15 Kasım 2018 Perşembe

Andımız Üzerinden Yapılan Tartışmalar

Aylardır tartışılan Andımız konusu kabak tadı verdi iyice. Gece-gündüz, akşam-sabah ekranlarda siyasilerimiz, gazetecilerimiz, TV yorumcuları, akademisyenlerimiz işi-gücü bıraktı Andımız okunmalı-okunmamalı tartışması yapıyor. Bizi gören de bu ülke her sorununu halletti, konuşacak bir şeyi yok, bile bile bu konuyu konuşuyor sanır. Keşke bundan başka sorunumuz kalmasa bu tartışmaya hiç gam yemeyeceğim.

Danıştay 8.Dairesinin İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinin 12.maddesini iptal etmesiyle birlikte Türkiye gündeminden bir türlü düşmeyen bu Andımız üzerinden yaptığımız tartışmayı diğer birikmiş sorunları çözmek için yoğunlaşsak herhalde sorunsuz bir ülke oluruz. Haydi bu Andımız önemli, bu yüzden tartışılıyor diyelim. Tamam tartışalım. Ama çözebiliyor muyuz? Maalesef yine çözemiyoruz. Çünkü herkes durduğu yerde. Ya okunmalı diyor ya da okunmamalı. Kimse karşı tarafın okunmalı veya okunmamalı gerekçelerini veya hassasiyetlerini anlamaya yanaşmıyor. Zaten bu ülkenin sorunu bu. Birbirimizi anlamaya çalışmamak. Anlama sorunumuz mu var? Hayır! Her şeyi bal gibi anlıyoruz. Ama anladığımız, bulunduğumuz pozisyon gereği işimize gelmiyor.

Hepimizin bildiği gibi ülkemiz zor bir ekonomik darboğazdan geçiyor. Son on beş yılın en yüksek enflasyonuna maruz kaldı. Türkiye çapında azımsanamayacak firma konkordote ilan etti. Vatandaşın alım gücü azaldı. Durum bu iken ekonomimizi bu durumdan nasıl kurtarabiliriz, bunun yolları nelerdir üzerine hiç detaylı bir tartışmanın yapıldığını gördünüz mü siz? Onca ekonomistimizin bu konu üzerine kafa yorduğuna, hükümete öneriler götürdüğüne, TV'lerde tartışma programları yapıldığına şahit oldunuz mu? Öyle zannediyorum ya hiç konuşmaya değer görülmedi ya da birkaç cümleyle geçiştirildi. Demek ki birinci önceliğimiz ekonomi değil de Andımızmış bu ülkede. Madem Andımız bu kadar önemli beş senedir okunmazken neredeydiniz? Bu beş sene boyunca Andımız okumayınca ne değişti? 1933 yılından son beş seneye gelinceye kadar okunduğu halde çocuklarımızda ne tür bir değişiklik meydana geldi?

Bence Andımız üzerinden yapılan tartışmalar yanlış minvalde yürüyor ve kısa zamanda da tartışma durulacağa benzemiyor. İşin garibi halkta böyle bir sorun yok, okullarda da okunsun-okunmasın tartışması yok. Sonra bu Andımızı okuyacak olan öğrenci, okutacak olan öğretmen değil mi? Niçin bunlara "Bu konuda ne dersiniz" denmez? 

Tartışmayı bitirmenin en güzel yolu bu işin okullara bırakılması ve okullara sorulması.  Çünkü sabah soğuk sıcak demeden Andımızı söylemek için sıraya girecek olan onlardır. Okullar öğrenci ve öğretmenleri arasında bir oylama yapar, çıkacak sonuca da herkes uyar. Yok buna razı olmayız. Bu iş çocuklara bırakılmayacak kadar önemli denirse çocuğunu okula kaydettiren veli "Çocuğum Andımızı okusun" veya "okumasın" formunu imzalar. Okul yönetimleri "Çocuğum Andımızı okumasın" diyen veli çocukları sınıflarına geçtikten sonra "Çocuğum Andımızı okuyacak" diyen velilerin çocuklarına Andımızı söyletir.

Bana "Senin bu konuda önerin nedir" denirse -ki denmedi, denmez de... Farz edin ki sordular- çocuklarımızı kendi dönemlerimize göre değil, yaşadıkları döneme göre yetiştirmek lazım. Andımızı okuyunca kıyamet kopmadığı gibi okumayınca da kıyamet kopmadı. Okunmasının tek faydası bizim dışımızdakilerin hassasiyetlerini gözetmek olur, onlar adına empati yapmış oluruz.

14 Kasım 2018 Çarşamba

Etki ve Tepki Meselesi *


Şunu iyice anladım ki bu ülke normal bir ülke değil. Bu ülkede yaşamak zor mu zor! Çünkü bu ülkede hiçbir şey enine boyuna doğru dürüst tartışılmaz, farklı fikir dinlenmez. Niçin dinlenmez? Çünkü ya kendi düşündüğümüz fikrin doğruluğuna kendimizi o kadar inandırmışız ki muhatabımızı dinlemeye ihtiyaç duymuyoruz ya da kendi görüşümüze çok güvenmiyoruz. Bu yüzden rakip veya rakiplerimizi susturmaya çalışıyoruz.

Rakibimiz konuşmaya kalkarsa ne olur? Ne olacağını kestirmek zor ama  her ihtimal kapıdadır: Kavga, gürültü, kargaşa, kaos, kriz çıkarma; algı oluşturma, belden aşağı vurma, eski defterlerin açılması ve iftira atma gibi her yol mubahtır. Duruma göre tüm bu yollar bir bir denenirken halk olarak bizler de krizi çıkaranların arkasında saf tutarız. Biz saf tuttukça krizi çıkaranlar ve krize çanak tutanlar bizden güç alarak olayları daha fazla kaşımaya devam ederler. Bu işte maalesef sağduyu yok, basiret yok, feraset yok, ortak doğru yok, kamu yararı yok. 

Biz kamu yararını gözetmeden taraftar kazanmaya devam ettikçe göz ardı ettiğimiz bir husus var: Yaptığımız her şey etki ve tepki sonucunu doğurmaktadır. Kendi doğrumuzu rakibimizin durduğu yere göre belirliyor, rakibimizin tepkisine göre bir tepki veriyoruz. Çoğu zaman da ağzımızdan çıkanı kulağımız duymuyor. Alın size bir örnek: Biri çıkıyor "Atatürk ilah değildir" diyor. Öbürü kalkıyor "Evet ilâhımızdır" diyor. Burada ilah değil etkisine, ilahtır tepkisi veriliyor. Bu etki ve tepkiyi doğuranlar cahil birileri değil. Biri gözde bir mesleğin bölümünü okuyor, diğeri fakülteyi bitirmiş ve gazetecilik mesleği icra ediyor.

Güncel olduğu için bu örneği verdim. Etki-tepki meselesine yüzlerce örnek verilebilir. Nedense hiçbir meseleyi soğukkanlı bir şekilde karşılayamıyoruz. Tartışmanın veya tepkimizin neye mal olup nelere etki edeceğini bir türlü hesaba katmıyoruz. Gözümüz dönmüş gibi rakiplerimizi ezmeye çalışıyoruz. Hesap kitap yapmadan yaptığımız bu şeylerin kime ne faydası var? Siz hiç böyle etki ve tepki durumunda "Bu adam doğru söylüyor, ben yanlış düşünüyormuşum, sayesinde aydınlandım, kendisine teşekkür ediyorum" diyen birini gördünüz mü? Suçlayıcı ve saldırgan tutumumuzun tek faydası rakiplerimizin bulunduğu yerde daha bilenmesini ve kenetlenmesini sağlamaktır.

Etki ve tepki durumlarına katkı verenler aslında birbirinden besleniyor, yaşamaları buna bağlı. Bizler de onların safında yer alarak onlara destek veriyoruz. Aslında yapılması gereken herhangi bir konuda makul davranmayan ve gerginlikten beslenen bu kişilere ne halin varsa gör deyip desteği çekmek onları makul olmaya zorlamaktır. En iyisi etki ve tepki kutuplarının ortasında yer almak, ikisinin içinde yer almamaktır. Bu, orta yoldur ve olması gerekendir.

* 16/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


13 Kasım 2018 Salı

Atatürk’ü Anma Törenleri ***


10 Kasım töreni dolayısıyla tüm yurtta olduğu gibi Edirne’de de Atatürk’ü Anma programı icra edilirken oradan geçmekte olan bir üniversite öğrencisinin “Atatürk ilah değildir, putlara tapmayın” demesi Türkiye gündemine oturdu. Kız çocuğu yaka paça alınarak içeri atıldı ve hakkında tutuklanma kararı verildi. Kimi bu hareketi Atatürk’e yapılmış bir hakaret olarak algılarken kimi de kızın sözlerinde bir hakaret unsuru olmadığını ve kızın haksız yere tutuklandığını yazıp çiziyor. Bana göre de kızın söylediği sözler ne Atatürk’e ne de başkasına bir hakaret içermektedir. Ama konu Atatürk olunca maalesef bu ülkede hakaret olmayan sözler de hakaret kapsamına alınıyor.


Kızın söylediklerinde aslında Atatürk’ün kendisine değil, eğer Atatürk’ü ilah olarak gören varsa uyarısı onlaradır. Birileri Atatürk’ü ilah olarak görüyorsa “yapmayın, etmeyin. Çünkü o bir ilah değildir” uyarısıdır bu. Yok ilah olarak gören yok denirse kimsenin üzerine almasına gerek yok. Bir deli saçması olarak görülebilir.


Kızın sözlerinde bir yanlışlık olmamasına rağmen kızımız doğru mu yapmıştır? Bana göre zaman ve ortam uygun değildir. Bu öğrenci neyi, nerede, ne zaman söyleyeceğini iyi seçememiştir. Çünkü her doğru her yerde söylenmez. Eğer kendisine bir ceza verilecekse “İcra edilmekte olan bir töreni sabote etmeye yönelik hareketinden dolayı” kendisine Kabahatler Kanununa göre kendisine uygun para cezası verilebilirdi. Ötesi kanunu çiğnemek olur. Atatürk ismi geçtiği zaman lütfen hop oturup hop kalkmayalım ve soğukkanlı olalım.


Bu 10 Kasım’da olduğu gibi bu ülkede her 10 Kasım günü yapılan törenlerde törenleri sabote etmeye yönelik bilinçli ve bilinçsiz hareketler olmaktadır. Bence töreni masaya yatırmamızda fayda var. Gerçi konu Atatürk olunca üzerinde yazıp çizmek kolay değil. Çünkü asılıp kesilmen, yargısız infaza gitmen ve tu kaka yapılman mukadderdir. Katılır veya katılmazsınız, izninizle anma törenleri ile ilgili görüşlerimi ifade özgürlüğü çerçevesinde burada bu vesileyle serdetmek istiyorum: Atatürk’ü anma ve diğer resmi törenlerde mevzuat gereği yapılan çelenk koyma, saygı duruşunda bulunma ve ardından İstiklal Marşı okunma şeklinde ifa edilmektedir. Burada sormak lazım, vefat edene çelenk koyma ve ona saygı duruşunda bulunma bizim örf, adet, inanç değerlerimize uygun mu? Bildiğim kadarıyla bizim değerlerimizde ölmüşe çelenk konmaz, saygı duruşunda bulunulmaz. Hangi insanımız anası, babası veya bir yakını öldüğü zaman ona çelenk sunar? İnsanımız gider ziyaret eder ve ellerini açar, onun için dua eder, Fatihalar okur. Kimi hatim indirir, kimi de mevlit okutur, ardından duası yapılır. Bir anma yapılacaksa bu programın kültürümüze uygun olması, kanun veya yönetmeliğin bu şekilde düzenlenmesi daha uygun olmaz mı?


Yine burada Atatürk’ü anarken 1938 olan vefatındaki 8’i ∞ şeklinde yazmak suretiyle “O ölmedi, sonsuza kadar yaşayacak, içimizde yaşıyor” demek istiyoruz. Merak ettiğim niçin Atatürk’ün doğumu kutlanmaz? Aslında doğumu üzerinden törenlerin yapılması daha yerinde olurdu. Doğumu her yönüyle sevinçle kutlanırken ölümü ise salon toplantıları şeklinde düzenlenerek yaptıkları anlatılmak suretiyle anma yolu seçilebilir.


Bu vesileyle tören alanında sarf ettiği sözler dolayısıyla kız çoğu hakkında 5816 Sayılı Kanun gereği işlem yapılmıştır. Yetkililer ve Atatürk’ü sevenler eğer ona saygı göstermek istiyorlarsa ilk önce Atatürk’ü Koruma Kanunu diye bildiğimiz 5816 Sayılı Koruma Kanunu”nu kaldırmalıdırlar. Çünkü Atatürk kanunla korunmaz, ona saygı böyle gösterilmez. Ki Atatürk bu ülkenin bir değeridir. Değerlerimiz kanunla sağlanmaz.



*** 17/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.