4 Kasım 2018 Pazar

Bunun Adı Trafik Kazası mı, Evlilik Kazası mı yoksa İntihar mı? **

İnternet haberlerine bir göz atarken “Karı koca kavgası böyle bitti! Yara almadan çıktılar” başlığı dikkatimi çekti. Haberin detayını okuyunca “Seyir halindeyken sebebi bilinmeyen bir nedenle aralarında tartışma çıkan çift yol kenarındaki su kanalına uçar, arabaları yan yatan çift yara almadan çıkar ve sağlık kontrolü için götürüldükleri hastanede birbirinden şikayetçi olurlar. Bunun üzerine polis çifti karakola götürür.” (internethaber) Normal bir aile kavgası, neresi dikkatinizi çekti diyebilirsiniz. Bana göre haber baştan sona ilginç ve bir o kadar da ibretlik. Üzerinde durulması gerekir.

Su kanalına uçtuktan sonra yara almadan kurtulan çiftin ne çektiğini bir Allah bir de kendileri bilir. Çünkü ateş düştüğü yeri yakar. İzin verirseniz ben buzdağının görünen kısmını ele almaya çalışacağım:

Ne hayallerle bir araya gelip hayatlarını birleştiren çiftimiz anlaşılan mutlu değil, kaç yıldır evliler, çocukları var mı bilmiyorum ama bildiğim bir şey var, evlilikleri kavga ve gürültü üzerine yürüyor. O kadar çok kavga ediyor olmalılar ki ev ve barkta, park ve bahçelerde, ayakları yere basan yerlerde yaptıkları kavgalar yeterli olmamış olmalı ki ayakların yerden kesildiği, canlarının dört tekere emanet olduğu arabanın içinde ve seyir halindeyken kavgalarını devam ettiriyorlar. Neyi paylaşamadılar da bu şekilde ölüme davetiye çağırırcasına seyir halindeyken kavgaya tutuşuyorlar? En ufak bir dikkatsizliğin kazalara sebebiyet verdiği bir ortamda aynı yastığa baş koymuş, evliliklerini başa kadar sürdüreceklerine dair şahitler huzurunda verdikleri sözü bir tarafa bırakarak intihara kalkışıyorlar. İntihar diyorum çünkü seyir halindeki bir araç içinde kavga etmenin bir başka izahı olamaz. Keşke kavga nedenleri incir çekirdeğini dolduran bir kavga olsa yine gam yemeyeceğim. İçlerinden bir tanesi de aklını kullanıp aracı sağa çek, önce kavgamızı yapalım demiyor.

Çiftler aracın içinde kendilerini kaybetti, sinirleri tavan yaptı, kavga ettiler diyelim. Kaza yapıyorlar, araçları su kanalına uçup yan yatıyor, görenlerin haber vermesiyle hastaneye götürülüyor. Yaşadıklarından dolayı “Biz ne yaptık böyle! Şükür yaşıyoruz, burnumuz bile kanamamış, demek ki verilmiş sadakamız varmış, büyük bir facia atlattık, Allah bizi birbirimize bağışladı, bundan sonraki hayatımızı birbirimizi üzmeyecek şekilde devam ettireceğimize gel söz verelim, bizim bu araçtan sağ çıkmamız bize bir uyarıdır. Zira bir musibet bin nasihatten iyidir” deyip birbirlerine sarılacakları, birbirinden özür dileyecekleri, sevinç gözyaşı dökecekleri, ‘bir daha mı tövbe’ diyecekleri yerde çiftimiz hiçbir şey olmamış gibi hızlarını alamayıp birbirinden şikayetçi oluyorlar.

Başlarına gelen bu musibetten hala ders almayıp dediğim dedik, ben haklıyım kavgasını yapanlar, birbirlerini şikayet ettikleri zaman toz liman olan hayatları, sütliman mı olacak? Bugüne kadar göremedikleri ya da birbirlerinden esirgedikleri mutluluğu polis mi verecek, adliye mi verecek? Bu kadar gözü dönmüşlük neyin nesi? Yazık gerçekten! Başta bu çift olmak üzere bu yolun yolcuları şunu bilsinler ki kendilerinden başka kimse kendilerine mutluluk dağıtmaz. Hele karakol ve adliye hiç vermez, sorunu çözmez. Yaptıkları sadece anlaşamadıklarının tespitini yapar. Bunu zaten çiftler beceriyor. Sonuç, başlarının belası çözümsüzlükle yine kendileri karşı karşıya kalırlar.

Şunu anladım ki insan denen varlığın kendine ve evlendiği eşine yaptığı kötülüğü kimse kendilerine yapmaz.  Hayatlarına kıyacak kadar kavgaya tutuşup ölüme koşan çiftler merak ediyorum bu hayat sadece kendilerinden mi ibaret? Anne-baba ve çocukları bu işin neresinde? Kendilerinin mutluluğunu görmek istemenin ötesinde hiçbir beklentisi olmayan anne ve babalarını da mı düşünmüyorlar? Bu kadar mı bencilleşti bizim insanımız/çiftlerimiz? Hayatı bu şekil kendilerine ve ailelerine zehir edeceklerine “dinin yarısı denen evliliğe” hiç adım atmasalar daha iyi olur. Çünkü boy ve bosları, yaşları büyüse de sorumluluklarını taşıyacak yaşta değiller. Yok illa evleneceklerse ilk önce büyümeleri gerekiyor. 

** 04/11/2018 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.

Şiddet Sarmalından Nasıl Kurtuluruz? ***

—Azizim! Biliyorsun bu ülkede kadına, çocuğa, doktora, öğretmene şiddet ve öğretmenin öğrenciye şiddeti var, trafikte şiddet var. Var oğlu var maalesef. Gün geçmiyor ki ajanslar bu şiddetten birini  haber olarak vermemiş olsun. Özellikle kadına şiddet çok revaçta. 
—Şiddet her tarafımızı sarmış durumda. Yediğimiz, içtiğimiz şiddet dense yeridir.
—Şiddetle bu şekilde iç içe olmamızın sebebi nedir?
—Bu işin uzmanı değilim. Ama tecrübelerime dayanarak bunun birkaç nedenini söyleyebilirim. Bunlardan ilki küçüklükten itibaren ev ortamında, sokakta, okul vb. yerlerde ya şiddete maruz kalmamız ya şiddete maruz kalanı görmemizdir.
—Şiddet görmemiz ne alaka?
—Alakası, şiddet gören şiddet uygular. Çünkü gördüğümüz şiddet bilinçaltımıza yerleşir. Sıkışıp darda kaldığımız zaman "Bunu uygula" dercesine imdadımıza yetişir.
—İkincisi nedir?
—Dar bir kelime hazinesine sahip oluşumuz.
—Yani?
—Toplumumuzun geneli ortalama 200 kelimeyle konuşur. Kendimizi ifade etmekte zorlanırız. Yerine kullanacağımız kelime aklımıza gelmeyince çoğu zaman imdadımıza "şey" yetişir. Şey de olmasa işimiz kül. Neredeyse her birkaç cümlemizde şeye yer veririz. 
—Kelime hazinemizin kıtlığının şiddetle bağını kuramadım.
—Bence alakası büyük. Çünkü kelimeler kendimizi ifade etmemiz için birer araçtır. Mevcut dağarcığımız kendimizi ve derdimizi anlatmakta yeterli gelmiyor, bir müddet sonra aynı kelimelerle kendimizi tekrarlamaya başlıyoruz. Karşımızdakine de meramımızı anlatamayınca yani aciz kalınca önce sesimizi yükseltip rakibimizi susturmaya çalışıyoruz. Aslında kabul etmesek de sesimizi yükseltmemiz bir nevi şiddet uygulamaktır. Gerildiğimizin dışa vurumudur. Ardından şiddete başvurmamız gelir.
—Başka?
—Bencilliğimiz, empati yapmayışımız, başka fikir ve görüşlere açık olmayışımız gururumuz vs. Bu da şiddeti tetikleyen nedenlerdendir. İlla benim dediğim olacak bencilliğidir bu. Kendi aklımıza aşık olmamız da diyebiliriz buna.
—Başka var mı?
—Şiddete başvuranlara verilen cezanın caydırıcı olmaması.
—Başka?
—Karşı tarafı dinlemek istemeyişimiz ve ona önem vermeyişimiz.
—Başka kaldı mı?
—Bu kadar neden yetmez mi? Şiddet ortamında büyümemiz, kendimizi ifade etmede zorlandığımız kıt kelime hazinemiz, bencilliğimiz, gururumuz, iletişim yollarını kapalı tutmamız, hatamızı kabul etmek istemeyişimiz, karşı tarafı suçlamamız, sinirimize hakim olamayışımız ve yapanın yanına kar kaldığı ceza sistemimiz tüm bunlar bizi patlamaya hazır bir bombaya dönüştürüyor. 
—Şiddetin tedavisi yok mu?
—Zor ama imkansız değil. Bunun için yukarıda saydığım nedenleri yok etmekle ve birbirimizi dinlemekle işe başlayabiliriz. Karşı tarafın da haklı olduğunu düşünebilmeliyiz, birbirimize empati yapabilmeliyiz. Kısacası her şeyi ayrıntısına varıncaya kadar sakin bir ortamda konuşabilme becerisini hayata geçirebilmeliyiz. Tek çare iletişime açık olmamız.
—Aslında bu saydıklarını yapmak çok kolay!
—Kolay da biz zoru seçiyoruz. Hayatı hem kendimize hem çevremize zehir ediyoruz.
—Zor adamız vesselam!

