4 Kasım 2018 Pazar

Şiddet Sarmalından Nasıl Kurtuluruz? ***

—Azizim! Biliyorsun bu ülkede kadına, çocuğa, doktora, öğretmene şiddet ve öğretmenin öğrenciye şiddeti var, trafikte şiddet var. Var oğlu var maalesef. Gün geçmiyor ki ajanslar bu şiddetten birini  haber olarak vermemiş olsun. Özellikle kadına şiddet çok revaçta. 
—Şiddet her tarafımızı sarmış durumda. Yediğimiz, içtiğimiz şiddet dense yeridir.
—Şiddetle bu şekilde iç içe olmamızın sebebi nedir?
—Bu işin uzmanı değilim. Ama tecrübelerime dayanarak bunun birkaç nedenini söyleyebilirim. Bunlardan ilki küçüklükten itibaren ev ortamında, sokakta, okul vb. yerlerde ya şiddete maruz kalmamız ya şiddete maruz kalanı görmemizdir.
—Şiddet görmemiz ne alaka?
—Alakası, şiddet gören şiddet uygular. Çünkü gördüğümüz şiddet bilinçaltımıza yerleşir. Sıkışıp darda kaldığımız zaman "Bunu uygula" dercesine imdadımıza yetişir.
—İkincisi nedir?
—Dar bir kelime hazinesine sahip oluşumuz.
—Yani?
—Toplumumuzun geneli ortalama 200 kelimeyle konuşur. Kendimizi ifade etmekte zorlanırız. Yerine kullanacağımız kelime aklımıza gelmeyince çoğu zaman imdadımıza "şey" yetişir. Şey de olmasa işimiz kül. Neredeyse her birkaç cümlemizde şeye yer veririz. 
—Kelime hazinemizin kıtlığının şiddetle bağını kuramadım.
—Bence alakası büyük. Çünkü kelimeler kendimizi ifade etmemiz için birer araçtır. Mevcut dağarcığımız kendimizi ve derdimizi anlatmakta yeterli gelmiyor, bir müddet sonra aynı kelimelerle kendimizi tekrarlamaya başlıyoruz. Karşımızdakine de meramımızı anlatamayınca yani aciz kalınca önce sesimizi yükseltip rakibimizi susturmaya çalışıyoruz. Aslında kabul etmesek de sesimizi yükseltmemiz bir nevi şiddet uygulamaktır. Gerildiğimizin dışa vurumudur. Ardından şiddete başvurmamız gelir.
—Başka?
—Bencilliğimiz, empati yapmayışımız, başka fikir ve görüşlere açık olmayışımız gururumuz vs. Bu da şiddeti tetikleyen nedenlerdendir. İlla benim dediğim olacak bencilliğidir bu. Kendi aklımıza aşık olmamız da diyebiliriz buna.
—Başka var mı?
—Şiddete başvuranlara verilen cezanın caydırıcı olmaması.
—Başka?
—Karşı tarafı dinlemek istemeyişimiz ve ona önem vermeyişimiz.
—Başka kaldı mı?
—Bu kadar neden yetmez mi? Şiddet ortamında büyümemiz, kendimizi ifade etmede zorlandığımız kıt kelime hazinemiz, bencilliğimiz, gururumuz, iletişim yollarını kapalı tutmamız, hatamızı kabul etmek istemeyişimiz, karşı tarafı suçlamamız, sinirimize hakim olamayışımız ve yapanın yanına kar kaldığı ceza sistemimiz tüm bunlar bizi patlamaya hazır bir bombaya dönüştürüyor. 
—Şiddetin tedavisi yok mu?
—Zor ama imkansız değil. Bunun için yukarıda saydığım nedenleri yok etmekle ve birbirimizi dinlemekle işe başlayabiliriz. Karşı tarafın da haklı olduğunu düşünebilmeliyiz, birbirimize empati yapabilmeliyiz. Kısacası her şeyi ayrıntısına varıncaya kadar sakin bir ortamda konuşabilme becerisini hayata geçirebilmeliyiz. Tek çare iletişime açık olmamız.
—Aslında bu saydıklarını yapmak çok kolay!
—Kolay da biz zoru seçiyoruz. Hayatı hem kendimize hem çevremize zehir ediyoruz.
—Zor adamız vesselam!

*** 10/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

3 Kasım 2018 Cumartesi

Onca Prof. ve Doç. Ne Güne Duruyor? *

2023 Eğitim Vizyonunda hayata geçirebildiği takdirde eğitim ve öğretimde beklenen iyileşmenin görüleceğine dair olumlu kanaat taşımaktayım. Vizyonda uygulanacağı belirtilen bazı maddelerde ise olumlu ya da olumsuz bir öngörüde bulunamıyorum. Mesela bunlardan biri de "Öğretmenlerin yüksek lisanslı olması ve okullarda görev yapacak yöneticilerin yüksek lisans eğitimi almaları.

Bakanlık, görev yapmakta olan öğretmen ve idarecilerin lisans eğitimini yeterli görmemiş olmalı ki yüksek lisans eğitimini şart koşuyor. Okumanın ne zararı var, hatta iyi bile olabilir diyebilirsiniz. Ben de aynı sizin gibi düşünüyorum. Fakat aması var bu işin? Yüksek lisans şartı bundan sonra göreve başlayacak öğretmenler ve yeni görevlendirilecek idarecileri kapsıyorsa okumanın zararı yok, hatta faydası olur. Ama mevcut öğretmen ve yöneticileri kapsayacaksa işte burada durmak ve düşünmek lazım. Mevcut çalışanlar hemen yüksek lisans eğitimine başlasa en az iki yıllık bir eğitime tabi tutulmaları gerekiyor. Sonra hepsi aynı anda nasıl eğitime alınacak? Çünkü bir taraftan ders var, diğer taraftan eğitim alınacak. Mevcut yüksek lisans eğitimlerini yapmak için çalışanlar en az haftada bir eğitim almaları gerekiyor. Bu durumda okulda dersi olan öğretmenin dersi boş geçecek. Zannımca mevcutların yüksek lisans eğitimi bugünden yarına zor görünüyor. Haydi diyelim ki eğitim ve öğretimi engellemeyecek şekilde öğretmenler eğitimini hafta sonu aldı ve hepsi yüksek lisanslı oldular diyelim. Ne değişecek? İki yıl daha fazla okumakla eğitim ve öğretimimiz çağ mı atlayacak? Bu durumda tek değişenin öğretmenin yüksek lisans diploması alması olur. Bundan öte eğitimde gözle görülür bir iyileşme olacağına hiç ihtimal vermiyorum.

Bakanlık yetkilileri öğretmenlerin yüksek lisanslı olmamalarını sorun edip mevcut görev yapan bir milyon öğretmenin eğitim seviyesini yükseltmeyi düşünmekten ziyade mevcut öğretim görevlilerinden faydalanmayı denese daha iyi bir iş çıkarmış olur. Çünkü bugün öğrenciler tarafından tercih edilmediğinden üniversitelerin birçok bölümü öğrenci almamış ya da alamamıştır. Haliyle bu bölümlerin hocaları ya boşa çıkmış ya da birkaç yüksek lisans öğrencisine yüksek lisans  eğitimi vermekten öte bir şey yapmamaktadırlar. Bakanlık öncelikle bu öğretim görevlilerinden faydalanma yoluna gitmelidir. Üstelik çoğu yüksek lisanstan da öte sahasında doktor, doçent ve profesör unvanına sahip. Bunların kimini yönetici, kimini öğretmen olarak okullarda istihdam etsin. Birkaç yıl bunlar götürsün okulların eğitim ve öğretim işlerini. Yazımdan tüm okullara öğretim görevlisi verilemez, yeteri kadar öğretim görevlisi yok denirse en azından pilot okullara atama yapılabilir ilk önce. Başarı gelirse bu proje tüm okullara yaygınlaştırılabilir. Eğitim ve öğretimde gözle görülür bir iyileşme olursa öğretmenlere yüksek lisans şartı yerinde bir karar deriz, tüm öğretmenlere yüksek lisans eğitimi aldırma yoluna gideriz.

Üniversite öğretim görevlileri okullarda yönetici ve öğretmen olarak görevlendirildiğinde eğitim ve öğretimde beklenen başarı gelir mi? Denenmeden bir şey denemez ama mevcut eğitim ve öğretimimizden daha da kötü duruma düşeceğimiz endişesini taşıyorum. 

Mevcut öğretmenlerin eğitim ve öğretimle birlikte onları yüksek lisansa tabi tutmayı ben eğitim ve öğretim devam ederken öğretmenler verilen hizmet içi eğitime benzetiyorum. Hiç verimli olmaz. Bu durumu bir konuşmasında mevcut Bakan da söyledi: "Bana hizmet içi eğitimi artıralım diyorlar. Kendilerine hizmet içi verimli mi dediğimde hayır cevabı alıyorum. Madem verimli değil, o zaman niye artıracağız dedim."

Bana amma da karamsarsın diyebilirsiniz. Karamsar değilim ama çok umutlu değilim. Ne zaman ümit var olurum derseniz eğitim ve öğretimde sadece öğretmene değil; veli, öğrenci vb. tüm paydaşlara sorumluluk yüklenirse, tarafların her biri öz eleştiri yapar ve bir durum tespiti yapılır ve gerekli denetim yapılırsa mevcut öğretmenlerle eğitim ve öğretimde mesafe kat ederiz.

* 07/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Şiddet Olaylarında Sadece Sonucu Tartışmak Ne Derece Doğru? ***

Yeni nesil pek bilmese de futbola biraz ilgisi olan eskiler bilir: Cezayir asıllı Fransız bir futbolcu vardı: Zinedine Ziyade. Futbol kariyeri başarılarla dolu bu futbolcu FİFA tarafından 1998, 2000 ve 2003 yıllarında yılın oyuncusu, 2004’te de UEFA tarafından yapılan bir internet oylamasında son 50 yılın en büyük futbolcusu seçildi.

Orta sahada oyun kurucu olarak görev yapan Zidane, oynadığı oyunun yanında efendiliğiyle de nam salmış bir futbolcu iken 2006 yılında Fransa-İtalya arasında oynanmakta olan Dünya Kupası maçında rakip futbolcunun göğsüne kafa atarak kırmızı kart gördü ve oyun dışı kaldı.  Gördüğü kırmızı karttan dolayı 5 maç ceza aldı ve başarılarla dolu futbol hayatını noktaladı.

Maçı yöneten hakemin Zidane’ye kırmızı kart göstermesi yerinde bir karardı. Hakem gördüğüne düdük çalmıştı. Maçı siz yönetseniz siz de kırmızı kart gösterirdiniz bu harekete. Çünkü maçta Zidane rakibe kafa atmış, şiddet uygulamış ve suçluydu. Maçtan sonra Zidane, “Rakip futbolcunun formasından tuttuğunu, kendisine ‘Formamı çok istiyorsan maçın sonunda veririm’ dediğini, İtalyan futbolcu Marco Materazzi’nin ise ‘Fahişe olarak kız kardeşini tercih ederim’ dediğini ve bunun üzerine kafa attığını” açıkladı. Maçın üzerinden bir yıl geçtikten sonra bir açıklama yapan Materazzi, Zidane’nin iddiasını doğruladı.

Şimdi kafa atmayı değerlendirirsek tamam rakibe kafa atmak doğru değil, cezası direk kırmızı karttır. Çünkü Zidane suçludur. Ayrıca bu hareketin savunulacak bir tarafı yok. Burada sormamız gereken bir başka soru daha var: Suçlu sadece Zidane mi? Rakip futbolcunun suçu yok mu? Materazzi’nin söylediği yenilir yutulur cinsten mi? Kız kardeşinize biri fahişe dese bu durumda siz ne yaparsınız? Tebrik ederim sizi mi dersiniz yoksa “En güzeli sabır” deyip çeker gider misiniz? Burada İtalyan futbolcu Materazzi, verdiği cevapla Zidane’yi tahrik etmiştir. Bildiğim kadarıyla bu tahrikten dolayı bu futbolcu ceza almadı.

Şimdi Zidane ve Materazzi arasında maç esnasında cereyan eden bu olayı aklımızın bir köşesine yazalım. Kendi kendimize bir soru soralım: Tüm şiddetlerde bir tahrik yok mu? Şiddet uygulayan kadar tahrikçinin suçu yok mu? Hiçbir şey yokken durduk yerde şiddete başvuran bir insan yüzde yüz hastadır ve tedaviye muhtaçtır. Teşbihte hata olmasın, şiddeti savunduğum, onu haklı bulduğum falan çıkarılmasın buradan. Bana göre bir yerde şiddet varsa onun tahrikçisi de vardır. Hatta bizim yargımızda ceza indirimlerinden biri de suçta tahrik olup olmadığıdır. Mutlaka tahrik hesaba katılır. Özellikle siyasi cinayetlerde katil bulunsa da yargı, bu cinayetin azmettireni kimdir sorusuna cevap bulmaya çalışır. Bunun için tarafları dinler, iz sürer, çapraz dinleme yapar, sonunda bir karar açıklar. Hatta azmettiren daha fazla ceza alır.

Nereye gelmek istiyorsun derseniz ülkemizde malumunuz şiddet eksik olmuyor. Bu şiddet ister kadına, ister çocuğa vb olsun şu ya da bu şekilde devam ediyor. Devlet ricali başta olmak üzere hep birlikte şiddet uygulayanı telin edip cezalandırma yoluna giderken bu şiddet olaylarında tahrikin olup olmadığını da araştıralım. İnsanları tek taraflı yargılayıp asıp kesmeyelim. Şiddet uygulayanı yerin dibine geçirirken diğer tarafa sadece mağdur gözüyle bakmayalım. Şiddet uygulayanı idam sehpasına çıkarmadan önce şiddete maruz kalanın da ne yaptığını sorgulayalım. Dayakçıya haklı olarak ceza verirken mağdura da “Sen şöyle yapmak/davranmak suretiyle suçlusun” diyelim.

Anlatmak istediğim şiddet olaylarında sadece sonucu tartışmaktan ziyade sonuca giden evreleri de dinlemekte fayda var. Çünkü tek başına sonuca odaklanmak bizi sağlıklı sonuca götürmeyebilir. Amaç bağcıyı dövmek değil, üzüm yemekse şiddet olayını enine-boyuna irdelememiz gerekiyor. Bu şiddet olayını kıssadan hisse diyebileceğimiz bir fıkra ile bitirelim. Hem gülelim hem de düşünelim: Nasrettin Hocanın kızı ‘Kocam beni dövdü’ diye ağlayarak eve gelir. Hoca önce kızını dinler. Bakar ki kızı suçlu ve hoca evliliğin devam etmesini ister. Ardından bir tokat da hoca atar kızına ve ona ‘Git o kocana söyle! O benim kızımı döverse ben de onun karısını döverim’ der.

*** 08/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.