25 Nisan 2016 Pazartesi

Ne gölgen ne de ihsanın... Bugün sana, seni anlatacağım yine!

Değerli  İlçe MEM, ortaokullar ve İHO whatsapp grubu üyeleri!

Paylaşımlarınızı depolamak için telefonumun 16 GB  belleği dolduktan sonra 35 TL vererek aldığım 32 GB hafıza da mermi gibi gelen paylaşımlarınıza dayanamadı. O da doldu.

Çalışma hızınıza teknolojinin yetişmesi mümkün değil. Sizdeki bu hizmet aşkına hangi bellek dayanabilir ki. Sizin çalışmanıza benim hayallerim bile yetişemiyor.

Telefonumun öbür dünyada benden şikayetçi olmaması için  bundan sonra gelen paylaşımlarınızı ve önceki gönderdiğiniz etkinlik görüntülerini sileceğim. İnşaallah yanlışlıkla isminizi silmem. Hazine değerindeki paylaşımlarınızı silince zaman zaman bakıp duygulanamayacağım ama ne yaparsınız.

Bize protokol kurallarını anlatırken sabah 09.00'dan önce  ve akşam 18.00'den sonra resmi görüşme için telefonla aranılmaz denirdi. Onlardan mı öğreneceğiz bu nezaket kurallarını. Onlar sizi kıskanıyor. Bir defa sizin mesainiz paylaşımlarınızı göndermeye yetmiyor. Hele sabahın 07.00'sinde başlayan paylaşım bombardımanınız  gece 00.00'a kadar devam ediyor. Bu mesai tanımaz inatçı ve azimli tavrınız  gözlerimi yaşartıyor. Bu zorunlu birlikteliğimiz çok diş dökeceğe benziyor ama  benim dişlerim ve sizi kıskananlar çatlasın, patlasın.

Bu yetenek sizde olduktan sonra nereye gitseniz iş bulursunuz. Çünkü hiç bir gazeteci, hiçbir paparazzi muhabiri sizin çektiğiniz kadar foto çekip gönderemez. Hangi kapıyı çalsanız sizi havada kaparlar. Mevcut pozisyonunuzla çok değerinizin bilindiği kanaatinde değilim.

Hayat boyu devam edecek bu foto çekip gönderme sizi yorduğunun farkındayım. Amirlerinizden birini görürsem sizin whatsapp paylaşımlarınızı gönderecek birer sekreter görevlendirmesini isteyeceğim.

Siz bize lazımsınız. Ne olur kendinizi çok yormayın. Allah rızası için yormayın. İyi ki varsınız.

Nacizane ben de sizden bir şey isteyebilir miyim? Size hiçbir  katkı sağlayamayan bu faniyi grubunuzdan çıkarmaları için bir girişimde bulunsanız da eğitim sisteminiz kurtulsa. Siz yolunuza gitseniz ben de yoluma gitsem daha iyi olmaz mı 25.04.2016

İnsanlığın sınıfta kaldığı yerdeydim *



20-24 Nisan tarihleri arasında bir vesileyle Bodrum ilçemizde bulundum. Bize mihmandarlık yapan otel  görevlisi Ferhat bizi sahile götürdü. Masmavi denizin ötesindeki adaları göstermeye başladı: “Şu adalar bizim, şu ileride gördükleriniz Yunanistan’ın. Mülteciler genelde karşıya geçmeye çalışırlar. Mülteci gördü mü Yunanlılar hemen ateş ediyor. Bizimkiler de kurtarmaya çalışıyor. Çok botlar battı buralarda… Bir zamanlar bizimmiş oralar. Hatta Almanlar 1940’lı yıllarda bize adaları teklif etmişler ama bizimkiler ‘Ne alırız ne de veririz’ demişler... Şu gördüğünüz ve yerleşim olan yer ise 12 Adalardan Kos Adası, yani İstanköy Adası. Hani geçen yıl cesedi kıyıya vuran çocuk cesedi, işte bu İstanköy Adasından botla gelen gelenler içinden ve ceset işte şurada bulundu” dedi…

Bizim o zaman ki hükümet böyle bir şey dedi mi demedi mi bilinmez. Haberin doğru sonucuna zaten varılmaz. Çünkü sanal aleme bile baksanız, dediydi demediydi haberlerine ulaşmanız mümkün. Her şeyimiz karanlık olduğu gibi bu konu da karanlık. Neyse konumuz bu değil zaten. Gidip görenleriniz bilir. Adalar burnumuzun dibinde gerçekten. 12 Adalara haydi yerinize marş marş dense özellikle İstanköy Adası koşarak bize gelir.

Cesedi kıyıya vuran çocuk deyince içim cız etti. Hemen sahilde yüzüstü yatan küçük bebeğin ölmüş bedeni gözümün önüne geldi geldi  gitti. Çok da vakit geçmemişti aslında. Ama olayın geçtiği yeri unutmuşum. Ne de çabuk unutmuşum. Çok değil, tarihler 02.09.2015' i gösterdiğinde  umuda yolculuk yapmak için kaçak yolla yurt dışına gitmeye  çalışan Suriyeli mültecilerin haberi vardı gazetelerde:  "Kıyıya vuran Suriyeli çocuk dünya gündemine oturdu. Bodrum'dan Kos'a botla gitmeye çalışan 3 yaşındaki Aylan Kurdi'nin cansız bedeni dünya gündemini sarstı” şeklinde… Bu haberi okur okumaz yüreğim dağlanmış ve konu ile ilgili duygu ve düşüncelerimi aynı gün blogspotumda değerlendirmiştim. Yazıma bir göz attım. Hiç Bodrum’dan bahsetmemişim. Zaten benim için de yer, bölge önemli değildi. Önemli olan içimize sığdıramadığımız bir çocuk cesediydi benim konum. Sizleri, o gün içimi paralayan ve bugün yeniden alevlenen feci olay üzerine 02/09/2015 tarihinde kaleme aldığım yazımla baş başa bırakıyorum:

 O kıyıya vuranlar balık değil maalesef. İnsanlığımızın sınıfta kaldığının, yüz karalığımızın, birbirimizi yediğimizin görüntüsüdür. Ölen insanlığımızdır. Hemcinsimizi diri diri yediğimizin görüntüsüdür. Bu asırda yaşayan bizleri, ardımızdan gelecek nesil –kalırsa- lanetleyecektir.

Topu birbirimize atmayalım. Hepimiz suçluyuz. Yönümüzü dönüp kaçıyoruz içimiz dayanmadı diye. Mahşerin vicdanından nasıl kaçacağız. Bari iz bırakmayalım. Balık niyetine yiyelim. Olur mu demeyin. Zaten İmamı Şafii "Denizden babam çıksa yerim" demedi mi? Hem de kart falan değil, taptaze...

Mübarek "Öyle bir zaman gelecek ki, insan görünümlü, insanlıktan nasibini almamış, hedefine ulaşmak için kıyameti koparmayı bile göze alan, nesli bozan nesil gelecek, birbirlerini diri diri yiyecek. Bunu yapan insan bozmaları ne yapsa yeridir. Evlatlarını da yesinler" diye fetvasını vermiş sanki. Midem bulandı diyenler insanlığın öldüğü yerde mide bulanmasının lafı mı olur. Naz yapma, ye hadi. Afiyet olsun.

Bu asır hemcinslerini yiyen yamyamların asrı olarak tarihe geçecek bilesin.

Sözüm meclisten dışarı. 02/09/2015”  (dilinkemigiyok.blogspot.com.tr)

Hiçbir yerimize özellikle sahillerimize çocuk cesetleri vurmasın. Tertemiz kalsın oralar…

* 27/04/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

Bu Kadar Şeffaflık Fazla Değil mi?**

Dijital kameralar, akıllı cep telefonları çıktı. Her şeyimiz şeffaflaştı artık. Ânı yaşar olduk. Her ânımızı kameraya, fotoğraf karesine almaya başladık. Neredeyse dışımız içimize, içimiz de dışımıza çıktı. Her yaptığımız, her yediğimiz telefonlarımızda kayıtlı…

Tüm derdimiz yaşadığımız o ânı ölümsüzleştirmek.  Mahşerde hesaba çekilirken her yaptığımızın ortaya çıkacağına inanır ama bu nasıl olacak demeyi de içimizden geçirirdik. Şimdi hemen hemen herkesin her ânı telefonların objektifinde. Kendimiz kayda alıyoruz. Herhalde öbür dünyada kendi kendimizi kendimiz ele vereceğiz. Ebedi alemde sadece samimiyet testimiz emin elde. Her objektife verdiğimiz pozun samimiyet, niyet açıklaması orada olacak.

Sanal alemi takip ediyorsanız ne demek istediğimi daha iyi ifade etmiş olurum. Sanal alem bugün; dünün magazin, paparazzi görevini görüyor. Üşenmeyip bir bakalım. Bütün yediğimiz içtiğimiz, yaptığımız orada. Ameliyat öncesi bir poz, ameliyat sonrası bir poz, yatakta yatarken bir görüntü, çıkarken bir görüntü. Profilimize de “Kendini mutlu hissediyor, üzgün hissediyor, canı sıkkın hissediyor” şeklinde eklemeler de yapıyoruz. Sanal alemdeki arkadaş grubumuzdan   birkaç tebrik, birkaç geçmiş olsun, bir kaç beğeni ile mutlu olmaya, varlığımızı hissettirmeye çalışıyoruz. Böylesi anlarımızda keşke samimi dostlarımız kapımızı çalsa daha iyi olmaz mı? Her şeyini çekip paylaşan bizler  için bir sıkıntı daha var: Kendi ölüm ânımızı kim çekecek? Oldu olacak bir dost ayarlayalım bari,  o ânımız da gizli kalmasın.

Baharın gelmesi yazın kendisini göstermeye başlamasıyla birlikte yarın mangal partilerini de görmeye başlarız artık. Nedense hiç mahremimiz, kendimize özelimiz kalmadı. Duyarlılık ve hassasiyetlerimizi kaybettik. 90 öncesi kağıt poşetlerimiz vardı; aldıklarımızı, yiyecek ve giyeceklerimizi onun içine koyardık. Kese kağıdı yoksa bile gazetelere sarılırdı. Konu komşu, eş dost görmesin; alan var, alamayan var. Kimsenin hakkı kalmasın düşüncesine sahiptik. Sonraları siyah naylon poşetler çıktı. Kese kağıdının yerini tutmasa da yine bir karartma söz konusuydu. İçi dışını gösteren şeffaf poşetlerimiz hayatımıza girdi. Aldıklarımız görünür oldu. Şeffaf poşetlerle birlikte biz de şeffaflaştık artık. Kazara eş dost göremediyse aynı anda sanal aleme yükleyerek cümle alem görsün diye podyuma çıkıyoruz. Bu konuda o kadar mesafe katettik ki, giydiğimiz pantolonun, gömleğin altında iç çamaşırı olarak ne giydiğimiz bile görünür oldu. Ailecek gittiğimiz pikniklerde bile pişirdiğimiz etler sanal alemde beğeni bekler oldu. Hatta bazıları hızını alamıyor; apartman, balkon dinlemiyor, cümle alem görecek şekilde mangal partisi yapıyor: Ben mutluyum bak, çatla der gibi. Paylaşanların sayısı ne kadar fazla ise beğeni sayısı da epey fazla. Aslında yiyip içtikten sonra piknik yerini ne şekilde bıraktığını paylaşsa daha iyi olurdu. Yediği, içtiği, yaptığı her şeyi paylaşanlar çocuk değil maalesef, koca koca adamlar. Biz büyükler yaparsak böylesini, bugünün küçükleri yarın neler yapar bir düşünelim.

Yaşadığım çağdaki çağdaşım olan insanları anlamakta zorlanıyorum. Neyi ispatlamaya çalışıyorlar anlamıyorum gerçekten. Eskiden “Yediğin içtiğin senin olsun gördüğünü anlat” denirdi. Şimdi anlatım yok, sadece görsel paylaşım var. Mutlu görünümlü pozların ardında nasıl bir ruh hali var merak ediyorum.

Çektiğimiz her kare için eskiden albümlerimiz vardı kişiye özel. Yeniden o albümlere dönelim. Ya da dijital ortamda özelimizin olduğu bir klasör oluşturalım. Mutlu ve özel günlerimiz yine kendimize özel kalsın. Zaman zaman bakıp anılarımızı tazeleyelim.

Gelin şu sanal alemi birbirimize fayda sağlayacak yararlı bilgilerle dolduralım. Takipçilerimizi kah güldürelim, kah düşündürelim. Her yediğimiz herzeyi cümle aleme afişe etmeyelim. Çok şey istemiyorum. “Kişinin her duyduğunu aktarması ona günah olarak yeter” biliyorsunuz. Sanırım her anı, her kareyi, her yediğimizi paylaşmak da aynı kategoriye girebilir. Çağımızın günahı bu olsa gerek.

Bu yaz Şeytan’ın bacağını kıralım. Yediğimiz, içtiğimiz kendimize has kalsın. Mangalımızın şahitleri bizimle konuşamayan, sır saklayan sessiz doğal ortamlar olsun… Afiyet olsun. 25/04/2016

** 25/04/2016 günü Kahta Söz Gazetesinde yayımlanmıştır.