4 Haziran 2016 Cumartesi

"Dininin kıymetini bil!"**



Uzun Ramazan günleri geldi, gidiyor bile. Her 30 yılda bir misafirimiz olur. 17 saatten fazla oruçlu olduk. Zor olmaya zor oldu ama imtihan bu. Üstesinden geldik evelallah. İbadetle geçirdik ve geçiriyoruz bu manevi iklimi. Biraz gülmeye, gülerken de düşünmeye ne dersiniz… O zaman buyurun:
***
Böylesi uzun yaz dönemlerinde oruç tutan yaşlı bir amca yatar kalkar, uyur, uyanır bakar Güneş hala tepede. Bir türlü akşamı yapamaz. Açlık ve susuzluk da canına tak etmiş anlaşılan.  Oyalanıp vakit geçirmek ister. Biner arabasına şehrin yakınındaki bir baraja doğru aracıyla giderken  bir de ne görsün; birisi ağacın altına oturmuş, nevalesini çıkarmış yemek yiyor. Varır adamın yanına: “Güpegündüz yiyorsun, oruç da tutmuyorsun, sen ne biçim Müslümansın, utanmıyor musun” diye adama çıkışır. Adam: “Arkadaş, ben Hristiyanım” deyince bizim yaşlı amca: “Hristiyan mısın, öyle mi? O zaman dininin kıymetini bil” der ve ayrılır oradan.

Kahta’da görev yaparken anlattığım bu  fıkraya Biyoloji Öğretmeni bir arkadaşımız katıla katıla gülmüştü. Her yerde bu fıkrayı anlatır, herkesten fazla yine kendisi gülerdi. Bir gün yanıma geldi. Arkadaş! Akşam TV’de  bir hocayı dinledim, yanına da birkaç kişi almış, durmadan fetvalar veriyor: Başörtüsü Kur’an’da farz değil, gerçek yaşam sizin ki…diye başladı. Adamı can kulağıyla dinledim. Onun anlattığı din çok kolay bir din. Çünkü o yok, bu yok diyor, hiçbir sorumluluğu yok bu anlattığı dinin. Ne var böyle dini yaşamaya dedim ve senin geçen gün anlattığın fıkra aklıma geldi. Eğer bu hocayı görürsem ona önce bu fıkrayı anlatıp sonra da  ardından “Oğlum …! Dininin kıymetini bil” diyeceğim dedi.

Bu fıkrayı 2000'li yıllarda anlatmıştım. O zamandan bu zamana o hocaya arkadaşımız “Dininin kıymetini bil dedi mi bilmem. Eğer demediyse adı geçen hoca vefat etti artık. Ne o, başörtüsü farz değil diyebilir. Ne de bizim ki fıkrasını anlatabilir.
***
Orucun uzun tutulduğu yıllar yine. Teknolojinin çok gelişmediği eski dönemlerde Erzurum’da hocanın Ramazan başladı anonsuyla birlikte vatandaşlar oruca başlar. Yaşlı bir teyze de katılır bu kervana. Ramazan’ın son günleri teyze evin damına oturmuş, kendince bir tekerleme tutturmuş Ramazan’a veda ediyor: “Ey Şehri Ramazan, ne zaman geldin, nere gidiyorsun? Elveda ey şehri Ramazan…” şeklinde dönüp dönüp söylüyor. Teyzenin muzip bir gelini varmış. Kayınvalidesine şaka yapmak ister: Anne, anne! İmam orucu erken başlatmış, daha 10 gün daha tutulması gerekiyormuş, haberin olsun” der. Teyze: “Gidinin imamı, niye yanlış başlatmış, ben bu yaşlı halimle nasıl tutacağım o kadar orucu” diye hocaya kızmaya başlamış.

Yazımı geçen senenin Ramazan bayramı arifesinde Gökhan ÖZCAN’ın Yenişafak’ta yazdığı ‘Geçmiş olanın arifesinde” başlıklı yazısından alıntıyla bitirmek istiyorum: "Şimdi sonuna geldik; “Giderken bize bir şey bırakıyor mu?” Bol bol iftar ettik, inşallah bol bol oruç da tutabilmişizdir...


Ne hissettiğimizi samimiyetle soralım kendimize; oruç günlerinin sona ermesi içimize bir burukluk mu bırakıyor, yoksa bir yükten kurtulmuş olmanın sevincini mi? İlkiyse rahmet ayının bizler için bir 'imkan' olduğunun farkına varmış, ikinciyse 'müşkilat'tan bir şey olarak görüp geçmişiz demektir. Dillerimiz pervasız, ilkini söylemeye çok daha hevesli! Peki gönüllerimiz ne diyor bu işe? İnsan sevdiğinin hizmetine mecbur olduğu için mi koşar?..." 04/06/2016
** 27/06/2016 günü Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder