27 Kasım 2018 Salı

Teşekkür Belediyeciliği ***

—Üstadım! Nerede bir koltuk boşalsa -ilgi alanına girsin veya girmesin- bakıyorum oraya göz kırpıyor, büyük bir beklenti içerisine giriyorsun. Kendini tüm koltuklara layık mı görüyorsun yoksa sendeki bitmez tükenmez bir koltuk hırsı mı?
—Teessüf ederim. Ülkeme hizmetten başka bir düşüncem yok.
—Ülkeye hizmet illaki bir koltukla olmaz. Elinden gelen bir şey varsa mevcut pozisyonunla da yapabilirsin.
—İyi de hizmet yaparken altımda bir de koltuk olsa fena mı olur?
—Olurdu olmaya da kendi alanında bir koltuk istesen eh diyeceğim. Ama sen Diyanet İşleri Başkanlığı boşalır; oraya göz kırpıyorsun, Milli Takım Teknik Direktörlüğü veya bir kulübün hocası istifa etse hemen bir beklentiye giriyorsun. Kah bakan veya yardımcısı, kah vekil, kah Cumhurbaşkanı olmaya kalkıyorsun. Şimdi de sırada belediye başkanı olmayı düşünüyorsun. Yarın nerelere göz kırpacaksın Allah bilir!
—İsteyemez miyim? Sonra benim olanlardan ne eksiğim var?
—Tamam kardeşim, anladım. Bu göz kırptığın koltuklar birbirine zıt yerler. Haydi ilahiyatçısın, DİB başkanlığı olabilir diyeceğim. Teknik heyete soyunmaya ne diyelim?
—Ayıp oluyor ama! Belki de en kolayı teknik hoca olmak. Yönetime bir liste verirsin: Ben şunları şunları istemem, şu futbolcuların alınmasını istiyorum dersin. Almazlarsa istediğim futbolcular alınmadı der, maaşımı alır, işime bakarım. Dediğim mevkilere istediğim futbolcu alınır da başarı gelmezse takımın kondisyon eksikliği var, zaman gerek derim. Kulübün istediği başarı bir türlü gelmez ise kulüp yönetimi anlaşmayı tek taraflı feshedebilir. Onlara niye böyle yaptınız demem ve gücenmem. Ben işime son verildikten sonra mukavele gereği alacağımı yattığım yerden yine almaya devam ederim. 
—Pes doğrusu! Pekiyi siyasetten anlıyor musun? Mesela belediye başkanlığından. Senin o göz kırptığın koca belediyeyi yönetmeyi sen çocuk oyuncağı mı sanıyorsun?
—Haksızlık yapıyorsun ama! Ben öyle büyükşehir istemiyorum. Bana büyükşehir olan bir ilin bir ilçe belediye başkanlığı da olsa yeter. Zira orada da koltuk var.
—Diyelim ki koca şehrin bir ilçesinin belediye başkanı oldun. Yeni büyükşehir yasasıyla birlikte sorumluluk hep büyükşehirde. Küçük belediyenin doğru dürüst imkanları yok. Nasıl hizmet edeceksin vatandaşa?
—İşte ben de tam bu yüzden istiyorum ilçe belediyesini. Nasılsa çöpün dışında ilçenin hemen hemen tüm yük ve sorumluluğu büyükşehirde. Anlayacağın bana pek iş kalmayacak.
—Ama vatandaş daha bu yasaya pek alışmadı. Senden bekler tüm hizmeti. Bu durumda ne yapacaksın?
—Bundan kolay ne var? Kim ne isterse efendim bu iş büyükşehrin uhdesinde diyeceğim.
—Pekiyi sen ne yapacaksın orada? Seni vatandaş niye seçecek bu durumda?
—Öyle deme! Bulurum elbet kendime bir iş.
—Mesela?
—Çöp benim sorumluluğumda olacak biliyorsun. Çöp deyip de geçme! Her işi üzerine alan büyükşehir çöpü niye almaz? Demek ki zor bir iş! Bir an için ilçenin çöplerinin toplanmadığını düşün. İlçe kokudan geçilmez. Demek ki sorumluluğumda olacak temizlik işi önemli.
—Her işi yapan büyükşehir çöpü niye almaz? Bunu anlayamadım ama haydi diyelim ki çöp önemli. Çöpün dışında ne iş yapacaksın?
—Öyle deme, kırılıyorum bak! Geri kalan zaman diliminde düğün, cenaze ziyaretleri yaparım, pazar yerlerini gezer, pazarcı esnafıyla iç içe olurum. 
—İyi de bir beş sene böyle geçer mi?
—Teşekkür belediyeciliği yapacağım.
—Nasıl yani? Üstüme iyilik sağlık! Bu da yeni mi çıktı? Nedir teşekkür belediyeciliği?
—Efendim! Az önce çöpün dışında her şey büyükşehrin sorumluluğunda, o yapacak dedik ya!
—Evet o yapacak. Sen?
—Büyükşehir yapacak, ben ona sosyal medya üzerinden teşekkür edeceğim. Mesela mezarlıkların otunu yoldurdu, ben "İlçe mezarlığımızın otunu yolan büyükşehir belediye başkanımız falana çok teşekkür ediyorum" diyeceğim. Yol mu yaptı? Teşekkür! Park ve bahçe mi yaptı? Kilitli taş mı döşedi? Teşekkür! İlçemizi ziyaret mi etti? Teşekkür! Hasılı ilçem için yapılan her hizmet için durmadan sosyal medya üzerinden teşekkür paylaşımı yapacağım. Kısaca benim teşekkür belediyeciliğim budur.
—Bunlar zaten kanunla belediyeye verilmiş bir görev değil mi? Bu durumda neyin teşekkürünü yapacaksın?
—Şimdi olmadı. Yapılan bir iyiliğe teşekkür etmeyecek kadar nankör değilim. O yapacak, ben teşekkür edeceğim.
—Bunun için seni orada tutmaya gerek var mı? Ne diye sana bir makam veriliyor, altına bir koltuk konuyor, ne diye başkan seçiliyor? Bu devletin yaptığı iş mi?
—Doğrusunu istersen bundan ben de pek bir şey anlamadım. Ama devlet büyükşehir olan belediyelerin ilçe belediyelerini durduruyor ve buralarda hala seçim yapıyorsa vardır bir bildiği. Hikmetinden sual olur mu?
—Şey?
—Ne buyurdunuz?
—Acaba ben de böyle bir belediyede başkanlık düşünsem mi diyorum?
— Durduğun hata! Zaten bir sen, bir ben kaldık aday olmayan.

*** 04/12/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Dinlemek Bir Nimetmiş Meğer! *


Allah’ın insanoğlu için verdiği nimetler say say bitmez. Keremine şükür! Vermiş de vermiş. Şu anda bana “Allah’ın insanoğlu için verdiği en büyük nimet nedir” diye bir soru sorsanız hiç düşünmeden tereddütsüz “susmak ve dinlemek” derim. Bu kanıya nereden vardınız derseniz benim dinlemek için gittiğim seminerde her lafa karışan, konuşmacıdan daha fazla konuşan insanı görünce siz de en büyük nimet olarak susmak ve muhatabı dinlemek cevabı verirdiniz.

Adam konuşmacı değil, tıpkı benim ve salondakiler gibi bir dinleyici. Sunumu yapan
-nereden aklına geldiyse- tek düze bir konuşma yapmayayım, dinleyicilerin dikkatini çekeyim diye bir soru sordu. Sen misin soran? Susturabilene aşk olsun! Aldı adam seminerin merkezine kendisini. Kah örnek veriyor, kah itiraz ediyor, kah açıklama yapıyor. Tamam monolog iyi değil, dinleyicileri de işin içine katmak gerek. Ama bizim seminer, sayesinde monologdan diyaloga geçti. Biraz sunumcu, biraz da bizim ki konuştu. Biri bıraktı, öbürü aldı lafı. Bir an için bize sunum yapması için üniversiteden davet edilen hocayı indirip bu arkadaşı çıkarmak istedim kürsüye. Ama ne edersiniz ki etkisiz ve yetkisiz bir elemandım bulunduğum yerde.

