8 Eylül 2018 Cumartesi

Yerli Malı Yurdun Malı/Herkes Onu Kullanmalı! *


Her yıl aralık ayının 12-18 günleri arasında okullarımızda kutlanan belirli gün ve haftalarımızdan bir tanesi de "Tutum, Yatırım ve Türk Malları" haftasıdır. Kısaca Yerli Malı haftası. "Yerli malı yurdun malı/Herkes onu kullanmalı" tekerlemesi hepimizin belleğinde.

1946 yılından beri kutlanıyor okullarımızda bu yerli malı haftası. İçinde tutum var, yatırım var, Türk malı var. Güzel bir hafta. Bu vesileyle okullarımızda aralık ayının uygun olan bir gününde bu hafta unutulmadan kutlanır. Öğrencilerin belleğinde yer etmiş, unutulmamış ve iştahla kutlanan tek hafta bu hafta dense yanlış olmaz. Öğrenciler günler öncesinden aralarında organize olur. Görev taksimine göre herkes evinden yiyecek, içecek getirir; sınıf yeme-içme ve eğlence durumuna yeniden düzenlenir, öğretmen gözetiminde ders esnasında yenir, içilir, eğlenilir. Öğrenciler getirdiklerinden birbirlerine ikram eder. Daha doğrusu felekten bir gün çalınır.  Her sınıfın değişmez baş milli içeceği ise Coca Cola'dır. Bitiminde akılda kalan dersin/derslerin kaynatılması kalır. Bu durumdan memnun olmayan kişiler, kirli bırakılan sınıftan dolayı hizmetli, bir diğeri de o gün fazla satış yapamayan kantinci. 

Haftadan amaç; yerli üretim yapma, yerli malı özendirme ve yerli malı tüketme sanırım. Aradan 72 yıl geçmiş, okullarımızda hala bu hafta kutlanıyor.  Maksat hasıl olmuş mu? Sonuç; yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz, kullandığımız iğneden ipliğe ne varsa bu ülkede hemen hemen hepsi ithal. Yani yerli malı değil. Yüzde yüz yerli dediğimiz malların yanına bile besmeleyle hatta eûzü ile yaklaşmak lazım. Çünkü bu ülkenin öz değerleriyle yapıldığı söylenen mamulün ya patenti bize ait değil, ya montajdan ibaret, ya içine ithal katkı maddesi konmuş, ya tohumu dışarıdan, ya başkasının patenti vurulmuş, ya da yabancıya satılmış... Yapmışız lisansı yok, yazılımı yok. Kaporta bizim motor başkasının. Ortalık adi Çin mallarıyla dolu. İçimiz-dışımız, evimiz-barkımız, aracımız ithal. Çiftçiliğimiz ve ziraatımız bile ithal. Toprak bizim tohum başkasının, çiftçi bizim tarlada kullandığımız araç vs başkasının. Kota koymuşuz bir de üstelik. Fazla üretemezsin diyoruz. Yeri geliyor buğday ithal ediyoruz, pirinç ithal ediyoruz. Tarım ve hayvancılık ülkesi Türkiye’m canlı hayvanı ve eti bile ithal ediyor. Pazarda, manavda yerli diye satılan sebzenin tohumu bile ithal.

Gördüğünüz gibi ithal oğlu ithaliz. Sanki bu dünyaya ithal etmek için gelmişiz? Sanki bu topraklarda yaşamanın bedeli başkasının ürettiğini alıp kullanmak şeklinde dizayn edilmiş. Yüzde yüz yerli dediğimiz ürünler -varsa eğer- onların da bize maliyeti dolara endeksli. Yersen... Tek yapacağımız  basıp parayı satın almak. Paramız yoksa faizle borç alıp yine satın alacağız. Bize biçilen rol bu. Düpedüz sömürgecilik bu. İnsan gücünün dışında her şeyimiz ithal. Bir kendimiz varız diyeceğim. Ama çoğumuzun kökeni de dışarısı. Bir kısmımız yerlileşmiş, bu toprağın insanı olduğunu kabullenmiş, bir kısmımız ise kendini bu toprağa ait hissetmediği gibi düşmanla bir olup altımızı oymaya çalışıyor.

Hasılı "Yerli malı, yurdun malı/ Herkes onu kullanmalı" tekerlemesi bir yutturmadan ibaret. Her şeyimizle yabancı sermayeyiz. Daha doğrusu yabancı sermayenin figürüyüz, kölesiyiz. Onlar üretecek, biz tüketeceğiz. Gidişatımız tükete tükete tükenip gideceğiz.  Sömürülmeye devam ediliyoruz. Dün böyleydi, bugün de böyle, yarınımız da böyle olacak.  Hava gazıyla yaşıyoruz. Bize bol ara gaz veriliyor. "Yok biz büyük bir devletiz, efendim biz çok büyük bir milletiz. Geçmişte Avrupalı şunu bizden gördü, bunu bizden aldı..." şeklinde. Biz geçmişle övüne övüne yaşamaya devam ediyoruz. Buna yaşamak denirse eğer... Bugüne dair söyleyeceğimiz bir şeyimiz yok maalesef. 

Başkasının ürettiğini tükettiğimizden midir çoğumuzda yabancı hayranlığı var. Onlar gibi olamayız belleklerimize yerleşmiş. Üretmiyoruz. Ürettiğimiz tek şey belki de kahvehanedir. Akşam sabah buraları mesken tutarak hükümet kurar, hükümet yıkarız. Bol konuşuyoruz. O yüzden bana kimse bundan sonra "Biz büyük bir devletiz" falan demesin; biz büyük devlet falan değiliz. Kimse bana "Biz çalışkan bir milletiz" demesin. Çünkü biz çalışkan bir millet falan değiliz. Biz kimiz biliyor musunuz? Biz başkasının pazarı olmayı kabullenmiş, kendine özgüveni kalmamış; rahatına düşkün, fakat kendini bağımsız ve özgür sanan birer zavallıyız. Boşu boşuna okullarda Yerli Malı Haftası falan kutlamayalım. 72 yıldır hala bize özgü yerli mallarını üretememişsek bundan sonra hiç üretemeyiz. Sonuç köleliğe devam, sömürülmeye devam. Devam oğlu devam...

Not: Beyin ve aklımız da satın alınmış diyeceğim, bana o kadar da değil deyip kızacaksınız. 94 yılında bize konuşma yapmak için gelen bir albaya, konuşmasının bitiminde bir asker, "Komutanım! Niçin bizim savunma sanayimiz yerli ve milli değil" dediğinde üzerinde Türk askeri üniforması olan albayımız, "Arkadaşlar! Kendi savunma sanayimizi kurmaya gerek yok. İleri ülkeler son model yapıyorlar zaten. Basıp parayı alırsınız" demişti.

* 17/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Sorunumuz Alternatifsizliğimizdir

Bu ülkenin sorunu çoktur. Olmalıdır da. Zira sorunsuz ülke olmaz. Ülke yönetimi denen siyaset, sorunları çözmek için vardır. Ama belki bize özgü siyasetten olsa gerek, bizim ülkemizde sorunlar kolay kolay çözülmez; birike birike, ötelene ötelene sorunlarımız dağ gibi olur; kangren halini alır. Hatta sorun çözmek için gelen siyasetimizin kendisi bile -nasıl beceriyorsak- bir müddet sonra sorunun parçası olup çıkıveriyor. Fakat sorunun parçası olduğunu kendisi de bilmiyor ya da kabul etmiyor. Bu da ayrı bir sorun.

Niye bu ülke sorun çözmede hep sınıfta kalıyor, siyaset niçin kendini geliştirmiyor ve yenilemiyor? Bu soruya farklı cevaplar verilebilir ama bana göre sorunun temelinde alternatifsizliğimiz yatıyor. Alternatif olamıyoruz maalesef. Halbuki ülkeyi yönetenin alternatifi olsa iktidar olan, muhalefetin gümbür gümbür gelen sesini duyunca daha fazla hizmet yapar, kolay kolay hata yapmadığı gibi hatasında ısrarcı olmaz ve yoğurdu üfleyerek yer. Alternatif olmayınca iktidara gelenler "Ben yaptım oldu" dercesine başına buyruk hareket edebilir; “astığım astık, kestiğim kestik” diyebilir. Çünkü iktidardan gitme endişesi yoktur. “Vatandaşın eli mahkum beni tekrar getirmeye” diye düşünebilir. En azından beni destekleyenler bana yeter diye düşünmeye başlar ve kendisine çeki-düzen vermez. Çünkü bakar ki iktidar alternatifi olabilecek en yakın rakibine her seçimde büyük fark atıyor. Hatta irili-ufaklı partilerin aldığı oy toplamı, kendisinin oy oranına yaklaşamıyor.

Aslında alternatifsizlik durumu iktidarda olan partiye yapılabilecek en büyük kötülüktür. Çünkü yarışabileceği yoktur. Kendisini yenilemeye ihtiyaç duymaz. Hesap vereceğim endişesi taşımaz. Alternatifsiz olan hangimiz böyle olmaz veya yapmaz ki?

Alternatifsizlik durumu, sadece siyasette değil, hayatın her alanında böyledir. Sahasında bir işin tek yapanı olan kişi, rekabet ortamı oluşmayacağı için istediğini dayatır. En basitinden bir bakkal dükkânını düşünün. Muhitinde başka bakkal yoksa insanlar, kendisinden alışveriş yapmaya mecbur ise bakkal dükkânı işleteni, istediği şekilde fiyatları ayarlar. Çünkü burada serbest piyasa şartları ve rekabet ortamı oluşmaz. (Burada tüm bakkallar böyledir genellemesi yapmayayım. İstisnaları vardır mutlaka.)

