17 Ocak 2018 Çarşamba

'Adli Kontrol Şartı' *

Toplumda infial yaratan menfur olaylar eksik olmuyor. Gün geçmiyor ki ekranlarda bu tür haberlere yer verilmemiş olsun. Televizyonların verdiği bu tür haberlerden sonra savcılık, olayla ilgili soruşturma açıyor, polis zanlıyı yakalamak için dört bir koldan operasyon üstüne operasyon yapıyor, güvenlik kameralarını ve mobese görüntülerini inceliyor, güç-bela zanlıyı yakalayıp adalete teslim ediyor. Zanlının yakalanma haberini duyar duymaz vatandaş seviniyor, suçluya en ağır cezası verilecek diye beklemeye koyuluyor.

Bin bir uğraşla, günlerce uğraşılarak yakalanan zanlı, bir bakmışsın ki 'Adli Kontrol Şartı'yla salıverilmiş. Mağdur daha mahkemedeyken zanlı elini-kolunu sallayarak mahkeme koridorlarından çıkıp gidiyor. Mağdur, “Bu nasıl iş” diyerek arkasından bakakalıyor. Suçlu veya zanlının serbest bırakılması kamuoyunda bir infiale sebep olunca veya mağdurun veya savcının itirazı üzerine salıverilen zanlı için tekrar yakalama kararı çıkarılıyor, şahsı yakalamak için güvenlik kuvvetleri tekrar harekete geçip yakalıyor, ardından tekrar serbest bırakılıyor. Serbest bırakılan şahısların çoğunu bir başka suç işleyerek tekrar adliye koridorlarında görebiliyoruz.

İşlenen suçun TCK'daki cezası, belli bir yıla kadar olan cezalarda genelde mahkemeler bu şekilde karar veriyor. Anlaşılan bu konularda mahkemelerin çok yapabileceği bir şey yok. Belki de bundandır ki işlenen suçlarda her geçen gün artış gözlemlenmektedir. Madem zanlı, yakalanır yakalanmaz salıverilecekti; ne diye onca polis, zanlının peşine düştü? Eğer suçlu veya zanlı hemen salıverilecekse o zaman yakalamadan hakkında vereceğimiz 'Adli Kontrol Şartı' uygulansın, iletişim araçları vasıtasıyla zanlıya duyurmuş olalım. Kanaatimce 'Adli Kontrol Şartı' insanları suça teşvik ettiği gibi halkın adalete güvenini de iyice zedelemektedir. Kimsenin adalete güveni kalmamaktadır. Suçlunun korunduğu imajı ortaya çıkmaktadır. 

Suçun küçüğü, büyüğü olmaz. İşlenen suç kesinlikle küçümsenmemelidir. Çünkü suç işlemeye meyilli kişiler, işe küçük suçları işleyerek adım atmaktadır. İşlediği suçun cezasını hemen almayınca veya şartlı salıverilince yapan, kendisine çekidüzen vermediği gibi başkasına da kötü örnek oluyor. Aslında zanlıyı yargılama sonucunda verilecek ceza, suçluyu cezalandırmaktan ziyade suça meyilli olanlara bir gözdağıdır. Suçluları cezalandırmada amaç caydırıcı olmasıdır. Zira caydırıcı olmayan cezalar suçu artırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Kimse kusura bakmasın ama ben hemen hemen herkese uygulanmakta olan bu ‘Adli Kontrol Şartı’ndan “Bu yaptığın suçlar arasında küçücük bir zerre. Böyle küçük suçlarla bizi uğraştırma. Şimdi salıyorum, ama senden daha büyük suçlar bekliyorum. Çünkü sende bu yeteneği ben görüyorum, haydi göreyim seni!” şeklinde bir teşvik görüyorum.

Kanun koyucunun 'Adli kontrol Şartı'nı yeniden gözden geçirmesinde fayda vardır. Çünkü 'Adli Kontrol Şartı' ile serbest bırakmak, suçu azaltmadığı gibi artırmakta ve teşvik etmektedir. Ayrıca vatandaşın adalete güveni her geçen gün yok olmaktadır. Yok, adli kontrol şartı bu şekilde devam edecek deniyorsa en azından bunun mantığı halka güzel bir şekilde anlatılmalıdır. 17.01.2018 Ramazan Yüce, Konya



* 31/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Siyasetçiler halkı kutuplaştırıyor

Siyasi partiler demokrasi ile yönetilen ülkeler için vazgeçilmezdir. Bir fikrin, bir düşüncenin iktidar olması için insanların bir araya geldiği organize hareketlerdir bunlar.

Hangi fikir ve düşüncede olurlarsa olsunlar siyaset, ülke yönetimine talip olanların kendilerini pazarladığı yer, siyasi arenadır. Kim kendini daha iyi anlatırsa bu ülkede söz sahibi olur. Önemli olan halkı ikna edebilmektir. Halktan kopuk yaşayanların, halka rağmen siyaset yapanların bu ülkede iktidara gelmesi, gelirse de tutunabilmesi mümkün değildir.

Her siyasi parti iktidara gelmek için kurulur. Vatandaş kimine iktidar, kimine de muhalefet veya ana muhalefet görevi verir. İktidar nasıl önemliyse muhalefet etmek de önemlidir. Hele ana muhalefet olmak demek, iktidar adayımsın demektir. 

Siyasi partiler iktidara gelmek için her yolu mubah görmemelidir. Siyasetin de, siyaset yapanların mutlaka siyasi etiği olmalıdır. Bir defa rakibini mat etmek için belden aşağı vurmamalı, rakibini küçümsememeli, mücadele edeceğim, alt edeceğim diye rakibinin kişiliğini zedeleyecek söz ve davranışlardan kaçınmalıdır. Yapmaları gereken ilk iş halkı kutuplaştırıcı söz ve fiillerden uzak durmayı prensip olarak benimsemelidir. Çünkü kutuplaştırıcı, ötekileştirici siyaset halkı birbirine düşman eder, toplumsal barışı yok eder. Buna da kimsenin hakkı yoktur. 

"Ben iktidar olacağım, iktidarda kalacağım" düşüncesiyle kutuplaştırıcı siyaset izlemek bu toplumda onulmaz yaralar açar. Halkın huzur ve mutluluğu iktidar olmaktan daha önemlidir. Bu yüzden siyaset yapanlar, siyasetleriyle ilgili politika belirlerken yoğurdu üfleyerek yemelidir. Eleştiri görevini usulüne uygun yapmalı, rakibi zor durumda bırakacağım diye yalan-yanlış bilgilerle algı operasyonu yapmamalı, çamur atıp iz bırakmamalı. 

Siyaset yapmak demek her şeyi her yerde konuşmak demek değildir. Çoğu mesele ve sorunları bir araya gelerek çözme yoluna gitmelidir. Meydanlarda sürekli rakibini eleştirmekten ziyade yapacakları anlatılmalıdır. Konuşmalarla halk kutuplaşmaya gidiyorsa tansiyonu düşürecek açıklamalara yer verilmelidir. 17.01.2018


15 Ocak 2018 Pazartesi

Güvendiğimiz dağlara karlar yağmaya devam ediyor hep ***

Ülkemizde birbirimizle ilişkimiz, alışverişimiz, tamir vb. işlerimiz genelde güven esasına dayalıdır. Bunun için tanıdık veya tanıdığın tanıdığını arar buluruz. Güvendik mi ölümüne güvenir, ölümüne gideriz yanına. Bir başka kapıya adım atmadığımız gibi başka yerden de kolay kolay fiyat sormayız.

Gireriz tanıdığımızın yanına, bir taraftan bize ikram edilen çayımızı yudumlarken gözümüz kapalı alırız gerekli olan ve olmayanı. Bir taraftan da ortak tanıdıklarımızın muhabbetini yaparız. İş ödemeye gelince "Durumun müsait değilse sonra da alırız" şehir teklifi yapılır bazen. Çok hoşumuza gider bu teklif. Sonsuz güven gibi algılarız bu ilgiyi. Hele bir de "Efendim, başkasına şu fiyattan veriyorum, siz tanıdıktan öte aile dostumuzsunuz, size şu fiyattan yazdım" deyince moralimiz yerine gelir, zaten pazarlık bile yapamayız. Zira adı üzerinde tanıdık. pazarlık mı yapılır? Biz onu, o bizi tanıyor ne de olsa. Ödemeyi yapar çıkarız.

Alışverişten çıktıktan sonra ödemenin biraz tuzlu olduğu aklımıza dank eder. "Niyetimizi bozmayalım, adam tanıdık, bize mi pahalı verecek, daha neler!" diyerek kendimizi ikna etmeye çalışırız. Biz içimizde pahalı mı aldık, ucuz mu aldık muhasebesi yaparken evimize gelen veya aldığımızı gören bir başka dostumuz "Hayırlı olsun, güzel görünüyor, kaça vardı?" diye sorduğunda bize mal olan fiyatı söyleriz. "Pahalı değil mi? Siz pahalı almışsınız. Bu aldığınız falan yerde şu fiyat" deyince 'Efendim markası farklıdır, bizimki şu marka' şeklinde savunuruz. Olayın iç yüzünü deşeledikçe aynı marka olduğu ortaya çıkar. Sonunda bir dost kazığı yediğimiz ortaya çıkar. "Bir daha mı, bedava verse de gitmem artık' deriz. Aramızda soğuk rüzgarlar esmeye, yanına uğramamaya başlarız. yanına varsak da içimizde hep bir ukde kalır. Giden paradan ziyade yapılan muamele zorumuza gider. Hatta yeni bir şey alacağımızda dostumuzdan habersiz bir başka yerden alır, geçer gideriz. Haberi olduğunda kararsa da ne demişti atalarımız, "Dostunla ye, iç, ama alışveriş yapma!' En iyisi bu deriz.

Gerçekten bizim bu halimiz hiç değişmeyecek mi? İnsanlar hep dost veya tanıdık kazığı mı yiyecek? Bu işe tanıdıklar bir dur demeyecek mi? "Yarın haberi olursa biz yüz yüze bakacağız" diye düşünmüyorlar mı? Ama gördüğüm kadarıyla para tatlı geliyor; kazanma hırsı gözlerimizi, basiretimizi bağlıyor.

Geçen hafta bana göre gereksiz çocuğuma göre gerekli bir şey aldım. Şu aksesuarını, bu aksesuarını da alalım, almışken tam olsun derken 6 bin lirayı buldu alacağımız. Bu aletin içine bir yükleme yapılması gerekiyormuş, aldığım yerde 500'e yüklüyorlarmış. Aradım tanıdığımı, durumdan bahsettim. "Yazık olur o vereceğiniz paraya, biz onu cüz'i bir miktara, 100 liraya yaparız, sen al gel buraya dedi. Götürdüğüm zaman tanıdığım yokmuş, ortağı varmış. Adamcağız saatlerce uğraştı, didindi, yapılması gerekeni yaptı. O uğraştıkça içimden "Tanıdık da yok, şimdi bu adam bizden daha fazla para isterse, ortağın şu kadar fiyata yaparız demişti desem ayıp olur, üstelik saatlerce uğraştı, sonra adamı tanımıyorum, bir yabancı, bakalım hayırlısı" derken iş bitti, borcumuz ne kadar dedim. "40 lira ağabey borcunuz" demez mi adamcağız. Parayı verdim eşyamı alıp çıktım. Ben içimde farklı dünyaları yaşarken daha 15 yaşındaki çocuğum aradaki fiyat farkının farkına varmış olmalı ki, "Baba! Bu nasıl iş, hani cüz'i bir miktara, yüz liraya yapılacaktı" dedi. Yani içimdeki hayıflanmamı dışa vurdu.

Kimsenin kazandığında falan gözüm yok. İnanır mısınız, para önemli değil, 6 bin lirayı gözden çıkaran, firmadan 500'e yüklemede yaptırtır, ya da tanıdığın dediği yüz lirayı da verir. Düşünüyorum da keşke 6500 lirayı verip hepsini firmaya yaptırmış olsaydım da tanıdığın bana yüz lira fiyat çekmesine şahit olmasaydım. İnsanı yıkan da bu maalesef. Aradaki 60 lira fiyat farkını ödemiş olsaydım ne beni öldürür, ne de onu ondururdu. Konuşmaya bile değmez. Burada kaybolan koca bir güvendir. Keşke her şeyimizi kaybetsek de güvenimizi kaybetmeseydik, ne de güzel olurdu. Daha önce gözüm kapalı gittiğim, malımı, eşyamı bıraktığım, onca işimi yaptırıp ödeme yaptığım bu dostun yerine bir daha gider, iş yaptırır mıyım, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, dostum bir müşteri kaybetmekle kalmadı, ona olan güvenimi de yok etti. Bundan önceki ödediğim paralara da leke getirdi. Değer miydi 60 lira için dostluğu kaybetmeye? Bence değmez. 15/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya

*** 16/01/2018 günü haberladik.com adresinde yayımlanmıştır.