Ömrünü mücadeleye adamış bir dava adamıydı. Ülkesine ve İslam dünyasına hizmetten geri kalmadı. Bilim adamı ve siyasetçi. Dini, ilahiyatçılardan daha iyi bilen biri idi.
Gözlerinin fıldır fıldır etmesi zekasındandı. Bilim adamı ve yüksek mühendis olarak hayatını devam ettirseydi bir eli yağda, diğeri balda olacak, paraya para demeyecek, sıkıntı çekmeyecekti. Leopard tanklarına imzasını attığı gibi yeni icatlara da mührünü basardı.
Memlekete hizmetten başka bir düşüncesi olmadığından rahatı değil zoru seçti. Memleketin gelişmesi için ağır sanayiye ihtiyacı vardı. Önce Gümüş motoru kurdu ve üretimini gerçekleştirdi. Yeterli desteği görmeyince TOBB genel sekreteri, ardından başkanı oldu. Baktı ki; üretim, sanayi siyasetsiz olmuyor.
Bağımsız olarak siyasete adım attı. Tamı tamına 5 parti kurdu. Her kurduğu parti irticanın odağı olarak görüldü. Laikliğe aykırı görülerek kapatıldı. Çoğu zaman siyasi yasaklı hale geldi. Hapiste yattı. Pes etmedi. Yılmadı. Onlar kapattı. Bu yeniden açtı.
Önceleri küçük bir parti iken rakipleri güldü geçti, dalga geçti. Ciddiye almadı. Ne zamanki büyümeye başladı, tehlike olarak görüldü. Tek kişiyle başlattığı siyaset mücadelesinde koalisyon ortağı oldu çoğu zaman. Ağır sanayi hamlesini başlattı. Her bir yere fabrika temelleri attı. Bize hayal gelen icraatlarını yapmak için didindi durdu.
Rakiplerinin saldırma, yıldırma ve hakaretlerine karşı beyefendi kişiliğini hiç bozmadı. En kötü sözü: “Sizi gidi taklitçiler sizi” idi. Bütün hayat mücadelesini “Biz ve onlar” bandına oturttu. Kendi kesimine kızmışsa “Sakallı Hüsnü” dedi.
Kapatılan, baraj altında kalan partisini iktidara taşımayı bildi. İktidar olur olmaz, “Denk bütçe” yaptı. “Havuz sistemini” getirdi. Rant ve faiz lobisine darbe vurdu. D8'leri kurdu. Memur, hayatında görmediği zammı gördü zamanında. Enflasyon da azmadı. Silahlı ve silahsız kuvvetler, iktidarına savaş açtı. Hortumları kesilenler onun iktidarına bir yıl dayanabildiler. Okul arkadaşının ayak oyunu ile iktidardan uzaklaştırıldı. Partisi iktidarda iken yine kapatma davası açıldı. Partisinin kapatılmasına karar verildiğini bildiği halde Yüce Divanda saatlerce ayakta partisini savundu. “Savunan adam” olarak tarihe geçti. Partisini kapatılmaktan kurtaramadı ve partisi aynı zamanda parçalandı.
Rahle-i tedrisinden yüzlerce siyasetçi yetişti. Talebeleri yıllardır ülkeyi yönetiyor. Kendisine yaptırmadıklarının çoğunu öğrencileri yaptı.
Önce manevi kalkınma dedi. İslam Birliği fikrinden hiç vazgeçmedi. Bugün hayal gibi görünüyor. Dün hayal gibi görülenler yapıldı. İnşallah! İslam birliği niçin olmasın.
O, karşıt kesim için “Takunyalı” idi. Bizim içinse ilklerin adamıydı. 85 yıllık ömrüne, küçük boyuna dünyayı sığdırdı.
Kimden mi bahsediyorum. Tabiiki hocamdan. Nur içinde yat hocam... 27/02/2016
27 Şubat 2016 Cumartesi
25 Şubat 2016 Perşembe
Öteki mahalleye gönderdiklerimiz/göndereceklerimiz *
Bir zamanlar bir fikir, bir düşünce, bir ideal uğruna
bir araya gelen insanlar iyi bir sinerji meydana getirerek büyük işlere imza
atarlar. Başarı geldikçe birbirlerine iyice kenetlenirler. Dostlukları düşman
çatlatır cinsinden olur. Aynı mahallenin insanları olurlar artık.
Mahallenin içerisinde durdukça farklı fikir söyleme imkânın
yoktur. Şayet söylemeye kalkarsan bir çırpıda tu kaka olmaya
başlar; dışlanırsın, bir kenara itilir; horlanırsın. Hain ve nankör muamelesi
görmeye başlarsın. Farklı fikir söyledikçe üzerine top mermisi gibi gelen
eleştiri ve saldırılara karşı savunmaya geçmek durumunda kalırsın. Bundan sonra
geri kalan ömrünü kendini defansta savunma yapmakla geçirirsin. Mahallen sana
vebalı gibi bakmaya başlar. “Ben de sizin gibi düşünüyorum. Aynı amaca hizmet
ediyorum. Sadece şöyle olursa daha iyi olur” desen de saldırı cephesi: “Hayır,
sen dediğin gibi değilsin. Sen artık bizden değilsin” şeklinde bakmaya
devam eder. İçlerinde durdukça hal ve hareketleriyle sana acıyarak bakarlar.
Sinirleri bakışlarına sirayet eder. Kendi mahallende parya olursun. Garip
kalırsın. Kendi muhitinde seni bir boğmadıkları kalmıştır.
Böyle bir ortamda öteki mahalle sana sahip çıkmaya, ilgi
göstermeye başlar. Sana kucak açar. Kendi kendine iç muhasebesi yapmaya
başlarsın. “Marifet iltifata tabidir.” Ne yapmalıyım? Kendi mahallemde
yabancılaştım, dışlandım diye. İçlerinde kalarak mücadele edemeyeceğini
anlayarak iltifat gördüğün mahalleye gidersin. Gider gitmez ardından “Hain”
salvoları gelmeye devam eder. Artık eski mahallende adın; satılmış, hain olarak
anılır.
Yeni gittiğin mahalle sana kucak açmıştır. Ama kolay kolay
benimsemez; tüm ilgi, alaka ve iltifatlarına rağmen. Çünkü niyetleri seni eski
mahallene karşı silahşör olarak kullanmaktır. Zira sen orada da bir yabancısın,
eğretisin. Mahalle değiştirmiş olmana rağmen seni, ne eski mahallen kabul eder
ne de yenisi. Ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranırsın artık. Hani, Hristiyan
iken Müslüman olur olmaz ölen birine annesi: ‘Oğlum, İsa’yı küstürdün, yeni
dininde de Muhammed seni tanımaz’ demiş ya. Durum aynen böyle.
Bir mahalleden öbür mahalleye geçişi uzun da olsa nihayet anlatabildim.
Böyle mi olmalıydı? Yıllardır birlikte baş koyduğunuz, birbirinizin ciğerini
bildiğiniz kardeşinizi karşı mahalleye gönderince iyi yaptık mı sanıyoruz? Kardeşiniz
sırlarıyla birlikte karşı cepheye geçmiştir. İnsanın en zayıf olduğu an ise;
sırlarını verdiği, paylaştığı kişilerdir.
Aynı mahallede farklı fikirlere tahammül edilmelidir.
Aykırı fikirlere tahammül gösterilirse kimse mahallesinden öteki mahalleye
taşınmaz. Tahammül edilmezse tarih kardeş kavgalarıyla doludur. Sonra
kardeşlerin kavgası kan davası haline döner. Kolay kolay da bitmez.
Birbirlerini bitirmek için uğraşırlar. Böyle mücadele ederken her iki kardeş de
biter ama kolay kolay farkına varamazlar.
Peygamber, kuyusunu kazmaya çalışan münafıkların lideri
Abdullah bin Ubeyy bin Selül’e bile tahammül göstermiştir. Mekke’nin
fethedileceği haberini ulaştırmaya çalışan Hatıb bin Ebî Beltea’yı
affetmiştir. Herkesi kazanmaya çalışmıştır. Mekke’nin Fethi esnasında “Kim Ebu
Süfyan’ın evine sığınırsa emniyettedir…” diyerek hem kan akıtmanın önüne
geçmeyi, hem de yıllardır kendisine rakip olan bir komutanı kazanmayı murat
etmişti.
Farklılıklarımızı rahmete dönüştürmek lazım, zahmete değil.
Hele böylesi zor durumlarda milletçe kenetlenmemiz gerek. 25/02/2016
* 03/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
* 03/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Yol kenarlarında yöresinin mahsulünü satanları nasıl bilirsiniz?**
Zaman zaman başka il ve
ilçelere yolunuz düşmüştür. Kimini transit geçmiş, kiminde de soluklanmışsınızdır. Şehrin
girişinde ya da çıkışında yol kenarlarında o yöreye özgü ürünlerin satışının yapıldığı
dikkatinizi çekmiştir.
Albenisi bazen durdurur
alışveriş yaptırır. Çünkü: Doğaldır, tazedir, yöreye özgüdür. Aynı zamanda
memleketine götüreceğin en güzel hediyedir.
Fiyatının makul olması da muhtemeldir. Çünkü her şey yerinde ucuzdur.
Nakliye binmez. Bu duygu ve düşünceler içerisinde alışverişini yapar, yoluna
devam edersin. Bazen de içimizde bir ukde kalır, almadan geçer gideriz. Belki de zamanımız
yoktur.
Sonunda alış veriş
yapmadan geçip giden “Keşke durup alışveriş yapsaydım” diye bir pişman, alavere
yapan ise bin pişman olur. Çünkü yörenin en ıskarta, en bayat, en kötü malının
tezgaha konduğu ve kendi memleketindeki fiyatından daha fazlaya satın alındığı
menziline vardıktan sonra ortaya çıkınca “Keşke almasaydım” pişmanlığı baş
gösterir. Eve kadar getirip hamallığını yapmak da cabası. Yol kenarlarında
satışı yapılan ürünler hep böyledir demiyorum. Tüm satış yapanlar kötü mal
satıyor iddiasında hiç değilim. Nasıl ki
pazarcı esnafının hepsinin kötü mal satmadığı gibi. İstisnalar kaideyi bozmaz
ama maalesef genel itibariyle durumumuz/görüntümüz/imajımız budur.
Örnek isteriz, örnek mi
diyorsunuz. Bu sefer örnek anlatmayacağım. Zira, yine kandırılmışsın
diyeceksiniz. Ben malumu ilan ettim. Bir çoğunuz bu zevki tatmıştır zaten.
Giden paradan ziyade
insanın zoruna giden kandırılma duygusudur. Zaafından yararlanılmasıdır.
Fırsatçılık yapmaktır. Kazanma hırsıdır. Değer mi üç günlük dünya için saf
Anadolu insanını kandırmaya? İşin garibi bir yörede yaptığımız bu tür alışverişten
sonra suçun ferdiliğinden ziyade çoğu zaman tüm bölge insanını kötüleyerek
toptancılık yapıyoruz. Ne hakkımız var, tüm beldemizi kötülemeye/kötületmeye.
Zaten müşteri ayağına gelmiş, pahalı da olsa alacak. Birinci sınıf mal satsan
da gelip geçen hem senin hem de bölgen hakkında olumlu kanaatle ayrılsa ne
olur?
Aslında bu tür yerlerde
satış yapanlar gelip geçenlere bir defa vurur. Alan bir daha almaz. Temiz mal
satsa da sürekli gelip geçen alışveriş yapsa ne olur? Sanırım bu tür
satıcılarda; bu adam zaten buraya yeni geldi, nasılsa geçip gidecek, bir daha
gelmez, ben her gün böyle 8-10 kişiyi avlasam bana yeter diye düşünüyor
olmalılar. Eğer böyle düşünülüyorsa yazık gerçekten. Bu tür davranışlar ne
insanlığa, ne hemşericiliğe, ne de Müslümanlığa sığar. Değer mi üç kuruş için
ahiretimizi dünyaya/dünyalığa değiştirmeye?
Her bir meslek grubunun
bağlı bulunduğu odası, derneği vardır. Kendi içinde denetleme olmalıdır. Her meslek kendi içlerinde çürükleri barındırmamalıdır. Nasıl ki meyve
ve sebzedeki çürükleri sağlam olanlarına zarar vermemesi için ayıklıyorsak bu
tür çürükler de ayıklanmalıdır. Sıkı ve ciddi denetimlerle her meslek
temizlenmeye gitmelidir. Bu gidişle kimin kimseye maalesef güveni
kalmayacaktır.
Gelin hep beraber
teorideki dürüstlüğümüzü bir tarafa bırakalım. Pratikte dürüst ve güvenilir
olalım. Namazımız, orucumuz kendimizin olsun. Bize bu ibadetlerin yansıması
olan güveni verin zekat olarak… Çok mu şey istedik?.. 25/02/2016
04/03/2016 tarihinde Kahta Söz Gazetesinde "Çok şey mi istedik" başlığıyla yayınlanmıştır.
04/03/2016 tarihinde Kahta Söz Gazetesinde "Çok şey mi istedik" başlığıyla yayınlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)