Sunumu monologdan diyaloga dönüştüren, tabir yerindeyse kör ve sağırın birbirini ağırladığı bir ortamda diğer dinleyiciler olarak konu mankeni olduk. İşte böyle bir ortamda ben onları yani bizimkini dinledikçe susmanın ne büyük bir nimet olduğunu anladım.  Nasıl nimet olmaz ki? Allah iki kulağı bize bir diğer nimet olarak vermişken niçin bir dil vermiş? İki dinle bir konuş diye değil mi? Aman Allah’ım! İnsan bu kadar mı geveze olur? Bir insan bu kadar mı işin merkezine kendini alır ve bencil olur? Bir başkasının söyleyeceği yok mu deyip sağına soluna bakmaz mı bir insan? Allah bilir ya bu adamla teşriki mesaisi olan başta eşi, çocukları ve öğrencileri buna sabrettikleri için cennetlik olmalı.

Her toplantıda “Ben buradayım, ben bunların en alasını bilirim” dercesine kendisini gösteren bu muhteremin adını bilmesem de toplantıların içine eden bu kişiyi sima olarak tanıyorum. Kendisine söz verilmese de tıpkı Mecliste bazı vekillerin kürsüde konuşan hatibe laf attığı gibi laf atma yönü de var. Bugüne kadar bir Allah’ın kulunu beğendiğini görsem hiç gam yemeyeceğim. Bugün veya bir gün tıpkı oruç tutuyor gibi susma orucu tutacağım dese insan evladısın deyip alnından öpeceğim. Ama nerde? Adam boş teneke gibi gürültü yapıyor, bu böyle olmaz, şöyle olur dercesine kendini göstermeye çalışıyor. İşte bu yönüyle tanıyorum bu muhteremi. Keşke Allah Teala imsaktan-iftara kadar yeme, içme ve cinsellikten uzak kalmaktan ibaret orucu farz kılarken bir de susma orucunu bize farzı kılsaydı ne güzel olurdu. Böyle bir oruç şekli olsaydı en azından konuşamadığı için bu adam çatlar ölürdü de çoluk çocuğu, çevresi ve öğrencileri rahat bir nefes alır, “Şükür kurtulduk, dünya varmış” derlerdi.  

Neyse ki ben kendisini ayda bir rutin yapılan seminer dolayısıyla bir-iki saat görüyorum. Gecesini-gündüzünü bununla geçiren kişilere Allah ecir ve sabır versin. Bugünün nimetini tekrar edelim: Susmak en büyük nimettir.

* 30/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Teyzem, Allah Yardımcın Olsun! ***


Boşta kalırsa zaman zaman kullandığım, ayağımı yerden kesen eski model bir arabam var. Arabayı 13.00 gibi oğlandan aldım. 14.00’deki toplantıma kadar bir dostu ziyaret edeyim istedim. 15-20 dakika içerisinde dostumun çayını-kahvesini içip çıktım.

Ana caddeden tali yola girdim. Tali yol dedimse bilenler için işlek bir yol ama özel otoların dışında toplu taşımanın işlemedi bir yol girdiğim yol. Hemen sağda yaşı 75’i geçmiş kilolu bir teyzeyi bekler gördüm. Önünde de birkaç poşet market alışverişi var. Sanırım ana caddede bulunan marketlerden alışveriş yaptıktan sonra taşıyabildiği kadar taşımış, dinlenmeye koyulmuş. Durdum yanında. Teyze! Gideceğin yere kadar götüreyim teklifime “İyi olur yavrum” dedi. Poşetleri arabanın arka koltuğuna koydum. İster arka sola bin veya ön koltuğa otur teyze dedim. Zorlanarak ön koltuğa oturdu. Bana “buradan nereye gidiyorsun” dedi. Toplantıya gidiyorum dedim. “Kuzum! Allah ne muradın varsa versin, çok iyi oldu. Allah razı olsun! Şuradan şuraya getiremedim işte” diyerek duanın birini bıraktı, diğerine geçti. Belki de hayatım boyunca bu kadar duayı aynı anda işitmemiştim. Aslında bir şey yapmadım. Ne yolumu saptım, ne de oyalandım.

