9 Kasım 2018 Cuma

Önceliğimiz Ne Olmalı?****


İnsanoğlunun rahat ve kolay bir hayat sürmek için öncelikleri vardır. Kişiden kişiye bu öncelikler değişse de genelde insanoğlu atım-arabam olsun, evim-barkım olsun; gezeyim tozayım, kimseye ve hiçbir şeye muhtaçlığım olmasın, kimseye bağlı olmadan özgür bir şekilde yaşayayım, isteklerimi zamana yaymadan bir an evvel halledeyim çabası içerisindedir. Aslında tüm çaba ve gayret mutlu ve huzurlu bir hayat sürmek içindir.

Diyelim ki kafamıza koyduğumuz tüm isteklerimiz gerçekleşti. Sonuç? Mutlu olabiliyor muyuz? İnsanoğlu olarak her yolu denesek de maalesef bir türlü mutlu olamıyoruz. Olsak da geçici oluyor. Çünkü bir müddet sonra çekip gidiyor bu mutluluk. Tıpkı yalancı bahar gibi. Tüm isteklerimizi elde edip düze çıkınca içimizde hala bir eksiklik hissederiz. Nasıl olur? Ne eksiğimiz kaldı ki? Her şeyimizi elde ettik. Hissettiğimiz eksikliğin huzur ve mutluluk olduğunu nice sonra anlarız. Halbuki tüm çaba ve gayretimiz rahata kavuşmak suretiyle huzur ve mutluluk değil miydi? İsteklerimiz gerçekleşince bu da arkasından gelir diye düşündük hep. Ama gelmiyor bir türlü. Çünkü mala-mülke, ata-arabaya, eve-barka, paraya-pula sahip olmak tek başına mesut ve bahtiyar olmak için yeterli değildir. Şayet öyle olsaydı tüm zenginlerin sürekli mutlu, huzurlu ve hiçbir dertlerinin olmaması gerekirdi.

Bana göre tüm bunların arkasında yatan sebep beklentilerimizdir. Bu beklentiler farklı farklı olabilir: Ayağımızı yorganımıza uzatmadan çıtayı yüksek tutmak, imkânı olan başkalarından beklenti içerisine girmek, isteklerimizin gerçekleşmesi için gece-gündüz kendimizi şartlandırmak, elde etmek istediğimizle yatıp kalkmak, olmamasını dert edinmek gibi durumlar mutsuzluğumuzu tetikleyen sebepler olabilir diye düşünüyorum. Olanı kabullenemiyor, mevcut halimize şükredemiyor, olmayan şartlarımızı zorluyoruz. İstek ve beklentilerimizin olması için çırpındıkça sıkıntıya giriyor, dert sahibi oluyor, tabir yerindeyse insan kılığından çıkıyoruz. 

Çalışıp kazanmak güzeldir ve olması gerekendir. Çünkü  çabalamazsak bir başkasına muhtaç oluruz. Ama doğal akışı içerisinde tabiatı zorlamamak lazım. Biz çoğu zaman küpe girmeden sirke olmaya kalkıyoruz. İsteğimiz hemen olsun istiyoruz. Bunun için boyumuzdan büyük borcun altına giriyor, gerekirse kredi çekiyoruz. Kendimizi gerdikçe geriyoruz. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmadan zamana yaymadan iyi bir hesap ve kitap yapmadan kalkıştığımız borç yükünün altında eziliyoruz.

Kanaatime göre rahat ve konforlu bir hayat sürmek için yine mutlaka hedeflerimiz olmalı. Ama bir an evvel rahat edeceğiz diye huzurumuzu kaçırabiliriz. Önceliğimiz huzurumuz olmalı. İnsan az ile mutlu olabildiği gibi çok ile mutlu olamayabilir. Belki de kişinin mutluluğu azdadır. Çünkü variyet kişiyi azdırabilir ve şımartabilir de. En iyisi huzurumuzu kaçıracak yüklerin altına girmemektir. Yoksa üç günlük dünyada hayat burnumuzdan fitil fitil getirir.

