29 Aralık 2016 Perşembe

Türkiye satranç oynamayı öğrendi*

Suriye iç savaşı 11/04/2011 tarihinde başlamıştı. Neredeyse altı sene oldu. Yıkılmadık ev, ölmedik insan kalmadı neredeyse. Harabeye döndü koca ülke. Büyük devletlerin terör örgütlerinin arkasına gizlenerek kozlarını paylaştığı ülke oldu nice zamandır.

Kimin kimi öldürdüğü belli olmayan bir savaştı bu. Akan Müslüman kanı. Ölen de Müslüman, öldüren de. Bu kirli savaşta yer almak istemeyenler ya da aciz kalanlar soluğu komşu ülkelerde aldı. Avrupa, mülteci akını olursa ne yaparız diye hop oturup hop kalkarken Türkiye kucağını ve yüreğini açtı. Mülteci durumundaki 3 milyon Suriyeli'ye ev sahipliği yaptı yıllardır.

Son bir kaç yılda Türkiye'nin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi. İçerideki hainler ve onların arkasındaki dost görünen medeni görünümlü devletlerle yalın kılıç mücadele etti. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'ndan sonra hiç bu kadar zor durumda ve yalnız kalmamıştı. Kimseye boyun eğmeden kendi yağıyla kavrulmaya çalıştı, kendi yaralarını sardı.

Türkiye önce taşın altına elini koydu. Mültecilere kucak açtı. Onların beslenme, barınma, eğitim, sağlık vb sorunlarına el attı. Ardından taşın altına elini koymakla kalmadı. Suriye'de ateşin içerisine girdi. Bir taraftan PYD/PKK, diğer taraftan FETÖ, aynı zamanda DAİŞ ile mücadele her ülkenin altından kalkabileceği bir şey değil. Bir kaç cephede ölüm-kalım mücadelesi veriyor Türkiye. Sanki I.Dünya Savaşında açılan cepheler gibi. Üstelik Türkiye mücadelesini 15 Temmuz gibi menfur bir darbe girişiminden sonra yürütüyor. Bir taraftan harbiye ve mülkiyedeki sözüm ona üst rütbeli kripto FETÖ'cüleri temizlerken, diğer taraftan canlı bomba, ve terör saldırılarına muhatap oldu. Özellikle askeriyenin büyük yara aldığı darbe teşebbüsünden sonra ülkenin savaşa girmesi büyük risk taşıyordu. Şehitler versek de yüzünün akıyla çıkıyor/çıkacak ülke bu kirli oyunun içinden.

Arap saçına dönen bu Suriye iç savaşı ne zaman bitecek derken nihayet   30/12/2016’da gece 00.00'da başlayacak şekilde ateşkes ilan edildi. Rusya ve Türkiye'nin ortak çabası meyvesini verdi. Her ikisi ateşkesin devamı için garantör devlet olacaklar. İnşallah kalıcı barışın başlangıcı olur bu süreç. Ne zamandır böylesi sevindirici haberlere hasret kalmıştık.

Türkiye hem sahada hem de masada başarılar elde etmeye, diplomaside ses getirmeye başladı. Nihayet satrançta acemi olan Türkiye iyi bir satranç oyuncusu olduğunu gösterdi. Taşları yerli yerinde oynamayı bildi. Azmin, samimiyetin ve inanmanın bir zaferiydi bu. Ekonomik olarak da yıkmaya çalıştılar, başaramadılar. Türkiye diklenmeden dik durmayı bildi. Evirip çevirmeden, eline yüzüne bulaştırmadan yüzünün akıyla çıktı. Hiç olmadığı kadar millet, devletinin yanında yer aldı, kenetlendi. Zor günlerde devletiyle, milletiyle, askeriyle, güvenlik güçleriyle birlikte kendi yağıyla kavrulmayı bildi. Acılar içinde pişti iyice. Sahada piyon olmaktan ziyade oyun kurmada rol almaya başladı.

