden konuşursak mesele daha iyi anlaşılmış olur. Diyelim ki ilçe merkezinde 150 öğretmen var. Her bir öğretmenin görevli izinli sayıldığı seminer günü okulunda 6’ar saat dersi var. Karşımıza 900 ders saati çıkıyor. Bu durumun eğitim ve öğretim boyunca 5 defa yapıldığını düşünün: 900*5= 4500 saat ders boş geçiyor. Yani DÖGM bir iş yaparken boş geçen dersi hesaba katmıyor. Bu durumda boş geçen derse mi üzülürsün, seminere alınan öğretmen haftaya o sınıfa derse girdiği zaman dört saatte anlatacağı dersi iki saate sıkıştırdığına mı yansın, okul idaresi boş geçen dersleri dolduramadığına mı hayıflansın.

Hasılı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün derslerin işlendiği esnada DİKAB öğretmenlerini geliştirme amacıyla onları seminere alması sağlıklı bir tasarruf değildir. Bu program neresinden tutarsanız maalesef elinizde kalır. Sonuç, sadece Din Öğretimi’nin planladığı seminer yapılmış oluyor. Geride bir alay boş geçen ders kalıyor. Din Öğretimi’nin iki yıldır uygulamaya koyduğu bu DÖGEP’ten maalesef ne Din öğretmenleri ne okul yönetimleri ne ilçe yönetimi ne de diğer öğretmenler memnun. Sanırım hala bu uygulamayı sürdürdüğüne göre camiada tek memnun Din Öğretimi Genel Müdürlüğü. O zaman Din Öğretimi yetkililerine bir sözümüz olsun.

Sayın Din Öğretimi Genel Müdürlüğü yetkilileri! İyi niyetli olduğunuza yürekten inanıyorum. “Öğretmenlerim bilgilensin, kendilerini geliştirsin” diye düşünüyorsunuz. Harekette bereket vardır. Ama sizin bu iyi niyetiniz iyi sonuç vermiyor. Çünkü bir şeyi yapacağız derken diğer bir şeyleri yıkıyorsunuz. Sizin bu yaptığınız namaz kılmak için orucu terk etmeye benziyor. Halbuki bir şeyi yaparken diğer bir şeyi yıkmamak prensibimiz olmalı. Kusura bakmayın! Yanlış yoldasınız. Yanlış yol ile doğru bulunmaz. Eğer bu işi hala yapmaya devam edecekseniz bu DÖGEP’i haziran-eylül seminer dönemlerinde yapsanız. Yok bu olmaz derseniz DİKAB öğretmenlerini yaz dönemi hizmet içi eğitim seminerine alabilirsiniz. Ne karar verirseniz verin ama asla öğretmeni dersten almayın. Ne olur, yol yakınken bu uygulamadan vazgeçin!

*** 01/12/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.