29 Ekim 2018 Pazartesi

Tüm Mesele Bardağı Yere Bırakabilmekte *


Bazı insanlar vardır vücudu günümüzde ama beyni, zihni hep geçmiş zamandadır. Çünkü geçmişin insanıdır. Bir türlü günümüze gelmez. Hep geçmişle yaşar. Daha doğrusu geçmiş sendromu yaşar. Geçmiş problemlerle boğuşur durur. Kafasından atıvermez. Geçmişten kurtulup günümüze gelemediği için ne kendisi huzur bulur ne de etrafına huzur verir. Aslında kafasında oluşturduğu problemlere bir sünger çekiverse kendi de rahat edecek, çevresini de geçmişle uğraştırmayacak.

Konumuzun daha iyi anlaşılması için yazımın bu kısmında Uzman Psikolog Saadet Elevli’nin sayfasından alıntıladığım bir hikâyeyle sizi baş başa bırakmak istiyorum:

Bir gün bir profesör sınıfa elinde su dolu bir bardakla girer. Profesör elinde su dolu bardağı sınıftaki tüm öğrencilerin görebileceği şekilde yukarıya kaldırır ve sorar:
“Sizce bu bardağın ağırlığı ne kadardır?”
“50 gr!”, “100gr!”, “125gr!” şeklinde farklı cevaplar verir öğrenciler.
“Bardağı tartmadıkça gerçekten ağırlığını ben de bilemem” der Profesör.  Sonra öğrencilerine yeni bir soru daha yöneltir:
“Bu bardağı böyle bir kaç dakika tutarsam ne olur?”
“Hiçbir şey!” diye yanıtlar öğrenciler.
Bu kez de profesör “peki bu bardağı bir saat boyunca tutsaydım ne olurdu?” diye sorar.
Öğrencilerden biri “kolunuz ağrımaya başlar.” der.
Daha sonra profesör şu soruyu sorar “peki bu bardağı bir gün boyunca elimde tutsaydım ne olurdu?”
Öğrenciler; “kolunuz ağrırdı, kol kaslarınız kas spazmı vb geçirirdi” şeklinde yanıtlar verirler.
Bu sefer de profesör öğrencilerine “ peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme olur muydu?” sorusunu yöneltir.
“Hayır!” der tüm öğrenciler.
Profesör, “Peki o zaman kolun kas spazmı geçirecek kadar ağrımasına neden olan şey neydi? Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için bu durumda ne yapmam gerekir?” sorusunu yöneltir.
Öğrencilerden biri “Bardağı yere bırakın, düşsün!” diye yanıt verir.
“Evet” der profesör ve devam eder. “Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsın. Bir sorun yokmuş gibi görünür. Uzun bir süre düşünürseniz bu sefer başınız ağrımaya başlar. Biraz daha uzun düşünürseniz, artık sizi bitirmeye başlar ve hiçbir şey yapamaz duruma gelirsiniz. Hayatınızdaki problemleri düşünmek önemlidir. Fakat çok daha önemlisi her günün sonunda, uyumadan önce elinizdeki bardak gibi onları yere bırakmaktır. Ertesi sabah bardağı yine bıraktığınız yerden alabilirsiniz. Böylece güne sabah daha taze uyanır, gün içinde karşınıza çıkabilecek problemlerle mücadele edebilecek güçte olursunuz. Bu nedende bugün eve gittiğinizde “ELİNİZDEKİ BARDAĞI YERE BIRAKIN!”

Sanırım tüm mesele elimizdeki bardağı bırakabilmekte. Ne zamanki bardağı elimizden bırakırız, kafamızdaki tüm problemleri de çözmüş oluruz.

* 31/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

28 Ekim 2018 Pazar

"Çok Akıcı Bir Üslubun Var!"

İlkokul dördüncü sınıfa geçtikten sonra yaz tatili bitimi okula gittiğimde dersimize bir başka öğretmenin geldiğini görünce sınıfcak şoke olmuştuk. Çünkü üç yıl boyunca dersimize giren, bize ilk okumayı öğreten öğretmenimiz yoktu. O bizim her şeyimizdi. Tayin isteyip gitmişti ya da tayin istemek zorunda kalmıştı.

4. ve 5. sınıflarda sayısını unuttum dersimize giren öğretmenin. O zamanlarda bilmediğim kah ücretli öğretmen girdi dersimize, kah geçici biri. Bazı zamanlar iki sınıfı birleştirerek okul müdürü girdi. 5.sınıfta da bir başkası. 5.sınıfta dersimize girenden aklımda kalan şeyler: Öğrencilerin kulağını çektiğinde kulaklarından kan geldiği. Bir de bir güzel döğdüğü. 4.sınıfta dersimize giren öğretmenlerden aklımda bir şey kalmadı.

İlk üçü okutan öğretmenimden çok şey kaldı aklımda. Farklı bir öğretmendi. Hem okumayı öğrendim ondan hem de namaz kılmayı. Baktım cuma namazına gidiyor, ardından ben ve bazı arkadaşlarım da giderdi. Saz eşliğinde söylediği "Çırpınırdı Karadeniz" hala kulaklarımda. Bazen bir hikayeden bölümler okurdu. Hikayedeki kahramanlardan "Hayri Dede" hala aklımda. Şairdi kendisi. Beldemizle ilgili yazdığı şiiri baştan sona ezberlemiştim. 

Benim ve arkadaşlarımın yanında ayrı bir yeri vardı ilk öğretmenimizin. 1974 yılında kaybettiğim öğretmenimle ilk irtibatım 43 yıl sonra oldu. Cep numarasını buldum aradım. Ardından ziyaretine gittim. Emekliliğinin ardından yıllar geçmiş olmasına rağmen şiir yazmaya devam ettiğini öğrendim. Telefonla da olsa zaman zaman ararım. Ben geliştirirsem de sağ olsun beni arar.

Dün hocam beni aramadan ben arayayım halini hatırını sorayım, hayır duasını alayım istedim. Telefonda şiirlerinin iki kitap halinde yayıma hazır olduğunu söyledi. Hatta kitaplarının isimlerini bile koymuş. Maşallah heyecanından hiçbir şey kaybetmemiş, yazmak ve okumaktan uzaklaşmamış. Görüşmemizin sonlarına doğru bana "Ramazan! Sen bir yerde yazı mı yazıyorsun" dedi. Evet dedim. Nerede yazıyorsun dedi. Yazdığım yerlerin adını, ayrıca "dilin kemiği yok" adında bir blogum olduğunu söyledim. "Bana bir ara benim oğlan senin bir yazını getirdi. Bu Ramazan Yüce senin öğrencin mi dedi, evet dedim. Yazını okuduk. Çok akıcı bir üslubun var, sıkmıyor, sürükleyici" dedi. Kendisine çok teşekkür ederim. Sayenizde dedim.

Öğretmenimle görüşmeyi bitirdim. İçim içime sığmadı. Nasıl sığsın ki sevinç ve mutluluktan dört köşe oldum. Her ne kadar zaman zaman yazılarımı okuyanlardan "Çok farklı bir üslubun var...konuşma diline benziyor...çok akıcı yazıyorsun...çok farklı konulara değiniyorsun" şeklinde değerlendirmeler duyduğumda memnun olsam da ilkokul öğretmenimin söylemesi beni fazlasıyla mesrur etti. Hocamdan geçer not almıştım ne de olsa.

Not:Son paragrafta kendimi biraz övdüm mü yoksa bana mı öyle geldi? Sanırım övdüm. İnsan kendini övmezse çatlar ölür dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Siz ne dersiniz bilmiyorum ama gördüğünüz gibi akıcı bir üslubum varmış!




Adalet Duygusunu Zedelememek Lazım!


