8 Ekim 2017 Pazar

Bir Hareket Zıddıyla Kaimdir **

Bir hareket doğar, büyür, gelişir ve ölür. Her hareketin varlık nedeni zıddıdır. Zıddı olduğu müddetçe hareket yaşamaya devam eder. Tıpkı siyah ile beyaz gibidir. Hareketin heyecanını, enerjisini ve sinerjisini kaybetmemesi için harekete soğuk bakanlar, hareketi eleştirenler, hareketle mücadele edenler mutlaka olmalıdır. Eğer bir hareket, muhalif her sesi kısmaya kalkarsa bu tavır o hareketin hayrına değildir. Niçin mi?

Muhalifin olmadığı yerde hareket yerinde saymaya devam eder, heyecanını kaybeder, zaafa düşmeye başlar. Bu durum hareketin yozlaşmasına, savrulmasına sebebiyet verir.

Bir harekete öncü olanlar, onun liderliğini yapanlar, harekete gönül verenler heyecanlarını kaybetmek istemiyorlar, hareketlerinin gelişmesini istiyorlarsa hareketin içinden veya dışından harekete gelebilecek eleştirilere tahammül göstermeleri, toleranslı davranmayı, onları dinlemeyi bilmeliler. Eleştiride haklılık payı varsa kendilerini düzeltmeleri, yersiz bir eleştiri ise nazik ve kibar bir üslupla cevap vermeyi prensip olarak benimsemelidir. Çünkü eleştiri, özellikle yapıcı eleştiri kişiyi mükemmelleştireceği gibi hareketi de geleceğe taşır.

İçeriden ve dışarıdan gelen eleştirilere kulak tıkanırsa, eleştiren her kişi düşman, hain ilan edilirse, kapının önüne konursa, dışlanırsa hareket duraklamanın ardından gerilemeye başlar, küskün ve dargınlar artar, ardından yıkılır gider. Yıkılmasa da marjinalleşir.

Hareket muhalefete gözdağı vererek korku imparatorluğu kurmaya kalkarsa bu sefer hareket kendi içiyle, kendi adamıyla uğraşmaya başlar. Beraber yola çıktıklarını bir bir eker, yolda bulduklarıyla yoluna devam eder. Yolda buldukları da hareketten nemalandığı müddetçe kendisine eşlik eder. Sıkıntı, darlık ve tehlike anında gemiyi de ilk önce onlar terk eder. Hiç de acımaz. Tekme vurulacaksa ilk tekmeyi de onlar atar. Harekete acıyanlar, hareketi terk etmeyenler hareketten dışlansa da, uzak dursa da gemiyi kolay kolay terk etmez. Üzüntüleri, bir çuval incirin berbat edilmesine, hareketin bu noktaya gelmesinedir.

Hareket icraatı bırakıp kendi yaptığı hizmetleri temcit pilavı gibi anlatmaya kalkarsa bu, kendini tekrarlıyor, ileriye gidemeyen ve yerinden kalkamayan bir aracın patinaj yapmasına benzer. Yalnızlıktan dem vurur. Yerinden sıçrayıp kalkamayınca bu sefer can havliyle yanında olanlara kızmaya başlar. Kızdıkça etrafından insanları kaçırır. Kızgınlığı akıl ve ferasetinin önüne geçer, basireti kapanır. Yaptığı hatayı telafi edemez. Çünkü etrafını yoldan bulduğu yağdanlıklar doldurmuştur. Az ilerisini göremez.

Bir hareketin sürekli olması, dağılmaması, zirvede kalması veya zirveye ortak olması kişilere bağlı olmamalıdır, hareket kurumsallaşma yoluna gitmelidir, kendi içinde öz eleştiri kültürünü yerleştirmelidir. İnsana ve ülkeye hizmetle birlikte gönüllere girmenin yollarını bulmalıdır. İstişareye önem vermelidir. Her eleştireni düşman bellememelidir. “Dost acı söyler, yüze söyler” atasözünü kulağına küpe etmelidir.  Harekette yorgunluk varsa bayrağı yeni yüzler almalıdır; eskileri kırmadan, dökmeden yanında tutmanın mücadelesini vermelidir.

Hareketin su alması istenmiyorsa önce var olan eksikliğin tespit edilmesi, ardından tedaviye yönelinmesi gerekir. Bunun için de “Kol kırılır, yen içinde kalır” prensibi esas alınmalıdır. İçeriden yapılacak istişarelerle hastalığa çözüm aranmalıdır. Eğer hareket içeriden değil de meydanlardan dizayn etmeye kalkılırsa işte vahim olan da budur. Bu, sıfırdan başlanan hareketin zirveden sonra yeniden sıfıra doğru yol alması demektir. İnsanları, dostları yanına çeken tatlı bir üslup benimsemelidir. Tıpkı Musa ve Harun’u Firavun’a gören Rabbin, “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar.” buyurduğu gibi. İlahlık taslayan, halkına her türlü zulmü reva gören bir zalime bile tatlı dil tavsiye ediliyorsa kendi insanımıza ne şekilde konuşulup, ne şekilde davranılacağını varın siz düşünün.

Unutmayalım ki zirveye çıkmak zordur, ama zirvede kalmak bir o kadar daha zordur. 08/10/2017

**16/10/2017 tarihinde kahta soz'de yayımlanmıştır.

6 Ekim 2017 Cuma

Hutbeler Eskiye Döndü *

İslam'ın ilk yıllarında cuma namazını kıldırma ve hutbe okuma görevi bölgenin en üst amiri tarafından irat edilirdi. Hutbede Müslümanları ilgilendiren siyasi, ekonomik, sosyal, dini vb. konulara değinilirdi. Abbasilerle birlikte hutbe okuma görevi kadılara* devredildi. Hutbelerde sadece dini konulara yer verilir olmuştu.

Abbasilerde hutbelerde başlayan bu dini içerik İslam dünyasında özellikle Türkiye'de bir gelenek olarak hep devam etti. Yıllar yılı etliye-sütlüye karışmadı. Ne şiş yansın ne de kebap dedi. Cumaya gidenlerin çoğu hutbe esnasında uykusunu aldı. Çünkü sadra şifa olmadı, kimsenin derdine derman olmadı. Zaman zaman devletin kutladığı belirli gün ve haftaları konu edindi. Uyumayanlar da "Bu da mı okunur" diyerek dişlerini sıktı ve dudaklarını ısırdı. Ya da hutbe konusu olarak herkesin bildiği, kimseye yeni bilginin verilmediği bir serüven izlendi. Bu durum  Sayın Mehmet Görmez DİB başkanı oluncaya kadar sürdü.

Görmez ile birlikte hutbelere bir heyecan geldi. Dini konulara yer vermekle beraber Türkiye gündemini ve Müslümanları ilgilendiren her konuya değinilmeye  başlandı. Okunan hutbeler hafta boyunca Müslümanların çoğunda bir gündem oluşturdu, gönüllere dokundu, göğüslere su serpti. Hutbe dediğin böyle olur dedirtti. Dinleyenlere mesaj verdi, Müslümanların o konu hakkında nasıl bir duruş sergilemeleri gerektiğini  vurguladı, kafasında tereddüt yaşayanlara yol gösterdi. Bu haftanın hutbesi bittikten sonra haftaya okunacak hutbe beklenir ve camiye daha bir iştiyakla gidilir oldu. Hutbelerdeki bu değişimi eleştiren bir kesim olmakla beraber büyük çoğunluk onay verdi, tasvip gördü.

Görmez'in emekli olmasıyla birlikte hutbelerimiz eski yavan halini aldı, tekrar uyutmaya başladı. Hutbelere ivme getiren Görmez'miş meğer. Buradan  hareketle Görmez'in niçin emekli olduğu veya emekliliğini istemek zorunda kaldığı daha iyi anlaşılıyor. Demek ki az sayıda hutbe içeriklerinden memnun kalmayan kesim sayesinde Görmez'in ipi çekilmiş. Çünkü hutbeler onların ipliğini pazara çıkarmaya namzetti.

Yazık oldu tadı damağımızda kalan, içeriği dolu, Müslüman'a bir duruş ve bakış açısı sunan güzelim hutbelere! Yeni başkanın bu hutbeleri tırpanlama misyonuyla geldiği anlaşılmaktadır. Hiç olmadığı kadar güven kazanan ve güven veren Diyanet'in duruşu bu şekilde kişilere göre değişiklik göstermemeliydi. Artık kişiler değil, kurumların kültürü oluşmalı bu ülkede. At sahibine göre kişnememeli, kişiler kurumlara göre kişnemeli...

*Konu hutbeden açılmışken bir anekdotum aklıma geldi: Öğretmenliğimin ilk yıllarında hitabet dersinde öğrencilere sınavda, “İslam’ın ilk yıllarında en büyük mülki amirin kıldırdığı hutbelerde Müslümanları ilgilendiren ekonomik, sosyal, siyasi vb her konuya değinilirken Abbasiler döneminde hutbe okuma görevinin kadılara(dönemin hakimi) bırakılmasıyla birlikte hutbelerde içerik yönünden nasıl bir değişiklik olmuştur?” şeklinde bir soru sormuştum. Öğrencimiz cevap olarak: “Hocam! Kadınlar hutbe okumaz ki içeriği değişsin” yazmış. Kadı kelimesini kadın şeklinde okuyan öğrencimiz soruyu garip bulmuş olmalı ki cevabı da çok orijinal olmuş. Aradan 24 yıl geçmiş, hala hatırımda. Öğrencimiz bu sorudan puan alamamıştı ama sağ olsun kağıtları okurken beni epey güldürmüştü. 06.10.2017

* 02/07/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Ekim 2017 Perşembe

Sınavsız Hayat Olmaz

Eğitim ve öğretimle ilgili hepimizin ortak bir sızlanması var, "Çocukları yarış atı gibi sınavlara hazırlıyoruz" şeklinde. Doğrudur, çocukları yarış atı gibi görmemek lazım. Hatta çoğumuz sınav olmamalıdır şeklinde öneri de getiririz. Sınavsız olur mu bu işler? Bir yere birden fazla talep varsa orada sınavın olmaması mümkün değildir.

