Uzun
Ramazan günleri geldi, gidiyor bile. Her 30 yılda bir misafirimiz olur. 17
saatten fazla oruçlu olduk. Zor olmaya zor oldu ama imtihan bu. Üstesinden
geldik evelallah. İbadetle geçirdik ve geçiriyoruz bu manevi iklimi. Biraz
gülmeye, gülerken de düşünmeye ne dersiniz… O zaman buyurun:
***
Böylesi
uzun yaz dönemlerinde oruç tutan yaşlı bir amca yatar kalkar, uyur, uyanır
bakar Güneş hala tepede. Bir türlü akşamı yapamaz. Açlık ve susuzluk da canına
tak etmiş anlaşılan. Oyalanıp vakit
geçirmek ister. Biner arabasına şehrin yakınındaki bir baraja doğru aracıyla
giderken bir de ne görsün; birisi ağacın
altına oturmuş, nevalesini çıkarmış yemek yiyor. Varır adamın yanına:
“Güpegündüz yiyorsun, oruç da tutmuyorsun, sen ne biçim Müslümansın, utanmıyor
musun” diye adama çıkışır. Adam: “Arkadaş, ben Hristiyanım” deyince bizim yaşlı
amca: “Hristiyan mısın, öyle mi? O zaman dininin kıymetini bil” der ve ayrılır
oradan.
Kahta’da
görev yaparken anlattığım bu fıkraya
Biyoloji Öğretmeni bir arkadaşımız katıla katıla gülmüştü. Her yerde bu fıkrayı
anlatır, herkesten fazla yine kendisi gülerdi. Bir gün yanıma geldi. Arkadaş! Akşam
TV’de bir hocayı dinledim, yanına da
birkaç kişi almış, durmadan fetvalar veriyor: Başörtüsü Kur’an’da farz değil,
gerçek yaşam sizin ki…diye başladı. Adamı can kulağıyla dinledim. Onun
anlattığı din çok kolay bir din. Çünkü o yok, bu yok diyor, hiçbir sorumluluğu
yok bu anlattığı dinin. Ne var böyle dini yaşamaya dedim ve senin geçen gün
anlattığın fıkra aklıma geldi. Eğer bu hocayı görürsem ona önce bu fıkrayı
anlatıp sonra da ardından “Oğlum …!
Dininin kıymetini bil” diyeceğim dedi.
Bu
fıkrayı 2000'li yıllarda anlatmıştım. O zamandan bu zamana o hocaya arkadaşımız
“Dininin kıymetini bil dedi mi bilmem. Eğer demediyse adı geçen hoca vefat etti
artık. Ne o, başörtüsü farz değil diyebilir. Ne de bizim ki fıkrasını anlatabilir.
***
Orucun
uzun tutulduğu yıllar yine. Teknolojinin çok gelişmediği eski dönemlerde
Erzurum’da hocanın Ramazan başladı anonsuyla birlikte vatandaşlar oruca başlar.
Yaşlı bir teyze de katılır bu kervana. Ramazan’ın son günleri teyze evin damına
oturmuş, kendince bir tekerleme tutturmuş Ramazan’a veda ediyor: “Ey Şehri
Ramazan, ne zaman geldin, nere gidiyorsun? Elveda ey şehri Ramazan…” şeklinde
dönüp dönüp söylüyor. Teyzenin muzip bir gelini varmış. Kayınvalidesine şaka
yapmak ister: Anne, anne! İmam orucu erken başlatmış, daha 10 gün daha
tutulması gerekiyormuş, haberin olsun” der. Teyze: “Gidinin imamı, niye yanlış
başlatmış, ben bu yaşlı halimle nasıl tutacağım o kadar orucu” diye hocaya
kızmaya başlamış.
Yazımı
geçen senenin Ramazan bayramı arifesinde Gökhan ÖZCAN’ın Yenişafak’ta yazdığı
‘Geçmiş olanın arifesinde” başlıklı yazısından alıntıyla bitirmek istiyorum:
"Şimdi sonuna geldik; “Giderken bize bir şey bırakıyor mu?” Bol bol iftar
ettik, inşallah bol bol oruç da tutabilmişizdir...
Ne
hissettiğimizi samimiyetle soralım kendimize; oruç günlerinin sona ermesi
içimize bir burukluk mu bırakıyor, yoksa bir yükten kurtulmuş olmanın sevincini
mi? İlkiyse rahmet ayının bizler için bir 'imkan' olduğunun farkına varmış,
ikinciyse 'müşkilat'tan bir şey olarak görüp geçmişiz demektir. Dillerimiz
pervasız, ilkini söylemeye çok daha hevesli! Peki gönüllerimiz ne diyor bu işe?
İnsan sevdiğinin hizmetine mecbur olduğu için mi koşar?..." 04/06/2016
** 27/06/2016 günü Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.
** 27/06/2016 günü Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder