4 Haziran 2016 Cumartesi

Ramazanlık fıkralar-2

“Senin rızkınla orucumu açıyorum”

Ateist biri  bir gün ormanda geziyor ve etrafındaki güzelliklere bakıyormuş 'Evrim ne güzellikler yaratıyor’ diye düşünüp mest oluyormuş, birden arkasında kocaman bir ayı belirmiş ve onu kovalamaya başlamış.

Adam bütün gücüyle kaçıyormuş ama her arkasına bakışında ayının arkasında olduğunu fark ediyormuş. Dakikalarca süren bir kaçışın sonunda adamın ayağı yerdeki bir dala takılmış, ayı adamın üzerine atlamış, pençesini kaldırmış, tam vurmaya hazırlanırken adam "Allah’ım!” diye bağırmış. Bir anda zaman durmuş ayı donmuş, ormandaki nehir bile akmaz olmuş, orman kararmış ve gökyüzünden bir ışık hüzmesi adamın üzerine parlamış. Çok derinden gelen ilahi bir ses adama: 
"Yıllarca bana inanmadın, yaratılışı kozmik bir kazaya bağladın, sana bu durumda yardım etmemi mi istiyorsun? Seni sevgili bir kulum mu saymalıyım?" demiş. 
Adam utanç içinde: Biliyorum bunca yıldan sonra dindar biri olmayı istemem haksızlık, ama belki ayıyı dindar  yapabilir misin." demiş 
SES: “Peki" diye karşılık vermiş ve ışık kaybolmuş. Nehir tekrar akmaya baslamış  herşey eski haline dönmüş. Ayı pençesini indirmiş, iki pençesini de göge doğru çevirmiş, ve konuşmaya başlamış:
"Allah’ım, senin rızkınla orucumu açıyorum, hamd olsun bana verdiğin nimetlere... 
***
“Sen ne işe yaradın?”

Bektaşi ile hacı, Osmanlı zamanında ramazanda içki içerken yakalanırlar. Kadı yaptıklarının cezasının ne olduğunu bilip bilmediklerini sorar bunlara.
Hacı af diler şeytana uyduk kadı efendi der ve hacıya idam cezası verir. Bektaşi’ye sıra gelir ve der ki: “Ben Kadı efendi ben gayri-müslimim, bana oruç farz değil” der. Kadı Bektaşi’yi serbest bırakır. Bektaşi kadıya sorar kadı efendi ben de şehadet  getirsem de müslüman olsam arkadaşımı da bağışlar mısın? Kadı efendi düşünür gavuru müslüman yapmanın ona sağlayacağı sevabı hesap eder ve hacıyı da affeder.

Kadının huzurundan ayrıldıktan sonra hacı şaşırarak Bektaşi’ye sorar: “Sen ne biçim adamsın be! Bir dinli oluyon bir dinsiz, sende iman yok mu bire münafık” deyip azarlar. Bektaşi: ”Gavur oldum kendimi , Müslüman oldum seni kurtardım. Peki sen ne işe yaradın?”

"Dininin kıymetini bil!"**



Uzun Ramazan günleri geldi, gidiyor bile. Her 30 yılda bir misafirimiz olur. 17 saatten fazla oruçlu olduk. Zor olmaya zor oldu ama imtihan bu. Üstesinden geldik evelallah. İbadetle geçirdik ve geçiriyoruz bu manevi iklimi. Biraz gülmeye, gülerken de düşünmeye ne dersiniz… O zaman buyurun:
***
Böylesi uzun yaz dönemlerinde oruç tutan yaşlı bir amca yatar kalkar, uyur, uyanır bakar Güneş hala tepede. Bir türlü akşamı yapamaz. Açlık ve susuzluk da canına tak etmiş anlaşılan.  Oyalanıp vakit geçirmek ister. Biner arabasına şehrin yakınındaki bir baraja doğru aracıyla giderken  bir de ne görsün; birisi ağacın altına oturmuş, nevalesini çıkarmış yemek yiyor. Varır adamın yanına: “Güpegündüz yiyorsun, oruç da tutmuyorsun, sen ne biçim Müslümansın, utanmıyor musun” diye adama çıkışır. Adam: “Arkadaş, ben Hristiyanım” deyince bizim yaşlı amca: “Hristiyan mısın, öyle mi? O zaman dininin kıymetini bil” der ve ayrılır oradan.

Kahta’da görev yaparken anlattığım bu  fıkraya Biyoloji Öğretmeni bir arkadaşımız katıla katıla gülmüştü. Her yerde bu fıkrayı anlatır, herkesten fazla yine kendisi gülerdi. Bir gün yanıma geldi. Arkadaş! Akşam TV’de  bir hocayı dinledim, yanına da birkaç kişi almış, durmadan fetvalar veriyor: Başörtüsü Kur’an’da farz değil, gerçek yaşam sizin ki…diye başladı. Adamı can kulağıyla dinledim. Onun anlattığı din çok kolay bir din. Çünkü o yok, bu yok diyor, hiçbir sorumluluğu yok bu anlattığı dinin. Ne var böyle dini yaşamaya dedim ve senin geçen gün anlattığın fıkra aklıma geldi. Eğer bu hocayı görürsem ona önce bu fıkrayı anlatıp sonra da  ardından “Oğlum …! Dininin kıymetini bil” diyeceğim dedi.

Bu fıkrayı 2000'li yıllarda anlatmıştım. O zamandan bu zamana o hocaya arkadaşımız “Dininin kıymetini bil dedi mi bilmem. Eğer demediyse adı geçen hoca vefat etti artık. Ne o, başörtüsü farz değil diyebilir. Ne de bizim ki fıkrasını anlatabilir.
***
Orucun uzun tutulduğu yıllar yine. Teknolojinin çok gelişmediği eski dönemlerde Erzurum’da hocanın Ramazan başladı anonsuyla birlikte vatandaşlar oruca başlar. Yaşlı bir teyze de katılır bu kervana. Ramazan’ın son günleri teyze evin damına oturmuş, kendince bir tekerleme tutturmuş Ramazan’a veda ediyor: “Ey Şehri Ramazan, ne zaman geldin, nere gidiyorsun? Elveda ey şehri Ramazan…” şeklinde dönüp dönüp söylüyor. Teyzenin muzip bir gelini varmış. Kayınvalidesine şaka yapmak ister: Anne, anne! İmam orucu erken başlatmış, daha 10 gün daha tutulması gerekiyormuş, haberin olsun” der. Teyze: “Gidinin imamı, niye yanlış başlatmış, ben bu yaşlı halimle nasıl tutacağım o kadar orucu” diye hocaya kızmaya başlamış.

Yazımı geçen senenin Ramazan bayramı arifesinde Gökhan ÖZCAN’ın Yenişafak’ta yazdığı ‘Geçmiş olanın arifesinde” başlıklı yazısından alıntıyla bitirmek istiyorum: "Şimdi sonuna geldik; “Giderken bize bir şey bırakıyor mu?” Bol bol iftar ettik, inşallah bol bol oruç da tutabilmişizdir...


Ne hissettiğimizi samimiyetle soralım kendimize; oruç günlerinin sona ermesi içimize bir burukluk mu bırakıyor, yoksa bir yükten kurtulmuş olmanın sevincini mi? İlkiyse rahmet ayının bizler için bir 'imkan' olduğunun farkına varmış, ikinciyse 'müşkilat'tan bir şey olarak görüp geçmişiz demektir. Dillerimiz pervasız, ilkini söylemeye çok daha hevesli! Peki gönüllerimiz ne diyor bu işe? İnsan sevdiğinin hizmetine mecbur olduğu için mi koşar?..." 04/06/2016
** 27/06/2016 günü Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

Birileri Kıyameti koparmaya çalışıyor *

Yusuf peygamber: "Nefsim bana kötülüğü emrediyor" demişti biliyorsunuz. Nefsin istekleri bitmez, bizi kötülüklere sürükler de sürükler. Yaptığımız kötü işlerimiz için öz eleştiri yaparken genelde nefsime hakim olamadım deriz. Hasılı hayat nefisle mücadeleden ibarettir.