Nice zamandır görüşmediğim bir arkadaşımla whatsapp aracılığıyla yazıştım. Yazdıklarıma verdiği cevaplardan ben gerçekten eski tanıdığım kişiyle mi yazışıyorum? Çünkü verdiğin cevaplar benim tanıdığımın verdiği cevaplara benzemiyor diye yazdım. "Son olaylar böyle olmama sebep oldu" diye cevap verdi. Nedir senin derdin, son olaylar nedir dedim. Kısaca anlattığı şu idi:

“Sene başındaki öğretmenler kurulu toplantısında bana okulu münazaraya hazırlama görevi verildi. Münazaraya katılacak öğrencileri seçtim, onları hazırladım. Münazara konusuna göre diğer meslektaşlarımdan zaman zaman yardım aldım, görüşlerini aldım. Yapılan münazaralarda rakiplerimizi geride bırakarak ilçeyi ilde temsil etme hakkı elde ettik. Çocukların başında ilin münazaralarına katıldık. İlde yapılan yarışmada okulumuz ikinci tura kadar yükseldi.  Okulumuzun gösterdiği bu başarıyı duyurmak için yazdığım metni de gazeteye göndermek suretiyle elde ettiğimiz bu başarımızdan kamuoyunun bilgilendirilmesini sağladım. Nice sonra duydum ki elde edilen bu başarıdan dolayı bir başarı belgesi gelmiş. Ama bana değil, bir başka meslektaşım adına düzenlenmiş. Belgeyi alma gerekçesi de ‘Münazarada elde ettiğiniz üstün başarıdan dolayı’ olduğunu öğrendim. Derdim başarı belgesi almak değil, bir başka arkadaşa verilmesine de değil. Burada garip olan sorumluluğunu üstlendiğim, emek sarf ettiğim bir yarışmadan dolayı belgenin bana değil de bir başkasına verilmiş olması. Hak ve adalet bunun neresinde anlayamadım. Hak, içinde senin olmadığın kararlardan ibaret adalete deniyor sanırım. Tüm bunlardan dışlandığımı, sevilmediğimi, ayrımcılığa tabi tutulduğumu hissediyorum. Niçin böyle oldu soruma ‘Kendilerinin böyle uygun gördüğünü, hem senin daha önceden alınmış bir başarı belgen olduğu için’ cevabını aldım. Bu konuda hakkım varsa helal etmiyorum. İşte moralim buna bozuk. Kırgınlığım da bu.” dedi. Geçmiş olsun dedim kendisine.

Geçmiş olsun dedim ama geçti mi geçmez. Başımdan geçmemesine rağmen benden geçmediğine göre eşekten düşen biri olarak bu psikolojiden kurtulması oldukça zor. Çünkü arkadaşım dertli mi dertli idi. Keşke sadece dert olsa bir müddet sonra derdine derman bulunur. Aynı zamanda alınmış ve kırılmıştı. Kırılmanın kolay kolay telafisi olmaz. Hele bir de beklemediği kişilerden böyle bir muameleye maruz kalmışsa kırılganlık daha da derinleşir.

Aslında vuku bulan olay küçük bir olay. Tıpkı sineğin küçük ama mide bulandırdığı gibi! Burada verilen bir belge. Yanlış adrese gidiyor. Bir hak yenme, hakkın çiğnenmesi olayı söz konusu. Zira hak, birine hakkını tastamam vermektir. Sanırım dostumun zoruna giden de bu. Bu durum sadece bu arkadaşın değil, herkesin zoruna gider. Zira bu toplum her şeye eyvallah, olabilir der ama işin ucunda adalet ve hakkaniyet varsa bu değerler yerini bulmaz ve doğru adrese teslim edilmezse orada sosyal barıştan bahsedilemez. Çünkü sosyal barışın köküne dinamit konmuş olur.

Arkadaşımı tek taraflı dinledim. Kesin bir yargı için karşı tarafı da dinlemek lazım. Eğer durum bu şekil cereyan etmişse -ki arkadaşımın olanı olduğu şekilde anlattığına inanırım- mide bulandıran bu durumun savunulacak bir tarafı yok. Bu anekdottan, değişik kurum ve kuruluşlarda görev yapan yöneticilerin hak konusunda daha dikkatli olmaları gerektiğini çıkarıyorum. Eğer yaptıkları işte adil olamayacaklarsa sapla-samanı karıştıracaklarsa bu tür görevleri üstlenmemeleri daha yerinde olur. Bir saniye bile o koltukları işgal etmemeleri gerekir. Çünkü daha sonradan belgeler verilse de gönüller alınsa da bu itilmişlik ve dışlanmışlık hissi kolay kolay geçmez. İnsanın içinde bir ukde olarak kalır. nin olmadığın kararlardan ibaret adalete denir.