**** 10 Kasım 2018'de haberladik.com sitesinde yayımlanmıştır.





8 Kasım 2018 Perşembe

"Kur'an'ı Niçin Arapçasından Okuyoruz?" *


Dün bir öğrenci "Kur'an'ı niçin Arapçasından okuyor, Türkçesinden okumuyoruz" dedi. Öğrenciye “Senin adın Orkun değil mi” dedim. “Evet” dedi. İsminin anlamını biliyor musun? Dedim. “Biliyorum kentin yöneticisi demek” dedi. “Sana Orkun diye değil de ‘Kentin yöneticisi’ diye hitap etsek nasıl olur, kabul eder misin” dedim. “Kabul etmem” dedi. “Niçin” dediğimde “Çünkü beni tam karşılamıyor” dedi. Ardından  "Kur'an'ın orijinal dili Arapçadır. Anlamak için mutlaka Türkçe anlamını da okuyacağız, ama yüzlerce meal var, bazı ayetlere farklı anlamlar verilebiliyor. Farklı meallerin hangisinin doğru olduğunu tespit etmek için orijinal metne müracaat ederiz. Orijinalinden okumak Kur'an'ın aslını korumak demektir. Tıpkı isminin anlamını bildiğimiz gibi yine sana Orkun diye hitap edelim, olmaz mı" şeklinde bir açıklama getirdim. 

Bana bu soruyu soran öğrenci 5.sınıf bir öğrenci. Sorusu da çok masum. Verdiğim cevaba ikna oldu öğrenci. Anladığım kadarıyla zaman zaman ateşi sönse de ev ortamında ve ekranlarda sık sık “Bu Kur’an’ı Türkçesinden okusak, ezan Türkçe okunsa da anlasak” tartışmalarından öğrenci de etkilenmiş. Ki etkilenmemesi mümkün değil.
***
2000’li yıllarda çalıştığım bir Anadolu Lisesinde bir öğrenci parmak kaldırdı. Kendisine söz verdim. “Hocam! Kur’an bugün ihtiyaçlara cevap vermiyor. Yenisi yazılsa nasıl olur” dedi. “Kur’an yeniden yazılamaz. Çünkü Allah kelamıdır. Üstelik her ihtiyaca cevap verdiği gibi her asra da hitap eder, yeter ki biz okuyup anlayalım ve hayatımıza tatbik edelim” dedim.

Bir ay sonra Kur’an-ı Kerimi tanıtmak amacıyla sınıfa birkaç mealli Kur’an-ı Kerim ile birlikte girdim. Kitapla ilgili biraz açıklama yaptıktan sonra daha yakından görmeleri için en ön sıralara birer tane koyarak “İnceledikten sonra arka sıralara verelim” dedim. Öğrenciler Kur’an’a göz gezdirirken bir ay önce “Kur’an’ı yeniden yazsak nasıl olur” diyen Cenk isimli öğrenciye “Bu Kitap’tan evinizde var mı” dedim. “Bilmiyorum, vardır herhalde” dedi. “Bu Kur’an-ı mealinden hiç okudun mu” dedim. “Hayır okumadım” dedi. “Pekiyi içinde ne yazıyor biliyor musun” dedim. Yine “hayır” dedi. “Mübarek! Hiç içine bakmadan, ne yazdığını bilmeden bu asra hitap edip etmediğini incelemeden niye yeniden yazmaya kalkıyorsun o zaman” dedim. “Tamam hocam, yeniden yazmayalım o zaman” dedi. Gülüştük.

5.sınıf öğrencisi gibi lise üçüncü sınıfta okuyan Cenk de açıklamamdan ikna oldu. Geri kalan zamanda dersimize kaldığımız yerden devam ettik. Çünkü sorun masumane soru soran öğrencilerde değil biz büyüklerde. Keşke tartışmalarımızla kafalarını karıştırdığımız küçüklerin ikna oldukları gibi büyüklerimiz de ikna olsa bu konular bir daha açılmayacak şekilde kapanır gider, ısıtılıp ısıtılıp önümüze tekrar tekrar konmaz. Keşke biz büyükler de bu çocuk ve gençler gibi masum olsak inanın aramızda bu şekil suni bir tartışma hiç olmazdı.

İşin garibi “Kur’an Türkçeleştirilse, namazda Arapça değil Türkçesini okusak, ezan Türkçe okunsa da ne dediğini anlasak” tartışmalarını başlatan büyüklerin çoğunun namazda, niyazda, Kur’an’da ve ezanda gözü yok. Onları ne camide görürsünüz ne de cemaatte.  Gözü yok ama kaşımayı iyi beceriyorlar maalesef. (Az sayıda da olsa bu tiplerin içinde namaz kılan ve Kur’an okuyan samimi kimseler var. Bu hakkı da burada teslim edelim.)

* 10/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


7 Kasım 2018 Çarşamba

Adamın Arapça Bilgisine Hayran Kaldım *

Her akşam bir kanalda yapılan tartışma programlarının öğretim görevlisi gediklileri var. Kambersiz düğün olmaz misali her türlü tartışma programında bunlar boy gösteriyor. Kimi doçent, kimi profesör, kimi de rektör.

