13 Nisan 2016 Çarşamba

Tabela partileri *

Siyasi partilerin kurulmasındaki amaç, Türkiye yönetiminde söz sahibi olmaktır. Hepsinin de amacı başarılı olmaktır. Türkiye'de halen faal kaç siyasi partimiz var, hiç merak ettiniz mi? Nüfusa oranlarsak kaç kişiye bir siyasi parti düşmektedir?

2016 yılına göre Türkiye’nin nüfusu 79.51 milyondur. 17/02/2017 tarihi itibariyle faaliyette olan siyasi partilerimizin sayısı 92 iken 25/10/2017 itibariyle kurulan partiyle birlikte parti sayımız 93 olmuştur. Seçmen bazında bakarsak 2016 referandumuna göre Türkiye’deki seçmen sayısı 55 milyondur. Her 591 bin seçmene bir siyasi parti düşmektedir.

Bu kadar partinin olması normal mi sizce? Başka ülkelerde bu kadar kurulmuş siyasi parti var mıdır gerçekten? Bu durum bizim bölünmüş ve parçalanmışlığımızı gösterir mi? Soruları çoğaltabiliriz.
Bu sayı, faaliyette olan partilerin sayısı. Kapatılanları saymıyorum. Hiçbirinizin bu durumu normal gördüğünü sanmıyorum.

Aynı düşünceyi paylaşan insanların bir araya gelip parti kurmaları doğaldır. Fakat 1-2 seçime girince belirli bir oranda oy alamayan partilerin hâlâ tabelâlarıyla birlikte boy göstermeleri garibime gidiyor. Birçoğu seçimlere bile katılmıyor. 7-8 parti dışında hepsi tabela parti işlevi görmektedir. Amaçları nedir, niye duruyorlar, bir menfaatleri var mı?  Anlamışsam harap olayım.

Nasrettin Hoca bir camide vaaz vermek için kürsüye çıkar. Hoca bir türlü konuşmaya başlamaz. Hoca bekler, cemaat bekler. Herkes bir şaşkınlık içerisinde. Nice sonra hoca, ”Cemaati Müslim’in! Hazırlanmıştım ama  konuyu unuttum. Şu anda aklıma da bir şey gelmiyor” deyip tekrar kürsüde beklemeye koyulur. Dinleyiciler arasında hocanın oğlu da var. Babasının bu durumuna hayret eder ve babasına; “Babacığım, hiçbir şey aklına gelmiyorsa, kürsüden aşağıya inmekte mi gelmiyor?”  diye serzenişte bulunur.

Bu siyasi partiler hiç seçim başarısı gösteremiyor ve seçime girmiyorsa hala ne diye feshetmiyorlar kendilerini? Niçin tabelaları duruyor? Haydi bunlar, balığın kavağa çıkmasını bekliyorlar. Bunların çocukları ve eşleri, “Kapat şu partiyi, daha fazla rezil olma, bizi de rezil etme” diye niçin söylemezler? Yoksa çocuklarının Nasrettin Hocanın oğlu kadar kendilerine öz güvenleri yok mu Allah aşkına!

Benim bu konuyu buraya taşımamın sebebi, benim bilmediğim bir şey mi var? Eğer var da söylemezseniz hakkım kalır. Hele işin içinde rant var da yine söylemezseniz size gönül koyarım. Şayet öyleyse ben de kurayım bir parti derim. Hiçbir nedeni yoksa bizim psikiyatristlerimiz niye duruyor. İlla hastaları ayaklarına mı gelsin. Kalkın bu defa siz gidin ayaklarına.

Ağlanacak halimize gülüyoruz maalesef. Gelişmiş ülkelerde niçin bu kadar parti yok? Onların halklarının fikirleri hep birbirine yakın mıdır? Biz asgari müştereklerde niçin bir araya gelemiyoruz? Nüansları niçin büyük mesele haline getiriyoruz. Bu yönümüz de bizim geri kalmışlığımızın bir göstergesi mi acaba? Siyasi partilerin sayısına bakarak siyasetimizin seviyesini, etüt ve kurs merkezlerinin sayısına bakarak eğitimimizin okulların durumunu tespit edebiliriz.

