2 Şubat 2016 Salı

Öküz öldü ortaklık bozuldu*

“Öküz öldü ortaklık bozuldu”
Atasözlerimiz geçmişten günümüze süzülerek gelen, toplumun ortak düşüncesini yansıtan, içinde mecazi anlamlar barındıran, kısa ve özlü sözlerdir. “Öküz öldü ortaklı bozuldu” da bunlardan bir tanesidir.
Yaşadığımız toplumda bu atasözünün izlerini ve sonuçlarını görmemiz mümkündür. İnsanlarla ya da kurumlarla aramız iyiyken bu atasözünün geçerliliği yoktur. Ne zamanki kurumlarla ya da kişilerle bağımızı koparmışsak hemen bu atasözümüz devreye girer. İnsanlar bir ve beraber iş yaparken sorun yok. İşler bozuldu mu artık ne insanlığımız kalır ne de dürüstlüğümüz. İnsanoğlunu tanımak zor gerçekten. Anlık değişen bir yapısı vardır.
Köpeklerin birbiriyle oynaştığını gören birisi arkadaşına: “Şu köpekleri görüyor musun? Boğuşmadan ne güzel oynuyorlar” der. Arkadaşı: “Onların dostluğu aralarına kemik atıncaya kadardır” cevabı verir. Gerçekten  kemik atılınca köpekler birbirleriyle boğuşmaya başlarlar. İnsanoğlunun dostluğuna derman yetmez. Çoğu zaman birbirimize canımızı verecek noktaya geliriz. Ama ne zaman ki aramıza kara kediler girer;  dişlerimizi göstermeye başlarız. Gerçek yüzümüz ortaya çıkar, dünkü dost bildiğimizi yerden yere vurmaya başlarız. Başka milletlerde bu durum nasıldır bilmem ama bizim doğu toplumlarında durum maalesef böyledir. Evliliklerin sona ermesinden tutun da şirket ortaklığı, siyasi yelpazedeki değişkenliklere varıncaya kadar durumumuz budur.
Siz hiç bu toplumda evlenen kişilerin boşanma durumunda medenice ayrıldığını gördünüz mü? Mümkün değil. Ayrıldıktan sonra eşler kendi yoluna devam edebiliyor mu? Ekseriye ayrılıklarımız kavga, gürültü, şiddetle sona erer. Artık kıyamete dek  husumetimiz hız kesmeden yoluna devam eder. Eşi psikolojik hasta olan bir arkadaşımız, eşinden ayrılmak istedi. Bir türlü ayrılamadı. Kendisine sebebini sorduğumda: “Hocam hakim şiddetli geçimsiz olduğunuzu bilen bir şahit getirin, sizin kavga ettiğinizi görev var mı diye soruyor. Ben herkesin göreceği yerde eşimle asla kavga etmem. Bu benim edebime aykırı. Bu yüzden şahidim de yok. Hasılı boşanamıyoruz” demişti.
İş ortakları uzun süre birlikte çalışırlar. Ne zaman ki ayrılma noktasına gelirler ve ayrılırlar artık belden aşağı vurmaya başlıyorlar. Siyaseten birlikte çalışanlar bir zaman sonra anlaşamayıp ayrılıyorlar. Kimse kendi yoluna gitmiyor. Artık bundan sonra geri kalan ömrünü geçmişte birlikte çalıştığı kurum/kuruluş/kişileri eleştirmeye, hakaret etmeye, gizli kalmış yönlerini ortaya çıkarmaya başlıyor. İşte burada insanın gerçek yüzü, kişiliği, karakteri ve  çiğ süt emdiği ortaya çıkıyor. Bir ve beraber iş yaparken yapılmayan eleştirilerin ayrıldıktan sonra ortaya çıkmasının hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur. Kimse: “Ben geçmişi çöpe attım. Karıştıran kedi/köpektir” demiyor maalesef. 3 yıl birlikte çalıştığımız birisinin, bir talebini imkansızlıklar dolayısıyla yerine getiremeyeceğimi söyleyince, bir konuşma esnasında ne kadar kötü olduğumu anlattı. Kendisine 3 yıldır anlattığın şekilde kötü yönlerim varsa bu güne kadar niçin söylemedin? 3 yıldır gözünde iyi olan ben, isteğin yerine gelmeyince, bir çırpıda kötü oldum öyle mi? Bana bu aşamada söylediğin hiçbir şeyin gözümde bir değeri ve anlamı yok dedim. Cevap vermedi, sustu…
İnsanlar birlikte bir iş, ticaret ortaklığı yapabilirler, siyaseten bir araya gelebilir, evlenebilirler. Hiç kimse ileride ayrılırım diye evlilik ya da iş yapmaz. Bir müddet sonra her alanda ayrı düşünceler, anlaşmamazlıklar ortaya çıkabilir. İnsanlar anlaşamazlarsa ayrılmaları doğaldır. Çok mu zor ayrıldıktan sonra eski ortağının arkasından konuşmamak. Birlikte çalışıp ayrılan insanlara biri, “Niye ayrıldınız” diye sorduğunda “ Öyle icap etti, farklılıklarımız çoğaldı, ayrılıklarımız iyice derinleşmeden bundan sonra bu şekilde çalışmayı uygun gördük. “ dese ne olur? Geçmiş birlikteliğin hiç mi hatırı yok. Her şeyimiz öküzün ölmesine mi bağlı Allah aşkına?
İnsanlar ayrılınca, anlaşamayınca ikisinin de kötü olduğu anlamına gelmez. Bir yerde bir sorun varsa sorun iki tarafta da vardır. Sadece oranları farklıdır. Birinin % 60, diğerinin % 40 gibi.

Ne olur, öküz öldükten sonra da ortaklığımız devam etsin. 02/02/2016


*10/02/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.


Bu Öküz Başka...

Kemal Sunal'ın bir filmi vardı; çiçek satan âmâ bir kıza aşık olduğu. Kendisini asmaya çalışan zengin birini kurtarıyordu filmde.

Ölmekten kurtardığı adamla dost olur SUNAL. Adam genelde pek ayık gezmez. Hep sarhoştur. Nereye giderse beraber giderler. Yedikleri içtikleri ayrı gitmez. Birbirlerine dönüp dönüp sarılırlar.

Dostlukları adamın ayılmasına kadardır. Ne zamanki adam ayılır. Kemal Sunal'a, “Sen de kimsin” diyerek evden attırır. Film bu şekilde devam eder. Filmin adını da bilmiyorum. Zaten siz filmi hatırladınız. Çünkü defalarca izlemiştir çoğumuz.  Zaten bana filmin adı değil. Filmdeki bir tip lazım.

Adamın sarhoşken tavrı farklı, ayıkken farklı tavrı  benim garibime gitmişti. Her izlediğimde bu  kadar da abartı olmaz derim.  Kimi anlatıyor, böyleleri de var mıymış  gerçekten derdim. Burnumun dibinde imiş de ben görmüyormuşum. Bir defada karar vermedim bu kanaatime. Defalarca Sunal'ın filmindeki senaryo başıma geldi. Ama abartı falan değilmiş. Böyle birini yıllardır tanıyormuşum da haberim yokmuş.

Benim tanıdığım resmi bir kurumda çalışan bir bordro mahkumu. Ya çalışa çalışa şef oldu ya da nüfuzunu kullanarak…

Beni bazen görür, görmezden gelir. Görürse çok resmi davranır.  Bir başka zaman beni tanımıyor diye ben onu görmezden gelmeye kalkarım. Bu sefer: “Ramazan Hocam nasılsın, ne var ne yok” demeye başlar. Sarılır, tokalaşırız. Bir daha böyle yapma Ramazan diye kendi kendime de pişmanlık duyarım. Zaman zaman kurumunda işim olur. İşimi, onun yanına varmadan hallettikten sonra selam vereyim, tanıdıktır, ayıp olur derim. Her selam verişimde soğuk, ilgisiz tavrı yüzünden yanına vardığıma, varacağıma pişman olur, kendi kendime bir daha mı tövbe derim.

Yazın karşılaştık. Uzaktan selam verip geçip gitmek istedim. “Yav hocam düğün yapmışsın. Hayırlı olsun, bizi de davet etmedin, ne yapacağız ya şimdi? Ben de düğün yapacağım” deyince yine bir mahcubiyet duygusu bende belirdi. Bozuntuya vermeden; kardeş, sen de düğün yapınca beni çağırmazsın, olur biter dedim. “Tamam öyleyse şimdi oldu o zaman” dedi ayrıldık. Düğünü yapmıştır zannımca. Dediğim gibi çağırmadı da zaten.

Bugün yine onun kurumuna yolum düştü. Yanına varmadan işimi hallettim. Odasına baktım. Yerinde bir başkası var. Kendisini sordum. Diğer tarafta, cevabı alınca oraya yöneldim. Vardım yanına. Ben ona, o bana baktı. Bakıştan bakışa fark vardı. Benimkisi bir dosta selam vermek şeklinde bir bakış. Onunkisi bir trene bakış babından. Selam verdim. Buyur hoca(m) dedi. Yan tarafta işim vardı. Hallettim. Size bir selam vermek istedim deyince bakış; yine o bakış. Ağzından gayri ihtiyari “Aleyküm selam” sadedinde bir mırıldanma ve ardından “Tamam” der gibi bir kafa sallayış.

Vardığıma varacağıma  pişman olmuş bir psikoloji ile yine yanından ayrıldım. Yanına varmamla ayrılmam hepsi 30 saniyeden ibaret. Öyle bir bakışı vardı ki; “Ne oldu, niye geldin, benden bir şey isteyeceksen asla yapmam, haydi git” der gibi. Abarttığımı sanmayın çünkü bu güne kadar hiçbir yaralı parmağa işemedi mübarek.

Çıkınca bir yakınını aradım. Bu adamın benimle bir sorunu mu var, niye böyle davranıyor diye. Yakını bana: “Üstad, sorun sende değil. Sorun onda. O, herkese öyle “dedi. Anormalliğin bende olmadığını  teyit edince onun adına üzülürken kendi adıma  içten içe sevindim.

İyi de bunu bize niye anlatıyorsun derseniz. Derim ki; İçimizde böyle tipler  var. Hatta yakınınızda da olabilir. Onların tavrına bakarak moralinizi bozmayın. Sayıları az da olsa aramızda yaşıyorlar. Belki de sayıları gittikçe yok olan 4 ayaklı öküzlerin 2 ayaklı versiyonu bunlar.  Çok şey beklemeyin. Bildiğimiz öküz, insanlığa uzun yıllar hizmet etti, misyonunu tamamlayınca da dünyadan el etek çekti. Tabiat boşluk kabul etmez. O hizmet hayvanının yerini işe yaramaz bu tipler doldurdu.

Yanarım da neye yanarım biliyor musunuz? Kemal Sunal’ın anlattığı adam benim yanımdaymış da bu güne kadar haberim olmamış. Sizin etrafınızda da böylesi var mı a dostlar! Benimkisi de garip bir merak işte. Ne yaparsınız? 

 “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” sözüne kocaman bir “Eyvallah” derim. Bu tip  başka bir tip  dostlar... Kimse kızmasın; Ben nev'i şahsına münhasır bu öküzü yazdım.  Rabbim beni affetsin.  02/02/2016

“Cinsiyetini söylemiyorlar. Çünkü…”

“Cinsiyetini  söylemiyorlar. Çünkü…”*

Bir ay  önce AB projeleriyle ilgili iki günlük bir seminere katılmıştım. Seminerin bazı bölümlerinde beşer kişilik proje ekibi oluşturuldu; örnek bir proje yapılması  için.

Proje hazırlamaya geçmeden önce  üyelerimizle tanıştık. Grubumuzda bulunan üç bayan bizim de duyacağımız şekilde kendi aralarında konuşuyorlardı. “Gebe olduğunu, doktor kontrolüne gittiğini” anlatıyordu. Bir tanesi: “Çocuğun cinsiyeti ne?” diye sordu. “Daha belli değil. Dört ay dolmadan cinsiyetini söylemiyor doktorlar” dedi. “Niçin” sorusuna, “Cinsiyetini söylemiyorlar. Çünkü bebek kız olunca bazıları çocuğu kürtajla aldırıyormuş. Özel hastaneler söylüyor, fakat devlete ait hastaneler cinsiyeti belli olduğu halde dört aydan önce söylemiyorlar” açıklamasını yaptı. Onlar konuşa dursun. Bu kadarlık konuşma beni Cahiliye Dönemine götürdü. Farkı var mıydı bugünkü yaptıklarımızın?

Cahiliye Döneminde biliyorsunuz bazı aileler, kız çocuklarını  ya doğar doğmaz ya da 6 yaşından önce  diri diri toprağa gömerek öldürüyorlardı. Sebep: Kız çocuğunun doğumunu ayıp saymaları, fakirlik korkusu. Çünkü kız çocuğu erkek gibi değil, evine bakamazdı. Kur’an-ı Kerim bu durumu şu şekilde açıklar: “Onlardan birine kız çocuğu müjdesi verilince içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı halktan  gizlenmeye çalışır; onu aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! ” (Nahl 16/58-59), En’am 151.ayette de “Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizin de onların da rızkını biz veririz; kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah’ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın.” Şeklinde buyrulmaktadır.

Günümüzde de durum bundan farklı değil. Cahiliye döneminde en azından çocuğun altı yaşına kadar yaşamasına imkan veriliyormuş. Günümüzde ise eğer çocuk kız diye -bazı cühela tarafından-  daha doğmadan anne karnında iken öldürülmektedir. Çoğumuzda,  çocuğumuz erkek olsun düşüncesi hakimdir. Halbuki kız olsun, erkek olsun ne fark eder? Her şeyden önce Allah’tan hayırlısını, hayırlı evlat olmasını temenni etmek gerekmez mi? Toplumumuzda genelde erkek çocukları kız çocuklarına oranla daha fazla  şımartılmaktadır. Halbuki, çoğu zaman anne-babaya bakan, etrafında pervane gibi dönen, geldiği zaman ta içten “Anam babam” diyenin kız çocuğu olduğunu görürsünüz.

Erkek çocuğu olmayıp ardı arkasına çocuğu kız olan bazı erkek ya da kaynanalar bu durumdan genelde gelini yani anneyi suçlu bulurlar: “Bir erkek çocuğu vermedin” diye. Burada ne erkeğin ne de kadının suçu vardır. Allah Teala böyle uygun görmüştür. Eğer illaki bir suçlu aranacaksa suçlu erkek olmalı değil mi? Çünkü annede “xx”, kromozomları, erkek de ise “xy” kromozomları vardır. “xx” bir araya gelirse çocuk  kız, “xy” bir araya gelirse çocuk erkek doğar. Bu konuda kadının suçlanması hususunun, eskiye oranla azaldığını sevinerek müşahede etmekteyim.

Sonuç olarak doğan çocuğumuz ister kız, ister erkek olsun. Hayırlısını temenni etmek lazım. Eğer Allah kız olmasını takdir etmişse demek ki hayırlısı buymuş denmelidir. Cahiliye Dönemi Hz Muhammed’in gelmesiyle birlikte sona ermiştir. O halde istediğimiz olmadı diye anne karnındaki çocuğu yok etmek de neyin nesi oluyor? Cahillerden olmayalım…

*03/02/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.