İbadetler nefsin kötülüklerinin önüne geçmek, onunla mücadele etmek için emredilmiştir. Hangi ibadeti ele alırsak alalım, hepsi nefse ağır gelenlerdir. Oruç da bunlardan biridir. Belki de nefse en ağır geleni. Her 30 yılda bir yaz dönemlerinde oruç tutarız. İşte bu sene  6 Haziran da başladık bu ibadete. 17 saati geçecek imsak halimiz. Kolay mı? Zor elbet. Kolayı herkes yapar. Asıl olan zoru başarmaktır. Rabbim başaranlardan eylesin.

Millet olarak bazı ibadetlerini aksatsak da yediden yetmişe hazırlanırız bu ibadete. Hele çocuklarımızda sahura kalkıp oruç tutacağım sevinci ve beklentisi görülmeye değer gerçekten. Küçüklüğümüzdeki bu içtenliğin, umudun büyüyünce de devam etmesi temennisiyle Rabbim sabırlar versin bu uzun günlerde, özellikle şeker hastalarına.

Halkımız, daha kolay olmasına rağmen namazdan daha fazla önem verir bu ibadete. Üstelik riyası da yoktur. Namazda gözü yoktur belki ama orucu es geçmez. Oruç tutmayan da oruçlu gibi görünür, dışarıda yemez içmez. Evet bir zamanlar böyleydi. Hatta hiç dini duyarlılığı olmayan bile Ramazanda olmaz diye lokantasını açmaz, açan da iftara doğru açar, iftar hazırlığını yapardı. Gazinosuna: "Ramazanda kapalıyız" yazardı. Sanatçılar ramazanları tatil olarak geçirirlerdi. Hasta bile olsa halkın görebileceği yerlerde yiyip içmezdi. Açık lokantalar genelde otogar, hastane civarlarında olurdu. Özel halleri olan kızlarımız, annelerimiz mutfakta gizli gizli yer, çocuğundan saklardı yemesini, içmesini. Kahta'da çalışırken demircilik yapan Hristiyan esnaflar vardı. Ramazan gelince gündüz yeme içme işlerini gizli yaparlardı. Doğru ya da yanlış, bir duyarlılık vardı ülkemin insanında bir zamanlar. Müslüman’ında da vardı bu duyarlılık, Hristiyan’ında da.

Son yıllarda Konya gibi mütedeyyin bilinen şehirler de bile duyarlılıklar azalmaya başladı maalesef. Çarşıya çıkıldığı zaman aleni yiyenleri çokça görebiliyoruz artık. Eskiden oruç tutmaya bahaneler buluyorduk, şimdilerde tutmamaya bahaneler arıyoruz. İsteyen tutar, isteyen tutmaz, adam ister inanır, ister inanmaz, orucun önemini bilir ya da bilmez ama bir duyarlılık vardı eskiden. "Allah'tan korkmuyorsan, bari kulundan utan" anlayışı hakimdi, Şimdi, "Allah'ın bildiğini kulundan niye saklayayım" noktasına geldik.

Kimsenin tuttuğu orucunda, yediği yemeğinde gözüm yok, tutmayanları da ayıplamıyorum, herkes kendi azığını doldurur. Fakat bizde yine bir atasözümüz var: "Biri yer, biri bakar. Kıyamet işte ondan kopar" diye.  Oruç tutma ama yeme ve içmeyi aleni yapma. Kimsenin kıyameti koparmaya hakkı yok. Bu davranışımızla kıyametin kopmasını hızlandırıyoruz gibi geliyor bana. Hepimiz öğrencilik yaptık bir zamanlar. Teneffüste kantinden aldığımızı yiyemeden öğretmen zili çalınca koşa koşa gelir, yiyeceği ya sıranın altına koyar, ya da öğretmenden izin alır, dışarıda yer gelirdik. Çünkü arkadaşlarımız bakarken rahat yiyemezdik, utanırdık.

Anadolu'nun dokusunda bu vardı bir zamanlar. Güzel bir doku, güzel bir hassasiyet. Ye, iç. Bari biraz ötede yap bu işi. Bu sosyal dokumuzu bozmayalım ne olur? İyi Ramazanlar! 04/06/2016

* 11.06.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.