Hiçbir işlevi olmayan ve varlık gösteremeyen tabela partilerinin yok olduğu bir siyaset arenası görmek dileklerimle. 13/10/2015


* 28/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Kararlarımız başka parmakları acıtmamalı

İmam Hatip Liselerinde görev yaparken öğrenciler arasında yapılan 'Kur'an-ı Kerim'i yüzünden güzel okuma' yarışmalarında jüri olarak görev verilirdi bana. Görev almamak için kırk dereden su getirirdim. Sonuç, görevlendirildiniz olurdu hep.

Neden görev almak istemezdim? Kendimi ehil görmezdim. Ayrıca sözlü sınavların objektifliğine inanmadım hiç. Bu tür yarışmalarda jürinin takdir hakkı 'la yüs'el'dir. Hikmetinden de sual olunmaz. Bir iki tane uçuk- kaçık puan veren bir kaç üye genelde sonucu belirler. Böyle bir yarışma öncesi bu durumu izah ettim bir meslektaşıma. Bana, " Ben çok doğru puan veririm; gramı gramına. Ben bu işten iyi anlarım" dediğinde sorun bende  o zaman dedim kendi kendime.

Görev verildiği zaman da puanlamada ilk okuyanı baz alırdım. İlk okuyana verdiğim puandan sonra her okuyan yarışmacıyı değerlendirirken ilk verdiğim puanın altında ya da üstünde puan verirdim. Verdiğim puandan ilk önce kendi vicdanımı tatmin etmeye çalışırdım.

Çalıştığım muhitimde  bazı okulların katıldığı bir kompozisyon yarışması yapıldı. Komisyon üyeleri okulların Türkçe öğretmenleri idi. Her üye kendi okulunun birincisine puan vermedi. Kağıtlar okundu, puanlar verildi. Her bir öğretmenin verdiği puanları topladım. İlk 3'e giren belirlendi. Üyelere tutanağı imzalattım. Üyeler gittikten sonra verilen puanlara bir göz attım. Aralarında uçurumlar vardı gerçekten. Birinin 34 verdiği bir kompozisyona diğeri 90 vermişti. Jüri üyelerinin verdiği puanlar 5-10 puan altı ya da üstü olduğunda anormal bir durum ortaya çıkmazdı. Sonra okullarından birinci seçilerek gelen bir yazıya 34 puan vermenin nasıl bir izahı olurdu... Sonuç, sıfırcı hocanın diğer kağıtlara verdiği düşük puana karşın diğer üyelerin sıfırcı hocanın öğrencisine verdiği yüksek puanlar sıfırcı öğretmenin öğrencisini birinciliğe taşıdı. Ne diyelim? Bize hayırlı olsun demek düşer... Ama şunu da söylemek isterim: Hayatta bir türlü öğrenemediğim, bazı hesap kitap işlerinden anlamamak. Okulumda da aynı hesap kitap yapmaktan  anlamayan biri var. Demek ki birbirimize bakarak kararmışız. Bu da bizim beceriksizliğimiz.

Hakimin mahkemede verdiği karara kızarız, hakemin sahada verdiği karara köpürürüz. Adalet ve hakkaniyette insan beğenmeyiz kendimizden başka.

Hiç başkasına kızmayalım öğretmenim. Bütün kızdıklarımız bizim eserimiz... Önce kendimize bakalım; kendi önümüzü, kendi içimizi temizleyelim...13.04.2016


Unutulanlardan mısınız?


İnsan kelimesinin kökeni nedir, ne anlama gelir? Bazı dilciler; arkadaşlık, dostluk, bağ anlamına gelen ünsiyet kelimesinden türetildiğini belirtir. Bazıları da unutan, unutulmuş anlamına gelen nisyan kökünden geldiğini söyler.