Hayatın kendisi bir sınavdır. Nasıl ki hayat imtihansız olmuyorsa okullar da sınavsız olmaz. Bu, hayatın bir gerçeğidir. Sınav mutlaka olacak. Değilse seçimi nasıl yapacağız? Önemli olan çocukların yeteneklerini ölçen objektif ve ölçülebilir sınav sistemini ortaya koyabilmektir. Her yönüyle düşünülerek ortaya konan sınav sisteminin getirisi ve götürüsü hesaplamandan kaldırma yoluna gidilmemelidir. Bir sistem kaldırılırken yerine ne konduğu ortaya konmalıdır. Sınav sistemi değiştirilecekse mağduriyetlerin oluşmaması için zamanlamaya dikkat edilmelidir.

Sınavlar olacaktır. Bundan kaçış yoktur. Sorun sınavlardan ziyade sınavlara yüklediğimiz anlamlardadır. Biz büyüklerin sınavlara yüklediği anlamlar sınavları çekilmez kılmaktadır. Velilerdeki bu bakış açısı değişmediği müddetçe dünyanın en iyi sınav sistemini de getirseniz çocuklarımızı yarış atına döndürecektir. Mahallemizdeki okulu, çocuğumuzun gittiği okulu ve öğretmenlerini beğenmedikçe, "Bu okulların verdiği bilgilerle çocuğum akranlarıyla yarışamaz" psikolojisinden kurtulmadıkça getireceğimiz her sistem çocuklarımıza çocukluğunu yaşatmayacaktır. Bu mantıkla biz okullardan bir şey beklemediğimiz için çocuğumuza takviye aldırma yoluna gideceğiz. Soluğu etüt merkezleri, özel ders vb. yerlerde alacağız. Çocuğumuza daha fazla yük yükleyerek onu dünyaya geldiğine pişman edeceğiz. Kendimiz hafta sonu dinlenirken çocuğumuz ilave ders peşinde koşacaktır. Yine çocuğumuzun kabiliyet ve yeteneğine göre meslek seçiminin önünü açmaktan ziyade kendi gönlümüzden geçen mesleği seçmesi için dikte etmek de çocuğumuza yaptığımız kötülüklerden biridir. Bu, sevmediği yemeği yemesi için çocuğumuza baskı yapmak gibidir.

Sınavsız olmaz desek de günümüz sınav sistemi ve zorunlu eğitim yaşının artırılması çocuklarımızın sorumluluk alma çağını ötelemektedir. Aileler tarafından "belki, bir umut' denerek saçlar süpürge edilmekte. Okuma ve ders çalışma dışında çocuğa hiçbir sorumluluk verilmemektedir. Hayatının yirmi yılını ders çalışarak, sınavlara hazırlanarak geçiren çocuğumuzdan 25 yaşından sonra sorumluluğunu üstlenmesini bekliyoruz. Bu durum  okutmanın dışında başka bir alternatif düşünmediğimizdendir. Artık elimizde her şeyi ailesinden ve başkasından bekleyen hazır yiyici ve patlamaya hazır bir bomba var. Çoğu genç, hayata umutla bakamaz noktaya gelmiştir. Bu durumun baş müsebbibi herkesi okutmaya çalışan devlet ve çocuğunun gerçek başarısını görmek istemeyen anne ve babalardadır, çocuklara bol not veren eğitimcilerdedir. Çocuğun başarılı olduğunu gösteren sistemimizdedir. Son kaldırılan sınav sistemi 17 bin birinci çıkartarak başarıyı öteleyen bir sistem idi. Kimse çocuğunun gerçek başarısının ne olduğunu anlayamadı. Bundan dolayı tedbir alma yoluna gitmedi, gidemedi ya da gitmek istemedi.

Sınavlar mutlaka olmalı. Çocuklarımız da sınavlara girmeli. Çocuğumuzun başarılı olup olmayacağı durumu iyi gözlemlemeli, verdiğimiz şansları iyi kullanmazsa çıraklık eğitim veya açık liseye kaydolduktan sonra yeteneğine uygun bir işe yerleştirmeden kaçınmayalım. Böylece yaş iken çocuğumuzu yetiştirme imkanı elde edebilir ve hayatını kurtarabiliriz. Bunun için öğretmenler de öğrenciyi notla değerlendirirken uçuk-kaçık puan vermekten kacınmalıdır. Zira çocuğa faydası olur diyerek verilen yüksek not ve puanlar öğrencinin kendisini, velinin de çocuğunu tanımasını geciktirebilir. 05/10/2017