İnşallah Türkiye’nin bu samimi ve kararlı çabası, hem ülkemizde hem de yanı başımızdaki ülkelerde huzur ve dirliğe sebebiyet verir, Suriye’de ilan edilen bu ateşkes kalıcı barışa zemin hazırlar, ülkemizde misafir ettiğimiz muhacirler de kendi ülkelerine gidip işlerine, güçlerine bakarlar, bu zorluklar sonucunda ucu görünen bu barış ikliminin Müslümanların feraset ve basireti için bir fırsat olur... 29/12/2016

*31/01/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Bir insanı tanımanın yolları*

Bir Hz. Ömer (r.a.)'in yanında bir hususta şâhitlikte bulunmuştu.
Ömer ibnü'l-Hattâb hazretleri ona,
"Be adam seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir" dedi.
Orada bulunanlardan birisi, "Ben onu tanıyorum, deyince Hz. ömer, "Nasıl bilirsin?" diye sordu.
O da, "Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum" cevabını verdi.
Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu: "Gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?"
"Hayır" diye cevap verdi adam.
Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti: "İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alış'veriş yaptığın bir kimse midir?"
Adam tekrar, "Hayır" dedi.
Hz. Ömer (r.a.) bu defa; "Bununla, insanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk yaptın mı?" diye sordu.
Adam bu soruya da, "Hayır" cevabını verince, Hz. Ömer (r.a.) "Sen onu tanımıyorsun" dedi ve sonra da adama dönerek, "Git, seni tanıyan birini getir" buyurdu.

Demek ki bir insanı iyi tanıyabilmek, doğruluk ve dürüstlüğünden emin olabilmek için; onunla, ya yakın komşuluk yapacaksın veya alış-verişte bulunacaksın yahut da beraber yolculuk edeceksin...

Aksi takdirde, yani bu ölçülerden hiçbirisi ile tartmadığın bir kişi hakkında, müsbet veya menfî yönde şahâdette bulunmayacaksın.
Zira bu demektir ki, sen onu tanımıyorsun. (www.kar-der.org.tr)

Tanımanın bir diğer yolu  da, o kişiye makam, mevki, şöhret ve yetki vererek denemedir.
◆ Adaletiyle ünlü Hz Ömer'in insanı tanıma metodu....Ömer'in yolundan gidenlere selam olsun. 29/12/2014

28 Aralık 2016 Çarşamba

Öğretmenlik can çekişiyor

Konu öğretmenlik mesleğinden açıldı mı: "En güzel mesleği icra ediyorsunuz, en kutsal görevi ifa ediyorsunuz, öğrenci yetiştiriyorsunuz, ne güzel" denir. Ardından "olacaksan öğretmen olacaksın bu devirde 3-4 ay tatil yapıyorlar, yaz ve 15 tatilleri var, kar yağdı mı okula gitmezler, haydi öğrencilere tatil, öğretmenler niye gitmiyor okula. haftada 10-15 saat derse giriyorlar, sabahçı ve öğlenci olma durumları var. yarım gün gidiyorlar işe. haftada bir iki gün de dersleri boş oluyor. Bizim bir tanıdığımız var, okula gitmesiyle gelmesi bir oluyor, öğrenciler okulların tatil olmasına yakın son haftalarda okullara gitmiyorlar, çünkü öğretmenler ders işlemiyorlarmış, çocuklara bir şey öğretmiyorlar, ne veriyorlar ki bir de ek dersleri var. Bunların yaptığı öğretmenliği ben bile yaparım. Çocuklarımızı emanet ettiğimiz bu kişiler görevlerini layıkıyla yapmıyorlar, bu işi para için yapıyorlar..."gibi şikayet ve serzenişleri duyabilirsiniz.

Toplumda hiçbir meslek grubu öğretmenlik kadar eleştirilmez. Ağzı olan konuşur bu ülkede. Haklı-haksız eleştirilerin ardı arkası kesilmez. İşin ehli de konuşur, olmayanı da. Öğretmenlik kadar şeffaf olan bir başka meslek de yoktur. Toplumun her bir bireyi -öğrenci dahil- öğretmenin neler yapması gerektiğini, neleri yapamayacağını bilir. Toplumda öğrencilere her şeyi vermesi gerektiğiyle ilgili sorumluluk verilen fakat elleri kolları bağlı olan yetkisi olmayan kişilerdir bunlar. gelen vurur, giden vurur. Eğitim ve öğretimimiz zaten sorun. Altından kalkılamayacak sorunlarla boğuşuyor. Sorunun sorumlusu da belli: öğretmen. Vurun abalıya.