Görüntüsünden ayakta zor duran teyze ile birlikte 3-4 km yolculuk yaptım. “İşte burası evimiz, ben burada ineyim” dedi. Eşyalarını indirdim.   Göz ucuyla oturduğu eve bir göz attım. İçinde kaç oda var bilmiyorum ama ev yıkıldı yıkılacak. Eskinin tek katlı kerpiç evlerinden bir ev. Ev diyorum ama belki de tek gözlü bir ev. Burası sizin mi dedim. “Yok yavrum! Kira. Yeni artırdılar” dedi. Kaça oturuyorsun burada dedim. “250.00 liraya” dedi. Kimin kimsen yok mu soruma “Kocam var evde yatıyor, hasta kalkamıyor. Bu iş bana düştü. Ben de hastayım. Çalışıyordum, hastalığım artınca bırakıverdim” dedi. Sosyal güvenceniz var mı dedim. “Yok, ne arasın” dedi. Oğlan-kız yok mu dedim. “Var bir oğlum var. O bizden muhtaç ve beter durumda. Kendine hayrı yok ki bize olsun. Evliydi eşinden ayrıldı. Kaç çocukla bir başına kaldı. Mahalle muhtarına durumunu hiç anlattın mı dedim. “Anlattım, işte bu durumdayız” dedi. Teyze, Allah yardımcın olsun dedim, toplantıya yetişmek için yanından ayrıldım.

Toplantı salonuna geçtikten az sonra görevli kişi kalabalık bir topluluğa sunumunu yapmaya başladı. Ama nedense seminere kendimi veremedim. Vücut olarak salondaydım ama kafam teyze de takılı kaldı. Bir türlü aklımdan çıkmadı. Ne yer ne içerdi? Kim bakardı bunlara? Kirayı verebiliyorlar mıydı? Gerçi kiranın pek bir ehemmiyeti yoktu ama 250 lira bile onlar için bir şey ifade ediyor olmalıydı. Sonra o evde nasıl oturuyorlardı? Büyük bir ihtimalle ne doğal gazı var, ne de içeride bir su şebekesi. Soba yakıyor olmalılar. Çünkü o eve ne doğalgaz izni verirler, ne de oturma ruhsatı. Yıkılacağı günü bekliyor. Metruk bir ev teyzenin oturduğu yer anlayacağınız.

Biz Konya merkezde doğalgazlı konforlu bir evde keyif çatarken ayakta kalmak ve hayata tutunabilmek için yoklukta yaşam mücadelesi veren bu şekilde daha kaç hane var? Biz bilmiyoruz ama Allah biliyor. Elbette hesabı bizden sorulacak öbür dünyada. Öyle fildişi kulelerde halktan kendini soyutlayarak koltuk işgal etmeyle bu işler olmuyor. Tıpkı yetimlere bakan koca karının “Adli ilahi Ömer’den sorar onu” dediği gibi belediyesinden, muhtarından, kaymakamından da hesabı sorulacak elbet.

Mahalle muhtarı mahallesini adım adım gezerek muhitindeki bakıma muhtaç olan bu tipleri listesine almalı. Kaymakamlığın uhdesinde olan Fak-Fuk-Fon bunlara kesenin ağzını açmalı, belediyeler yaptıkları sosyal yardımlarda bu tip aileleri pas geçmemeli. Çünkü sosyal devlet olmanın gereği budur. Öyle “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra” ile bu işler olmuyor maalesef!

*** 29/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.