27 Kasım 2018 Salı

Dinlemek Bir Nimetmiş Meğer! *


Allah’ın insanoğlu için verdiği nimetler say say bitmez. Keremine şükür! Vermiş de vermiş. Şu anda bana “Allah’ın insanoğlu için verdiği en büyük nimet nedir” diye bir soru sorsanız hiç düşünmeden tereddütsüz “susmak ve dinlemek” derim. Bu kanıya nereden vardınız derseniz benim dinlemek için gittiğim seminerde her lafa karışan, konuşmacıdan daha fazla konuşan insanı görünce siz de en büyük nimet olarak susmak ve muhatabı dinlemek cevabı verirdiniz.

Adam konuşmacı değil, tıpkı benim ve salondakiler gibi bir dinleyici. Sunumu yapan
-nereden aklına geldiyse- tek düze bir konuşma yapmayayım, dinleyicilerin dikkatini çekeyim diye bir soru sordu. Sen misin soran? Susturabilene aşk olsun! Aldı adam seminerin merkezine kendisini. Kah örnek veriyor, kah itiraz ediyor, kah açıklama yapıyor. Tamam monolog iyi değil, dinleyicileri de işin içine katmak gerek. Ama bizim seminer, sayesinde monologdan diyaloga geçti. Biraz sunumcu, biraz da bizim ki konuştu. Biri bıraktı, öbürü aldı lafı. Bir an için bize sunum yapması için üniversiteden davet edilen hocayı indirip bu arkadaşı çıkarmak istedim kürsüye. Ama ne edersiniz ki etkisiz ve yetkisiz bir elemandım bulunduğum yerde.

Sunumu monologdan diyaloga dönüştüren, tabir yerindeyse kör ve sağırın birbirini ağırladığı bir ortamda diğer dinleyiciler olarak konu mankeni olduk. İşte böyle bir ortamda ben onları yani bizimkini dinledikçe susmanın ne büyük bir nimet olduğunu anladım.  Nasıl nimet olmaz ki? Allah iki kulağı bize bir diğer nimet olarak vermişken niçin bir dil vermiş? İki dinle bir konuş diye değil mi? Aman Allah’ım! İnsan bu kadar mı geveze olur? Bir insan bu kadar mı işin merkezine kendini alır ve bencil olur? Bir başkasının söyleyeceği yok mu deyip sağına soluna bakmaz mı bir insan? Allah bilir ya bu adamla teşriki mesaisi olan başta eşi, çocukları ve öğrencileri buna sabrettikleri için cennetlik olmalı.

Her toplantıda “Ben buradayım, ben bunların en alasını bilirim” dercesine kendisini gösteren bu muhteremin adını bilmesem de toplantıların içine eden bu kişiyi sima olarak tanıyorum. Kendisine söz verilmese de tıpkı Mecliste bazı vekillerin kürsüde konuşan hatibe laf attığı gibi laf atma yönü de var. Bugüne kadar bir Allah’ın kulunu beğendiğini görsem hiç gam yemeyeceğim. Bugün veya bir gün tıpkı oruç tutuyor gibi susma orucu tutacağım dese insan evladısın deyip alnından öpeceğim. Ama nerde? Adam boş teneke gibi gürültü yapıyor, bu böyle olmaz, şöyle olur dercesine kendini göstermeye çalışıyor. İşte bu yönüyle tanıyorum bu muhteremi. Keşke Allah Teala imsaktan-iftara kadar yeme, içme ve cinsellikten uzak kalmaktan ibaret orucu farz kılarken bir de susma orucunu bize farzı kılsaydı ne güzel olurdu. Böyle bir oruç şekli olsaydı en azından konuşamadığı için bu adam çatlar ölürdü de çoluk çocuğu, çevresi ve öğrencileri rahat bir nefes alır, “Şükür kurtulduk, dünya varmış” derlerdi.  

Neyse ki ben kendisini ayda bir rutin yapılan seminer dolayısıyla bir-iki saat görüyorum. Gecesini-gündüzünü bununla geçiren kişilere Allah ecir ve sabır versin. Bugünün nimetini tekrar edelim: Susmak en büyük nimettir.

* 30/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Teyzem, Allah Yardımcın Olsun! ***


Boşta kalırsa zaman zaman kullandığım, ayağımı yerden kesen eski model bir arabam var. Arabayı 13.00 gibi oğlandan aldım. 14.00’deki toplantıma kadar bir dostu ziyaret edeyim istedim. 15-20 dakika içerisinde dostumun çayını-kahvesini içip çıktım.

Ana caddeden tali yola girdim. Tali yol dedimse bilenler için işlek bir yol ama özel otoların dışında toplu taşımanın işlemedi bir yol girdiğim yol. Hemen sağda yaşı 75’i geçmiş kilolu bir teyzeyi bekler gördüm. Önünde de birkaç poşet market alışverişi var. Sanırım ana caddede bulunan marketlerden alışveriş yaptıktan sonra taşıyabildiği kadar taşımış, dinlenmeye koyulmuş. Durdum yanında. Teyze! Gideceğin yere kadar götüreyim teklifime “İyi olur yavrum” dedi. Poşetleri arabanın arka koltuğuna koydum. İster arka sola bin veya ön koltuğa otur teyze dedim. Zorlanarak ön koltuğa oturdu. Bana “buradan nereye gidiyorsun” dedi. Toplantıya gidiyorum dedim. “Kuzum! Allah ne muradın varsa versin, çok iyi oldu. Allah razı olsun! Şuradan şuraya getiremedim işte” diyerek duanın birini bıraktı, diğerine geçti. Belki de hayatım boyunca bu kadar duayı aynı anda işitmemiştim. Aslında bir şey yapmadım. Ne yolumu saptım, ne de oyalandım.

Görüntüsünden ayakta zor duran teyze ile birlikte 3-4 km yolculuk yaptım. “İşte burası evimiz, ben burada ineyim” dedi. Eşyalarını indirdim.   Göz ucuyla oturduğu eve bir göz attım. İçinde kaç oda var bilmiyorum ama ev yıkıldı yıkılacak. Eskinin tek katlı kerpiç evlerinden bir ev. Ev diyorum ama belki de tek gözlü bir ev. Burası sizin mi dedim. “Yok yavrum! Kira. Yeni artırdılar” dedi. Kaça oturuyorsun burada dedim. “250.00 liraya” dedi. Kimin kimsen yok mu soruma “Kocam var evde yatıyor, hasta kalkamıyor. Bu iş bana düştü. Ben de hastayım. Çalışıyordum, hastalığım artınca bırakıverdim” dedi. Sosyal güvenceniz var mı dedim. “Yok, ne arasın” dedi. Oğlan-kız yok mu dedim. “Var bir oğlum var. O bizden muhtaç ve beter durumda. Kendine hayrı yok ki bize olsun. Evliydi eşinden ayrıldı. Kaç çocukla bir başına kaldı. Mahalle muhtarına durumunu hiç anlattın mı dedim. “Anlattım, işte bu durumdayız” dedi. Teyze, Allah yardımcın olsun dedim, toplantıya yetişmek için yanından ayrıldım.

Toplantı salonuna geçtikten az sonra görevli kişi kalabalık bir topluluğa sunumunu yapmaya başladı. Ama nedense seminere kendimi veremedim. Vücut olarak salondaydım ama kafam teyze de takılı kaldı. Bir türlü aklımdan çıkmadı. Ne yer ne içerdi? Kim bakardı bunlara? Kirayı verebiliyorlar mıydı? Gerçi kiranın pek bir ehemmiyeti yoktu ama 250 lira bile onlar için bir şey ifade ediyor olmalıydı. Sonra o evde nasıl oturuyorlardı? Büyük bir ihtimalle ne doğal gazı var, ne de içeride bir su şebekesi. Soba yakıyor olmalılar. Çünkü o eve ne doğalgaz izni verirler, ne de oturma ruhsatı. Yıkılacağı günü bekliyor. Metruk bir ev teyzenin oturduğu yer anlayacağınız.

Biz Konya merkezde doğalgazlı konforlu bir evde keyif çatarken ayakta kalmak ve hayata tutunabilmek için yoklukta yaşam mücadelesi veren bu şekilde daha kaç hane var? Biz bilmiyoruz ama Allah biliyor. Elbette hesabı bizden sorulacak öbür dünyada. Öyle fildişi kulelerde halktan kendini soyutlayarak koltuk işgal etmeyle bu işler olmuyor. Tıpkı yetimlere bakan koca karının “Adli ilahi Ömer’den sorar onu” dediği gibi belediyesinden, muhtarından, kaymakamından da hesabı sorulacak elbet.

Mahalle muhtarı mahallesini adım adım gezerek muhitindeki bakıma muhtaç olan bu tipleri listesine almalı. Kaymakamlığın uhdesinde olan Fak-Fuk-Fon bunlara kesenin ağzını açmalı, belediyeler yaptıkları sosyal yardımlarda bu tip aileleri pas geçmemeli. Çünkü sosyal devlet olmanın gereği budur. Öyle “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra” ile bu işler olmuyor maalesef!

*** 29/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.


Şöhret Afettir *


Allah herkesi farklı farklı imtihan eder. Bazılarına "Yürü ya kulum" der, gelmeleri gereken yere hızlı bir şekilde yükseltir. Kimine para, kimine makam vermek suretiyle çoğu kimseye nasip olmayacak şekilde kısa yoldan şöhret sahibi yapar.

Şöhret olmak, herkesçe tanınır olmak çoğumuzun istediği bir durumdur. Ama esas önemli olan zirvede tutunabilmektir. Nice şöhret olan kimseler vardır ki  bir müddet sonra tepetaklak aşağıya inmiştir. Şöhret olmayı taşıyamamışlardır. Çünkü şöhret bir afettir. İnsanı vezir yaptığı gibi rezil de eder.

İnsan tam şöhreti yakalamış ve tadını çıkaracağım dediği zaman niçin düşer? Aslında kişi doğal yoldan şöhreti yakalasa ve şöhret olduktan sonra kendi olmaya devam etse yani rol yapmasa çıktığı yerden kolay kolay düşmez. Çünkü hiçbir kalite tesadüf değildir. Tırnaklarıyla gelmiştir geldiği yere. Ama kişi ehil olmadan birilerini kullanarak kendini olduğundan farklı göstererek şöhret basamaklarına birden tırmanırsa bu şekil yakaladığı şöhretin altında ezilir. Çünkü kaldıramaz ve taşıyamaz. Çünkü şöhret olduktan sonra kameraların gözdesi olacak, ekranlar peşinde koşacak; yaptığı konuştuğu haber olacak, önüne mikrofon uzatılacak, altında koltuğu olacak, herkesin gözü üzerinde olacak. Yani bu durumda kişinin hiç kendine özgü özel bir hayatı olmayacak. Çünkü sürekli takip edilecek. Bu durumda kişi kendini ne kadar gizleyebilir ve kendini olduğundan farklı gösterebilir? Şöhretin hep devam edeceğini sanır. Ama bilinçaltında gizlediklerini bir gün boşaltır: Ya konuşmak ya yazıp paylaşmak ya da bir tasarrufta bulunmak suretiyle kendini ele verir. Çünkü kişi dilinin altında gizlidir.

Hangi şekilde gelirse gelsin şöhreti yakalayan kimse bulunduğu yerde tutunmak istiyorsa;
-Fazla konuşmayacak, bin düşünüp bir konuşacak.
-Yazıp çizmeyecek. Şayet yazıp çizecekse yayımlamadan önce cümlelerinin her birini tekrar tekrar okuyup yanlış anlamaya mahal vermeyecek şekilde yazısını düzenlemelidir.
-Twitter ve Facebook gibi sosyal medyayı kolay kolay kullanmayacak. Şayet kullanacaksa fincancı katırlarını ürkütmeyecek paylaşımlar yapmalıdır.
-Mikrofon uzatıldığında hemen beyanat verme yoluna gitmeyecek.
-Ben meşhur oldum, her şeyi bilirim diyerek her konuda fikir beyan etmeyecek. Sahasında konuşma yolunu tercih etmeli. Başka alanları işin uzmanlarına bırakmalıdır. Buna had bilme diyoruz.
-Özellikle kadın konusuna girmeyecek. Çünkü kadın konusuna girmek netameli bir alandır. Ha bu konuya girmişsin ha mayın tarlasına. Kadınlarımız kendileri hakkında erkeklerin konuşmalarından pek haz almıyorlar. Onların kabullenemediği bir görüşü ileri sürersen sonucuna katlanmayı göze almalısın.
-Neyi, nerede, kiminle, ne amaçla kullandığına ve zamanlamasına dikkat edecek.
-Nerede, kiminle görüştüğüne, ne yiyip içtiğine, kimi ziyaret edeceğine ve kimlerle fotoğraf karesinde yer alacağına özen gösterecek.

Kısaca bahsetmeye çalıştığım bu hassasiyetlere şöhret sahibi dikkat etmezse kendi düşen ağlamaz. Ne idim ne oldum pişmanlığını duyar. Bunun da bu aşamada şöhret sahibine faydası olmaz. Düştüğünde dostu da olmaz. Hasılı şöhret afettir, dil bir afettir, mikrofon bir afettir, sosyal medya bir afettir, koltuk bir afettir.

* 01/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.