Tarihte hiç olmadığı kadar öğretmenlik can çekişiyor. Hiçbir devirde bu kadar eleştirilen ve toplum nezdinde tu kaka yapılan bir meslek grubunun başarılı olması ve itibar kazanması mümkün değildir. Mevdut öğretmenleri beğenmeyince hepimiz eski öğretmenleri sitayişle anarız, kendi öğrenciliğimizi unutarak.

Bugün okullar esas eğitme görevini bir tarafa bırakmış, çocuk avutma yeri, öğretmenler de birer dadı durumundadırlar. Biliyorsunuz dadılar, sadece çocuğun emrindedir. Çocuğun bir dediğini iki etmez. Tüm gününü çocuğun memnuniyeti üzerine kurar. Çocuğa ne kızar, ne ceza verir. Eğer çocuğun dediğini yapmazsa akşam aile bireylerinden çekeceği var çünkü. Çocukları memnun edemezse kapının önüne konur. Dadının işte tutunabilmesinin tek yolu çocuğun memnuniyetidir. Bugün okullarda öğretmenin işine son verme söz konusu değildir ama yetkisiz korkuluk deyneğidir. Dersi boyunca çocuğa hem ders anlatacak, hem onu memnun edecek. Kızmadan, bağırmadan, ceza vermeden sınıfa hakim olacak. Çocuğu ne sınıfta bırakabilir, ne de düşük not verebilir. Veliler ve devlet yetkililerindeki tek istek öğretmenin tüm maharet ve yeteneğini göstererek düşük not vermeden, sınıfta bırakmadan, çocuğu asla kızmadan onu geleceğe hazırlamaktır. Öğretmen kazara bunları yapmazsa şikayet, eleştiri, inceleme ve soruşturma durumlarına muhatap olması kuvvetle muhtemeldir. Devlet ve velideki bu aşırı koruma hastalığı devam ettiği müddetçe bu gidişle okullarda ders de işlenemeyecektir. Bir çok sorumlu çocuk heba olacaktır. Öğretmen taşın altına elini koymaktan kaçınacaktır. Olan da geleceğimizin teminatı çocuklara olacaktır. Ailenin ve devletin yaptığı masrafa değmeyecektir. Çünkü aşırı korumacılıkta mazeret üretme, bahane bulma, başkasını suçlama refleksi daha iyi gelişir. Ne çocuk, ne veli üzerine toz kondurur.

Tedbir alınmazsa eğer MEB, yakın bir gelecekte okullarda görev yapacak öğretmen bulamayacaktır. Halihazırda çalışan ve görev almak isteyenler de mecburiyetten bu işi yapıyorlar. Nasıl ki şimdi okullarda görev yapacak idareci bulmakta zorlanıyorsa aynı durum öğretmenliğe de gelecektir. Şayet eğitim ve öğretimde kalıcı ve yararlı kararlar/tedbirler  alınmayacaksa devlet ve ailenin okul-servis-yeme, içme gibi konularda masraf etmesine gerek yok. İlkokuldan sonra tüm okulları açık okul durumuna getirsin. Belirli periyotlarla çocuklarımız sınıf geçsin, diploma sahibi olsun. Yazık değil mi devlet bu kadar öğretmene maaş veriyor. Eğitim ve öğretime epey bir ödenek hazırlıyor. Okullar açık okul durumuna gelirse devletin eğitim ve öğretime ayırdığı pay bir başka alanlara kaydırılacaktır. Zaten okullarda eğitim yapılmıyor, sadece öğretim yapılmaya çalışılıyor. Öğretimi de dijital ve sanal alemden yürütebilir. Çocuğunun eğitimini aşırı korumacı olan ailesi evinde versin. 28/12/2016