Günümüzde hep alternatifsiz olanlara kızıyoruz. Tüm kötülüğün anası görürüz. Yatıp-kalkıp alternatifsiz olana oy verene veya ondan alışveriş yapanlara veryansın ediyoruz. Bence bu tavrımız sağlıklı bir psikoloji değil. Sosyolojide bunun karşılığı yoktur. Gece-gündüz iyi-kötü iş yapana kızarak bir yere varamayız. Yapılacak iş, başta siyaset olmak üzere hayatın her alanında alternatifler çıkarmalıyız ya da kendimiz alternatif olmalıyız. Öyle oturduğumuz yerde efelenmekle, laf ebeliği yapmakla, ülke iyi yönetilmiyor demekle, kızıp bağırmakla olmaz bu işler. Çıkacaksın er meydanına: "Ben bu işe talibim" diyeceksin. Halkta karşılığın varsa er veya geç aranan ve tercih edilen olursun. 

Hayatın hangi alanında olursa olsun alternatifsizlik istenilen bir durum değildir. Çünkü alternatifsizlik insanı bozar. Bu ülkeyi seviyorsak, bu ülkeye bir değer katmak, ülkeye hizmet etmek istiyorsak, her alanda alternatiflerimizi oluşturmalıyız. Çünkü alternatif olmak bu ülkeye yapılabilecek en büyük hizmettir. 

 

İlginç ve İbretlik Bir Tecavüz Vakası *


Huzur kenti olarak bilinen Konya'da vukuat eksik olmuyor. Hatta her geçen yıl artış gösteriyor dense yanlış olmaz. 1 Eylül 2018 günü şehir merkezinde vuku bulan menfur olayın oluş şekli tam bir ibretlik. Olayı kısaca bir hatırlayalım.

Gazetelerin yazdığına göre olay kısaca şu şekilde cereyan ediyor: "Dört yıldır evli olan bir kadın, kocasıyla yaşadığı sorunlar sebebiyle boşanma davası açtıktan sonra ailesinin evinde kalmaya başlıyor. Beş yıldır tanıdığı ve bir çocuk babası olan komşuları, "Gel mobiletle seni gezdireyim" teklifi yapıyor boşanma aşamasındaki evli kadına. Kadın "olur" deyip mobiletin arkasına atlıyor. İkisi birden soluğu dağda alıyorlar ve bir çocuk sahibi baba, komşusu kadını dağda iğfal ediyor." Mutlulukla başlayan gezinin sonu hüsran ve kadının şikayeti üzerine konu adliyelik oluyor. 

Olay kısaca bu şekilde. Bu olayı ele almamın sebebi olayın sonunun tecavüzle bitmesi değil. Maalesef tecavüz bu ülkede vakayı adiden oldu. Gün geçmiyor ki ülkemizin bir köşesinde bir tecavüz vakası vuku bulmamış olsun. Bu olayda kadını zorla veya gönüllü iğfal eden erkek suçlu. Öncelikle bunu kabul edelim. Çünkü bu olayın makul bir tarafı yok. Fakat erkek kadar bu olayda mağdur olan kadın da suçludur. Niçin mi? Bir defa bu kadın daha boşanmamış evli bir kadın. Ne işi var erkeğin mobiletinin arkasında? Erkek kadını gezdirmek isteme cesaretini nereden/kimden alıyor? Bu kadar samimiyet normal mi? Haydi mağdur, gezelim teklifine evet dedi. Bu kadın ailesinin yanında kaldığına göre annesi veya babası niçin  "Nere gidiyorsun kızım! Sen kendin de misin? Otur oturduğun yerde" dememiş? 

Garip, ender bir olay gerçekten!  Maalesef olayın geçtiği yer Konya'nın kenar bir semti. Bırakın bu kenar mahalleyi, şehrin merkezinde bile böylesi olay bu şekilde laubalice olmaz. Taraflar evli olmadıklarına aldırmaksızın güle oynaya gezmeye gidiyor: Zillerine basıp çağıran çağırıyor, davete icabet eden ediyor, izin veren veriyor.  Üstelik komşu bunlar. Komşu komşunun külüne muhtaçlığından geçtik, namusumuza göz dikiliyor artık. Böylesinin ne örfümüzde yeri var, ne de adedimizde; ne dinimizde yeri var, ne de kültürümüzde.

Anlaşılan uçkur davamız mide de bırakmamış bizde. Nasıl midemiz varsa?  Mezhep ve meşrebimiz iyice genişlemiş. Olayın böylesine ancak filmlerimizde rastlanır.  İlginç ve ibretlik bu olay filmlerimize taş çıkartır. Yazıklar olsun insanlığımıza! 

Bu ilginç ve ibretlik olay günümüzde "Ben bir bireyim, özgürüm, istediğimi yaparım, kim ne karışır" deyip macera peşinde koşanların kulaklarına küpe olsun! Allah onlara basiret ve feraset versin. Yoğurdu üfleyerek yemeyi nasip etsin...

* 10/09/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.