*** 10/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

3 Kasım 2018 Cumartesi

Onca Prof. ve Doç. Ne Güne Duruyor? *

2023 Eğitim Vizyonunda hayata geçirebildiği takdirde eğitim ve öğretimde beklenen iyileşmenin görüleceğine dair olumlu kanaat taşımaktayım. Vizyonda uygulanacağı belirtilen bazı maddelerde ise olumlu ya da olumsuz bir öngörüde bulunamıyorum. Mesela bunlardan biri de "Öğretmenlerin yüksek lisanslı olması ve okullarda görev yapacak yöneticilerin yüksek lisans eğitimi almaları.

Bakanlık, görev yapmakta olan öğretmen ve idarecilerin lisans eğitimini yeterli görmemiş olmalı ki yüksek lisans eğitimini şart koşuyor. Okumanın ne zararı var, hatta iyi bile olabilir diyebilirsiniz. Ben de aynı sizin gibi düşünüyorum. Fakat aması var bu işin? Yüksek lisans şartı bundan sonra göreve başlayacak öğretmenler ve yeni görevlendirilecek idarecileri kapsıyorsa okumanın zararı yok, hatta faydası olur. Ama mevcut öğretmen ve yöneticileri kapsayacaksa işte burada durmak ve düşünmek lazım. Mevcut çalışanlar hemen yüksek lisans eğitimine başlasa en az iki yıllık bir eğitime tabi tutulmaları gerekiyor. Sonra hepsi aynı anda nasıl eğitime alınacak? Çünkü bir taraftan ders var, diğer taraftan eğitim alınacak. Mevcut yüksek lisans eğitimlerini yapmak için çalışanlar en az haftada bir eğitim almaları gerekiyor. Bu durumda okulda dersi olan öğretmenin dersi boş geçecek. Zannımca mevcutların yüksek lisans eğitimi bugünden yarına zor görünüyor. Haydi diyelim ki eğitim ve öğretimi engellemeyecek şekilde öğretmenler eğitimini hafta sonu aldı ve hepsi yüksek lisanslı oldular diyelim. Ne değişecek? İki yıl daha fazla okumakla eğitim ve öğretimimiz çağ mı atlayacak? Bu durumda tek değişenin öğretmenin yüksek lisans diploması alması olur. Bundan öte eğitimde gözle görülür bir iyileşme olacağına hiç ihtimal vermiyorum.

Bakanlık yetkilileri öğretmenlerin yüksek lisanslı olmamalarını sorun edip mevcut görev yapan bir milyon öğretmenin eğitim seviyesini yükseltmeyi düşünmekten ziyade mevcut öğretim görevlilerinden faydalanmayı denese daha iyi bir iş çıkarmış olur. Çünkü bugün öğrenciler tarafından tercih edilmediğinden üniversitelerin birçok bölümü öğrenci almamış ya da alamamıştır. Haliyle bu bölümlerin hocaları ya boşa çıkmış ya da birkaç yüksek lisans öğrencisine yüksek lisans  eğitimi vermekten öte bir şey yapmamaktadırlar. Bakanlık öncelikle bu öğretim görevlilerinden faydalanma yoluna gitmelidir. Üstelik çoğu yüksek lisanstan da öte sahasında doktor, doçent ve profesör unvanına sahip. Bunların kimini yönetici, kimini öğretmen olarak okullarda istihdam etsin. Birkaç yıl bunlar götürsün okulların eğitim ve öğretim işlerini. Yazımdan tüm okullara öğretim görevlisi verilemez, yeteri kadar öğretim görevlisi yok denirse en azından pilot okullara atama yapılabilir ilk önce. Başarı gelirse bu proje tüm okullara yaygınlaştırılabilir. Eğitim ve öğretimde gözle görülür bir iyileşme olursa öğretmenlere yüksek lisans şartı yerinde bir karar deriz, tüm öğretmenlere yüksek lisans eğitimi aldırma yoluna gideriz.

Üniversite öğretim görevlileri okullarda yönetici ve öğretmen olarak görevlendirildiğinde eğitim ve öğretimde beklenen başarı gelir mi? Denenmeden bir şey denemez ama mevcut eğitim ve öğretimimizden daha da kötü duruma düşeceğimiz endişesini taşıyorum. 

Mevcut öğretmenlerin eğitim ve öğretimle birlikte onları yüksek lisansa tabi tutmayı ben eğitim ve öğretim devam ederken öğretmenler verilen hizmet içi eğitime benzetiyorum. Hiç verimli olmaz. Bu durumu bir konuşmasında mevcut Bakan da söyledi: "Bana hizmet içi eğitimi artıralım diyorlar. Kendilerine hizmet içi verimli mi dediğimde hayır cevabı alıyorum. Madem verimli değil, o zaman niye artıracağız dedim."

Bana amma da karamsarsın diyebilirsiniz. Karamsar değilim ama çok umutlu değilim. Ne zaman ümit var olurum derseniz eğitim ve öğretimde sadece öğretmene değil; veli, öğrenci vb. tüm paydaşlara sorumluluk yüklenirse, tarafların her biri öz eleştiri yapar ve bir durum tespiti yapılır ve gerekli denetim yapılırsa mevcut öğretmenlerle eğitim ve öğretimde mesafe kat ederiz.

* 07/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.