2 Haziran 2016 Perşembe

2000 öncesi bir meslek erbabı

2000 öncesi  40-50 km uzaklıktaki bir ilçenin beldesine 12-13 yıl gidip gelen bir arkadaşımız Konya merkeze gelebilmek için bir dilekçe verir. Atama işlerine bakan vali yardımcısı: "Seni değil merkeze almak, elimden gelse Taşkent'e sürerim" der.
***
Aynı kişi 2000'li yıllarda bir sosyal tesise yönetici olarak teklif edildiği zaman zamanın vali yardımcısı: "Nasıl ki camiye müzikçi atamak uygun değil ise  ise buraya da böyle birinin atanması uygun değil" diyerek teklifi geri çevirir.
***
Yine 2000'li yıllarda Mersin'e depo öğretmen olarak ataması yapılan bir arkadaşımız, merkezde kalmak için girişimlerde bulunur. Kendisine falan muhtarı görmesi söylenir. Muhtara durumunu anlatır. Muhtar: "Hocam senin tayinini yaptırmaya yaptırırım, fakat branşın kötü. Çünkü ben bu durumu teşkilatıma anlatamam" cevabı verir.
***
1994 yılında Nizip'te görev yaparken zorunlu hizmeti yapayım sonra memleketime geleyim diye OHAL bölgesine tayin istedim. Atama kılavuzunda OHAL bölgelerinde 2 yıl görev yapanların; istediği bölgeye, 3 yıl çalışanların istediği ile atamalarının yapılacağı yazılıydı. 3 yıl Adıyaman-Kahta'da çalıştıktan sonra tayin istedim. Maalesef 4 yıl tayinim çıkmadı. Her yıl bir umutla tek tercih Konya yazıyordum. Bu gidişle tayin isteyerek emekli olacağım diyordum. 4 yılın sonunda yazdığım tek tercih olan Konya da kapanmıştı. Ne yapmalıyım derken öğretmen olarak tayin istememin dışında -müdürlük hiç mizacıma uygun olmadığı halde- bir başka seçenek olarak müdürlük sınavına müracaat ettim,   O zamanlar müdürlük sınavı, seçme sınavı ve değerlendirme sınavı şeklinde iki aşamalı yapılıyordu. En yakın sınav merkezi olarak Diyarbakır'da sınava girdim, tam sınırda sınavı kazandım. Akabinde müzmin tayinci olarak tek açık yer olan Adana'ya öğretmen olarak tayin istedim.  2002 yılında Adana'da göreve başladıktan sonra seçme sınavını kazananları aldıkları bir aylık kursa katıldım. Benim son numaram da bu kurs esnasında dünyaya geldi. Vaktimin büyük bir kısmını da hastanede geçirmiştim. Kursa devam ettiğim anlarda bazen teneffüs aralarında kursiyerlere, arkadaşlar sınavda en yüksek puanı alsam ayıp olur mu şeklinde şaka yapardım. "Sen al da ayıp olmaz" cevabı verirdi az sayıdaki iletişim kurduğum kişiler bıyık altından gülerek. Dediğimin latife olduğunu benden başka anlayan da olmadı ya neyse. Gel zaman git zaman sınav sonuçları açıklanmış, çalıştığım okulun memuru, sınav sonucunu tebliğ-tebellüğ  etmek için yanına çağırdı beni. Masasının gözünden bir kaç sayfadan ibaret uzun bir liste çıkardı. İmzamı attım, aldığım puanımı gördüm.  Ağabey! Bakar mısın en yüksek notu kim almış dedim. Tüm listeyi taradıktan sonra koltuğunda oturan memurumuz ayağa kalkarak, "Hocam tebrik ederim, en yüksek puan 91. O da senin puan" dedi. Benim muhabbet olsun diye söylediğim gerçek olmuştu.

2004 yılının sonlarına doğru Konya'nın bir ilçesindeki Anadolu Lisesine  müdür olarak tayin istedim. O zamanlarda liselerin atamasını bakanlık yapıyordu. Yaz dönemi memleketime gelince 2 dostum, tanışayım diye beni atama işlerine bakan  bir yetkiliyle  görüştürdü. Yetkili CV'mi ve atama puanımı görünce: "Hocam atamanızın olmaması için hiçbir sebep yok. Bütün şartlar senin lehinde. Tek dezavantajın var: Branşının Din Kültürü olması. Çünkü Hüseyin ÇELİK, İlahiyatçıların müdür olarak atanmasına pek sıcak bakmıyor" dedi.