Ekranda oturdukları yerden hangi görüşte oldukları belli bu öğretim görevlilerinin anlamadıkları ve bilmedikleri bir konu yok maşallah! Gecenin geç vaktine kadar sürüyor programları. Her konuda söyleyecek sözleri olmalı. Merak ediyorum bunların evleri, barkları yok mu? Her gün evlerimize misafir oluyorlar. Ertesi günü dersleri yok mu? Derslerine giriyorlarsa öğrencilere ne anlatıyorlar? Çünkü bir kişi sahasında ne kadar yeterli olursa olsun dersine bakarak girmesi gerekir. Programların sürekli müdavimi olan bu tipler herhalde katıldıkları programdan ücret alıyor olmalılar ki tüm eforlarını ekranda sarf ediyorlar. Tüm birikimlerini orada boşaltıyorlar. Bunların yeni bilgi ve konuyu öğrenme ve araştırma zamanları da olmamalı. Çünkü ne zaman bakacaklar? Herhalde geçmiş bilgilerini yeni bilgi almaksızın satmaya devam ediyorlar. Zaten sürekli konuşan kendisi bir şey almaz, sürekli verir. Öyle zannediyorum tam veremiyorlar ki her gün çıkıyorlar. Konuştukları ve tartıştıkları bir incir çekirdeğini doldursa gam yemeyeceğim.

İşte onlardan biri: Bir kanalda Andımız üzerine yine bir tartışma var. Ana Muhalefetten bir vekil, "Andımız okunmalı, burada bir ırkçılık yok." derken doçent unvanlı biri "Bu Andımız 1933 Türkiye’sinin Andı." şeklinde bir şeyler söyledi. İkisi arasında söz döndü dolaştı ezanın Türkçe okutulmasına geldi. Vekil "Niçin başka dilde okunuyor, Türkçeye bu kadar düşmanlık yapmayalım, insanlar okunandan anlasın" dedi. Doçentimiz "Sen Tanrı uludur diyebilirsin. Bunun önünde bir engel yok. Hatta bir cami yaptırıp namazı da Türkçe kıldırtabilirsin. Bana kimse Tanrı dedirtemez... Benim ezanım ‘Allah’ü ekber’ şeklinde başlamalı. Sen bilir misin ‘Allahü ekber’ ne demek? Ben biliyorum. Çünkü ben Arapça biliyorum. ‘Allah’ü ekber’ demek ‘Allah birdir’ demek..." dedi. Videodan izlediğim bu kadar. Ardından kapattım, gerisini dinlemedim. Çünkü yaptıkları horoz dövüşünden başkası değil.

Burada bir kısmını alıntıladığım konuşmada kendisinin Arapça bildiğini söyleyen doçentin ‘Allahü ekber'e ne anlam verdiği dikkatinizi çekmiş olmalı. ‘Allah en büyüktür’ anlamına gelen ‘Allah’ü ekber’ cümlesine hukukçu doçentimiz ‘Allah birdir’ şeklinde anlam veriyor. Programın devamında düzeltme yapan oldu mu bilmiyorum, dil sürçmesi mi onu da bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, akademisyenin Arapçası mükemmel! Bilgisine hayran kaldım doğrusu!

Sayın doçent Arapçayı biliyorum demese dil sürçmesi deyip geçeceğim. Ama öyle hararetli tartışıyor ki ağzından çıkanı kulağı duymuyor. İnşallah dil sürçmesidir. Olabilir. Çünkü irticalen konuşuyor. Eğer gerçek Arapça bilgisi bu ise işte o zaman yandık demektir. ‘Allah’ü ekbere’ şu ana kadar ‘Allah en büyüktür’ anlamı veren bizim gibilerin bilgisi yanlış ise bunu da bilmek isteriz. Hatta bu durumda kendisinden ders almak isteriz.

Arapça bildiğini hava atan bu hukukçu doçentin hukuk bilgisi umarım Arapça bilgisi gibi değildir. Eğer böyleyse bu bilim adamı şu ana kadar hep işkembeyi kübradan atmış ve bize yutturmuş demektir. 

TV'ye çıkıp her konuda söz söylemeye çalışan ve ben bu işi biliyorum diyen ekranların bu gediklileri şunu bilsinler ki ilmin yarısı edep ise yarısı da bilmiyorumdur. Yani haddini bilmektir. Bilgi ise bunlardan sonra gelir. Yine bilim adamı demek birinin, bir kesimin silahşörü, kalemşörü, basın sözcüsü olmak değildir. Kendisini ilme verir, sahasında konuşur, ötesinde susar. Konuşurken de kimseden çekinmez, olması ve söylenmesi gerekeni söyler. Alanı kendisine dar geliyor, kabına sığmıyorsa cübbesini çıkarıp siyasete girmelidir. Kimsenin bilim adamlığını ayaklar altına alma gibi bir hakkı yoktur.

* 09/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.