Yapısına ve özelliklerine bakıldığı zaman insan hem dost canlısı, hem de unutkan bir varlık olarak karşımıza çıkar. Unutkanlık yönüyle ilgili; “İnsanoğlu, nisyan ile malüldür” şeklinde tanımı da yapılır. “Uykudayken yapılanlardan, unutarak yapılanlardan ve baskı altında iken yapılanlardan sorumluluk kaldırılmıştır” buyurur Peygamber Efendimiz. Demek oluyor ki insanın hasletlerinden biri de unutmak...
Siz hiç unuttunuz mu ya da unutuldunuz mu? Eğer unutulmuş iseniz hangi duygu ve düşünceler aklınıza geldi? Bu durumda kendinizi nasıl hissettiniz?

Bir otobüste arkadaşlarınızla beraber yolculuk yapıyorsunuz. Lavaboya gittiniz. Gelinceye kadar otobüs sizi bırakıp gitmiş. Orada kaldığınıza mı yanarsınız, unutulduğunuza mı, kimsenin sizi hatırlamadığına mı? Bir yere geldiniz; dostlarınız konuşuyor, selam verdiniz, selamınızı duymadılar, duydularsa da selamını alıp yine konuşmaya devam ettiler ya da selamını aldıktan sonra konuşmayı bıraktılar, senin yüzüne bakıyorlar. Hasılı sizinle ilgilenmiyorlar. Bu durumda ne hissedersiniz?

Bir gazetede yazı yazıyorsunuz, yazınızı zamanında gönderiyorsunuz ama yazınız yayımlanmıyor, üstelik bu durum birkaç defa başına gelmiş ise kendinizi  nasıl hissedersiniz? Yazının yayımlanmamasının ardından saatler, günler geçmesine rağmen bir yetkili sizi arayıp: “Yazınızı unuttuk” dahi demiyorsa kendinizi nasıl hissedersiniz? Kendinizi etkisiz eleman gibi hissedersiniz. Kendi kendinize dert yanıp demek ki farkındalık oluşturamamışım, varlığım ya da yokluğum hissedilmiyor, ben çok oldum artık, insanlara ayak bağı oldum, fazla gölge etmeyeyim. Demek ki hiç iz bırakmamışım demeye başlar, farklı farklı duygulara kapılırsınız.
                                     *
Adıyaman Kahta’da görev yaparken son sınıf öğrencilerim, çıkardıkları yıllıklarında “Öğretmenlerimize öğretemediklerimiz” başlıklı bir bölüm açmışlar. Her bir öğretmen için birer ikişer cümlelik özelliklerinden bahsetmişler. Benim için de “Geçmişi unutması gerektiğini, her şeyi hatırlamaması gerektiğini öğretemedik” diye yazmışlardı. Sonum nasıl olur bilmem ama maalesef benim de en kötü yönüm unutmamak ve hatırlamak. Ortaokul ve lise geçmişim de bile eskiyi hatırlamaya dair okul arkadaşlarım çelişkiye düşerlerse bilirkişi olarak bana başvururlar. Hiç unutmam, bir gün 30 yıl önce beraber mezun olduğum bir arkadaşımla beraber bir kuru yemişçiye girdik, arkadaş alışverişini yaptı, borcunu ödemek için kredi kartını uzattı. Sonra kendisi içeriyi seyre daldı. Kuru yemişçinin "şifrenizi girin" sözünü duymadı. Kendi kendime, bunun şifresi okul numarasıdır dedim. Numarasını yazdım, şifre doğru idi.

Fazla söze gerek yok. Unutulmak, hatırlanmamak çok kötü bir duygu. Haberiniz olsun. Unutulmayanlardan ve hatırlananlardan olmanız temennisiyle… 13/04/2016