Sonunda atamam yapıldı. Memlekete gelmek için ikinci bir tercih hakkım olsun diye girdiğim müdürlük sınavı işime yaramıştı. Tansu ÇİLLER'in 3 yıl çalışır isen seni istediğin ile gönderirim sözü küçük bir sapma ile gerçek olmuştu. 11 yıl sonra Konya'nın bir ilçesine gelebilmiştim. Olsun bu kadar hata kadı kızında da olurdu.
***
90’lı ve 2000’li yıllarda bir branşa karşı yapılan muamelelerden birkaç kesit sundum. Çünkü bu yıllar  İlahiyat Fakültesi mezunlarının  üvey evlat muamelesi gördüğü, tu kaka yapıldığı yıllardı.  Hiçbir makama atanamazlardı. Sevenler bile bu branşçıların yanına yaklaşamazdı. Ya şimdi durum nasıl?  01/06/2016

-devam edecek-

1 Haziran 2016 Çarşamba

Depomuzu doldurma zamanı*

"Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da Cehennem azabından kurtuluş" diye bildiğimiz  on bir ayın sultanı Ramazan geldi. Hoş geldi, sefalar getirdi. Maneviyat depomuz boşalmıştı, tam da imdada yetişti.

On bir ay boyunca nefsimiz epey bir beylik yaşadı. Aklımızı, vicdanımızı, beynimizi esir almıştı. Daha fazla dünyalık düşünmeye başlamıştık. Nefsimize, bedenimize ağır gelen namaz ve oruçla başlayacağız boşalan depomuzu doldurmaya. Nefsimizden dizginleri yeniden ele alacağız. Kendimizi daha fazla ibadete, Kur'an okumaya vereceğiz, hayır-hasenatımızı yapacağız. Zekat, sadaka ve fitremizi vereceğiz gönülden.  17  saati aşkın yemeden, içmeden kesilip, şehevi arzulardan uzak duracağız. Hacı bekler gibi bekleyeceğiz iftarın olmasını. Camileri dolduracağız, daha az konuşacağız. Yalandan, talandan, laf taşımaktan uzak duracağız.  Tartışmalardan kaçınacağız. Nefsimizi terbiye etmek için elimizden gelen gayreti göstereceğiz. Rızasını kazanmak için tüm samimiyetimizi ortaya koyacağız. Hazır Şeytanlar zincire vurulmuşken tüm kozlarımızı oynayacağız. Ahirete daha fazla azık hazırlayacağız. Sabredip derviş olacağız murada ermek için. Ya da nefse dizginleri kaptırıp "Yakıtı insanlar ve taşlar olan nâra"  azık olacağız. Bir ay boyunca ibadetle yatıp,  ibadetle kalkacağız, iyice dolduracağız maneviyat iklimimizi. Sonunda hak ettiğimiz bayramımızı yapıp eş, dost ile bayramlaşacağız.

Ya bayram sonrası? Ne olacak durumumuz? Maneviyat iklimimiz ne şekilde değişecek? Bir ay boyunca yaşadıklarımız, yaptıklarımız, yapmaya çalıştıklarımızı buzdolabına koyup yeniden eski günlerimize mi döneceğiz? Daha Ramazan arifesinde teklemeye başlıyoruz. Çünkü bundan önceki ramazanlara da hızlı girdik, dört elle sarıldık depomuzu doldurmaya. Nedense bayram sonrasında bitiveriyor o depomuz birden. Bu depo niçin erken bitiyor? Yoksa ramazanlık mı bizim yaşantımız? Belli günlere mi hasrettik bu manevi hayatı? Tıpkı diğer önemli günleri bir güne hapsettiğimiz gibi… Okuduğumuz Kur'an'ı bir ayda bitirmek için çabalarız. Acaba bu Kur'an sadece bu ayda mı okunuyor? Özellikle teravih namazlarını camide cemaatle kılıyoruz kalabalık bir şekilde. Nedense arife günü yatsı namazında cemaat yine eski sayısına iniyor. Namazları karşılaştırmak doğru değil ama nedense teravihe gösterdiğimiz özeni farz olan namaza göstermiyoruz. Amacımız dini yaşayarak hayatımıza yön vermek midir, yoksa bir geleneği ihya etmek mi?

Ramazandaki manevi iklimimiz diğer on bir aya da sirayet etsin, daha arife akşamı yakıtı biten araç gibi yakıtımız bitmesin, okuduğumuz Kur'an'ı hazmederek okuyalım, rutin işimize devam edelim, gece kâim, gündüz nâim olmayalım, acıkıp susayalım,  orucu uykuya tutturmayalım, iftar menülerini abartmayalım, sahurlarda başımızda davullar çalmasın, biz kendimiz kalkarız sahurumuza. Eğer uyur kalır da sahur yapamazsak vebali bize. Kaldırmadıkları için asla gönül koymayız. Çünkü insanımızın çalışma mesaileri farklılaştı. Senin uyku halin benim iş zamanım, senin uyanık halin benim istirahat zamanım olabilir. Ne olur gölge etmeyin. O vurduğunuz tokmak, davula değil başımıza vuruluyor hem de beyinlerimizi  zonklatırcasına.

Yaptığımız ibadetlerin ihsan derecesinde olmasını, bu uzun Ramazan günlerinin bizlere sabırlar getirmesini,  kardeşlik hukukumuza anlam katmasını; huzur, barış, rahmet ve bereket getirmesi dileklerimle... Ramazanımız mübarek olsun. 
* 04/06/2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Hangi vali daha iyi?

Erzurum'a atandıktan sonra görevi devralan çiçeği burnunda yeni vali, halkın nabzını tutmak için halkın içerisine katılır. Halka, " Size bu güne kadar hizmet eden valilerden hangisi daha iyiydi" diye sorar. Halk: " Sizden iki önce atanan vali efendim" şeklinde cevap verir. Vali: " Bu valinin özelliği ne, diğerlerinden farklı ne hizmetler ifa etti" diye tekrar sorar. Halk: " Efendim göreve başlamak için gelirken daha göreve başlamadan yolda öldü. Biz bu valiyi çok seviyoruz. Çünkü en fazla hizmeti o yaptı" der.
***
Şehrin valisini rüşvet alıyor diye şikayet ederler. Vali kendisini şikayet eden erkânı makamına davet eder ve der ki: " Erenler! Duydum ki rüşvet alıyor diye beni şikayet etmişsiniz. Evet ben rüşvet alıyorum. İşte şu gördüğünüz sandık, benim rüşvet sandığım. İyice dolmasına az kaldı. Dolduktan sonra ya valiliği bırakacağım ya gideceğim, ya da rüşvet almaktan vazgeçeceğim. Ama şunu bilin ki, yeni gelecek valinin sandığı boş. Doldurmaya dipten başlayacak. O da ananızı ağlatacak. Siz en iyisi şikayetinizi geri çekin" deyince şikayetçiler şikayetlerinden vazgeçerler...
***
Halkın verdiği cevap karşısında yeni Erzurum Valisi ne yaptı, ne etti bilmem, rüşvetçi vali görevden el çektirildi mi onu da bilmem. Bildiğim bir şey var. Dün akşam yayımlanan yeni valiler kararnamesine göre 24 ile yeni vali atanırken, 26 ilin valisi yer değiştirdi. 22 tanesi de merkeze çekildi.

Gidenler kötü mü idi, gelenler iyi mi olacak bunu hiç bilmem. Yine bildiğim bir şey var. Sanal aleme bir göz attım. İlinden giden vali hakkında iyiydi, kötüydü yorumları. Yeni gelen nasıl olacak beklenti ve ümitleri yazılıp çizilmeye başlandı bile.

Konu valilerden açıldı madem. Ben de bir beklentimi söyleyeyim. Bir yere atanan vali, bulunduğu yerde yapılan herhangi bir okula, herhangi bir kuruma, herhangi bi caddeye ismini verdirmesin yeter. Ben başka bir şey istemiyorum. Ama eğer çalıştığı yerde kendi kazancından herhangi bir bina yaptırırsa kendi adını verebilir. Gördüğünüz gibi benim beklentim küçük. Son kez şunu söyleyeyim bir yere atanan vali, ben nasılsam, toplum nasılsa öyle biridir... 01/06/2016