26 Aralık 2015 Cumartesi

Kayseri Yolcusu Kalmasın!

     
26 Eylül 1986 yılında hazırlık öğrencileri için yapılan muafiyet sınavına girmek için Kent Turizm firmasından  gece 1.5'a, 2.500 liradan bilet  aldım. Amacım, gece otobüste uyuyarak seyahat etmek, otel parası vermemek, sabah Kayseri'de gözümü açıp sınava girip dönmek.

Gece 12.00 sularında Yeni Otogar'a (Şimdiki Kule Sitenin olduğu yere) ulaştım. Peronu buldum. Peronda Ereğli- Niğde-Kayseri-Sivas levhası vardı. Konya otogarının yerleşmiş düzenine göre otobüs yarım saat önce gelmeliydi. 1.25 gibi peronuma otobüsüm arka arkaya yanaştı. "Sayın kaptan ve yolculara Konya Belediyesi hayırlı yolculuklar" diler anonsu ve zil sesiyle birlikte otobüsün hareket etmesi bir oldu. Açık kapıdan daldım içeri. Konya Otogarının diğer şehirlerde olmayan yerleşmiş düzenine göre otobüsler ilk perondan başlayarak kalkışı görülmeye değerdi.

Otobüsün içinde ön tarafta oturan 8-10 kadar yolcu vardı. Benim biletim ise 38 numaraydı. Kendi kendime otobüs bomboş olmasına rağmen bana arka koltuğu reva görmüşler diye düşünmeye başladım.
Ben bu düşünceler içerisinde iken otobüsümüz epey yol aldı. Az sonra muavin ayağa kalktı. En önden seslenmeye başladı:

—Biletsiz yolcu var mı?

—...

—Yanlış binen var mı?

—...
—Bir tane fazla yolcu var.

—...
Birkaç defa biletsiz binen ya da yanlış binen var mı dediyse de kimseden çıt çıkmadı. Tabii ki benden de. Çünkü biletim vardı. Yanlış da binmedim. Zira peronumda başka şehirlerin adı da olsa Kayseri yazıyordu.
Yedek kaptan ayağa kalktı. "Sayın yolcular herkes biletini çıkarsın" dedi. Çıkardık. Herkese baktı baktı. Sonra en arkadaki bana geldi. Bakalım er mi yaman ben mi? Biletimi gösterir göstermez:
—Ula kardeş bu Kayseri bileti.

—Evet Kayseri bileti.

—Sen Kayseri'ye gidiyorsun.

—Evet, Kayseri'ye gidiyorum.

—Bu otobüs Niğde'ye gidiyor.

—Ama bu otobüs Kayseri yazan perondan kalktı.
—Tamam, biz de aynı perondan kalkarız.

—Bu Kayseri'ye gitmez mi?
—Hayır, Niğde'de kalır. Sen en iyisi bu bileti bize ver. Niğde'ye kadar git. Oradan Kayseri'ye bir otobüs bulur gidersin. Ya da bilet sen de kalsın. Bize 1500 lira para ver, Niğde'ye kadar git.

—Ama ben  sabah 08.00'de sınava gireceğim, yetişemem.
—Peki sen söyle, ne yapalım?

—Gözünü sevdiğim abim ben öğrenciyim.
—Madem öğrencisin, Karapınar'a kadar git, para almayalım. Kararını ver. Bak ben uykusuz kaldım, uyuyacağım.
Ne kadar "Gözünü seveyim abi, ben öğrenciyim" desem de fayda vermedi. Hoş adamın yapacağı bir şey de yoktu. Tek derdi, yanlış binen bu yolcudan para alıp yolunu bulmaktı. Onun da kursağında
kaldı. Uykusuz kalması da cabası.
Baktı benden para çıkmayacak yedek kaptan yatmaya gitti. Ben de uykusuz, kararsız ve tedirgin bir atmosferde Karapınar'a kadar geldim. Otobüs molaya girdi. Ben de tesis yetkililerinden Kent Turizm'in  gelip gelmediğini sordum. Gelmemiş. Fakat bugün tesislere girmeden geçer miydi? Adamlar girer dediyse de ben yola çıktım. Gecenin karanlığında her ışığa, her sese el kaldırdım. Karanlıkta beni gördüler mi bilmem ama hiçbiri durmadı. Sonunda gecenin karanlığında Kent Turizm tesislere girdi.
Gecenin ayazında donmuştum. Koşarak muavinin yanına vardım.

—Ben bu otobüsün yolcusuyum.

—38 numara mı?

—Evet.
—Biz seni Konya otogarında çok aradık. Sen Karapınar'da çıktın. Seni bulamayınca biletin iptal oldu. Bize binersen biz sana 2.000 lira bilet keseriz.
Durumu anlattımsa da olmadı. 2.000 lira yeniden bilet kestirdim. Konya otogarındaki ilgili firmayı telefondan aradım. Benim bilet iptal olmuş, paramı geri verin diye. Önce vermeyiz dedilerse de sonra gelince paranı Mehmet Arıcı'dan al dediler.
Sonunda kördüğüm olan Kayseri yolculuğum otobüsümü bulunca düzene girdi. Karapınar'a kadar sıkıntılı olsa da 90 km'lik yol bitmek bilmese de gündüzün yorgunluğundan sonra uyuma hayali kurduğum yolculuğumda uyuyamasam da sonunda ücretsiz olarak geldim. Kayseri'ye kadar 2. 500 liraya gidecekken 2. 000 liraya gidebilmiş, 500 lira kâra geçmiştim. O kadar stresten sonra Kayseri'ye kadar uyuyabilir miyim? Maalesef uyunmaz.
Sabahında sınava yetiştim. Bakalım sınav nasıl geçecek, öğrenciliğim nasıl olacak kim bilir, zaman gösterecek. Ama bildiğim bir şey var. Kayseri yolculuğum zorlukla başladı. Sanki beni Kayseri kabul etmeyecek gibiydi. Eğer gelirsen sıkıntıların eksik olmayacak der gibiydi. 20/11/2015

Cebimin beklenmeyen misafirleri

-Yahu Benim Yakamı Bırak. Ne Olursun Allah Aşkına-


Kurum, kuruluşlar ivedi durumlarda mensuplarıyla daha çabuk iletişim kurmak ve haberleşmek için teknolojiden faydalanarak whatsapp grubu kuruyorlar. Güzel bir iletişim aracı. Buraya kadar eyvallah.

Bir de herhangi bir kurumu beğenmeye davet edenler var. 

İyi niyetlisiniz biliyorum. Fakat bu kadar iyi niyet fazla değil mi?

* Gel bu grubu kendi emel, duygu ve düşüncelerine alet etme. Her gördüğünü, her duyduğunu "kes-kopyala-yapıştır-gönder" yapma. Bu grup/lar senin çiftliğin değildir. Hele oyuncağın hiç değil. Neyi, kime göndereceğini seç. Benim, internette herkesin ulaşabileceği bilgi, doküman ve belgelere karnım tok. Bu gönderdiklerin bayatladı artık. Yeni şeyler söyle, yaz, paylaş cancağızım. 

(Ben böyle muhatabıma konuşur gibi yazarken üzerine vazife olmayan bazı şahinler, sazan gibi atlıyorlar. Kendisi bir şey söylemez. Çünkü gölgesinden korkar. Hayatı boyunca -eğer buna yaşama denirse- kendisi olmadan yaşar. O sazan bilsin ki, yazım umumadır.)

*Yazıyı okuyan  doğru bir şey yaptığına inanıyorsa Rabbim yolunu açık etsin. Eğer yanlış bir şey yaptığına, insanları rahatsız ettiğine inanıyorsa bu yaptığından vazgeçsin. 
*Eğer illa paylaşacağım diyorsan sevdiklerini içeren bir grup kur. Durmadan paylaş. Tüm internettekileri onlara gönder.
*Yok ben hazır yiyiciyim, hazıra konarım. İlla bu gruptan göndereceğim diyorsan sanırım orada bir seçenek vardır. Bir iyilik yap, beni hariç tut. Diğerlerine gönder. 
*Yok ben seni seviyorum, sevgimden mahrum olma diyorsan; Ne olur, Allah rızası için beni sevme. Senin sevginden yoksun yaşarım ben bağrıma taş basarak.
*Seninle karşılaşıp "Arkadaş, yazını okuyamadım. Bana kısaca anlatır mısın" desem, gönderdiğine Fransız olduğunu ortaya çıkarırım.
*Gel bana bir iyilik yap; Beni seviyorsan bana eziyet etme. Beni düşman görüyorsan bana malzeme verme.
*Yok ben seni yola getireceğim diyorsan; ben yola gelmez, iflah olmaz biriyim. Senin bana, benim de sana verebileceğim bir şey yok. Kendine eziyet etme.
*Yok ben bu yaptığımı severek yapıyorum. Bana sıkıntı vermiyor. Sadece sanal alemdeki bilgileri kes-kopyala-yapıştır yaparak gönder düğmesiyle telefonumdan cümle aleme bir tuşla gönderiyorum diyorsan, bil ki; ben rahatsız oluyorum. Müslüman müslümana zulmetmez. Aslında suç sen de değil. İletişim için aldığın o oyuncakta. Onu amacı dışında kullanma. Sendeki o oyuncaktan bende de var. Aynı oyuncakla oynamaktan bıkıp usanmadın mı? Çocuk bile aynı oyuncakla oynaya oynaya bıkar. Anne-baba ona yeni oyuncak verir. Aslında senin derdin yaşayamadığın çocukluğu yaşamak. Çocukların çocukluğu sevimli olur. Ama senin gibi büyüklerin oyuncakla oynaması abesle iştigaldir.
*Bu yazıyı okuyup da adam alınır diye düşünen varsa; bilin ki hiç şüphem yok. O yazıları gönderen sadece gönderir. Başka yazı okumaz o. İşin garibi kendi gönderdiğini de okumaz o. Nerden biliyorsun derseniz; böyleleri aleme nizamat vermeye çalışır. Kendisi hariç tabi. Çünkü o kendini mükemmel görür. Yeni bilgiye de ihtiyacı yoktur.
*Adam göndersin bu kadar niye celallendin diyen olursa; Kardeş, telefonda yazı yazarken pat uyarı geliyor. Önemli bir şey mi diye hemen bakıyorsun. Bizim beklenmeyen misafir. Telefon cebimde; bir uyarı, bakıyorsun yine o. Yani her daim benimle. Olmayacak evin masraflarına da dahil edeceğim bu gidişle.
*Kardeş ne olursun gönderdiğini bir elekten geçir. Her gördüğünü cümle aleme gönderme. Senin bu yaptığını ilk defa sen yapmıyorsun. Senin kurumun zaten gerekli-gereksiz her şeyi gönderiyor. O yeter bize zaten, bir de sen tebelleş olma. 
* Ama hakkını yemeyelim. Bir iyi yönün var. Senin bu yaptığından bir konu çıkardım. Daha önce beni günlük mesaja boğandan kurtulmak için engelleme özelliği olmadığından mecburen yeni telefon aldım. Şimdi de sen çıktın piyasaya. Yaktığım yorgan yeter artık... 
*Şu gönderdiklerini sanal alemdeki sayfandan paylaş kimseyi üzmeden. Hem daha çok kişiye ulaşır bilgilerin. Eğer amacın bağcıyı dövmek değilse... 
Yahu benim yakamı bırak ne yaparsan yap Allah aşkına... 

Biliyorum bu yazımdan sen değil dostlarım kendine pay çıkaracaklardır. Kastım dostlarım değil sensin. Ben onların aramasından, paylaşımlarından mutluluk duyarım.

Bil ki, sen ve senin gibi olanlar benim imtihanımızsınız. Yaptığınız bir krizdir. Farkına varmadığımız bir kriz. Rusya krizinden daha elzemdir bu kriz... 05/12/2015

24 Aralık 2015 Perşembe

Boynu Bükük Bir Öğrenci Profili**

1981-1982 öğretim yılı. Orta 3.sınıf öğrencisiyim. Musalla civarında bir öğrenci yurdunda kalıyorum. Yurtta akşamleyin dışarı çıkmak yasaktı. Sadece cumartesi akşam saat 10.00'a kadar izin verilirdi.

Hafta içi bir günün akşamında, yurt belletmen öğretmeni akşam yemeğinden sonra "Çocuklar, bu akşam biliyorsunuz mübarek bir gece. Size izin vereceğim. Merkez camilere giderek oradaki programa katılın, programdan sonra yurda gelin" dedi.

Yanıma aynı yurtta kalan hemşerim ve arkadaşım geldi. Daha önce bana çay ikram etmek için beni Beşyol çay ocağına götüren arkadaş. O çay ocağında çay içmeye teşebbüsten sayısını bilemediğim Osmanlı tokadı yemiştim.

Birlikte çıktık yola. Niyetim bir camide yatsı namazı kılıp gece adına düzenlenecek programa katılmaktı. Arkadaşım, "Halaoğlu, gel seninle sinemaya gidelim" dedi. "Mübarek gece bu gece olur mu" dedimse de adımlarımız bizi cami yerine Saray Sinemasına götürdü. Herkes Mersin’e camiye giderken biz tersine sinemaya gittik.

Bu gece bayram yapacaktık. Biletleri aldık. Girdik sinemaya. İçeride sanayide çalışan teyze oğlumla karşılaştık. Başladık Ferdi TAYFUR'un filmini izlemeye. "Susadım Çeşmeye..., Hapishane... şarkılarını arka arkasına söyledi Ferdi TAYFUR. Acıların çocuğuydu ne de olsa. Dertliydi. Filmi izledik izlemesine de. İzlerken bizi de bir dert aldı yanık türkülerle beraber: "Acaba camideki programlar ne zaman biter, mübarek gecede sinemaya gidilir miydi. Gören ne derdi bize. "Film bitti, çıktık dışarıya.

Göz gözü görmeyen bir sis kaplamıştı Konya'yı. O zamanlarda akşamları hep sis olurdu. Ama bu geceki farklıydı. Havası kirli mi kirli idi. Üçümüzün de kolunda saati yok. Saatin kaç olduğunu da bilmiyoruz. Yurda gitsek, diğer yurtta kalanlar daha erken yurda gitmiş olabilirlerdi. Nöbetçi öğretmen nerede kaldığımızı sorabilir, sinemaya gittiğimiz ortaya çıkabilirdi. Ne yapalım diye düşünürken teyze oğlunun Fatih Işıklar'daki bekar evine gitmeye karar verdik.

Nasıl gidecektik. Çünkü sisten dolayı otobüs seferleri de iptal edilmişti. Göz gözü görmeyen sisli bir havada el yordamıyla eve geldik. Ne kadar yürüdük, bilmiyoruz, saatin de kaç olduğunu?

Yorgunlukla beraber uyumuş kalmışız. Sabahleyin işe götürmek için üç tekerlekli araçla teyze oğlunu almaya gelen patronun oğlunun sesiyle birlikte uyandık.

Teyze oğlu işe gitti. Biz de yine yürüyerek yol yordam bilmeden rastgele Beşyol mevkiini bulmak için yola çıktık. Niçin yürüyerek yola çıktık bilmiyorum. Büyük bir ihtimalle cebimizdeki parayı sinemaya verdik, otobüse binecek paramız da yoktu.

Nalçacı Caddesinde hızlı ve koşar adımlarla yürürken ardımızdan biri seslendi. Bildik bir sesti. Döndük baktık. Eyvah! Yurtta nöbet tutan diğer bir hocamızdı. Dayak tedrisinden geçmeyen yoktu. Severken bile vururdu. Vurdukça da aşka gelirdi. Sabah namazına kaldırırken "Bre gafiller, ne yatarsınız" anonsuyla uyanırdık. Mikrofonu kapatınca önce katın birine gelir, elindeki sopayla demirlere birkaç defa vurur, "Üçe kadar sayıyorum. Bir, iki...”. Sonra üst kata çıkar. Orada da aynı saymayı yapar, aşağı kata iner, kapıya durur. Gelen herkese vururdu. Mübarek 3 demezdi. Çünkü onun üçü sopaydı. Pantolonunu yarım yamalak giyen düşerdi koridora. Sopasını yemeden gidenler Allah'ın sevgili kulu olarak geçerdi yurt tarihinde. Evet bu ses onun sesiydi:
—Hafız ne ararsınız burada, dedi.
—Hocam, bir akrabanın evinde kaldık, dedik.
—Çabuk okula. Derse girmezseniz ben yapacağımı bilirim, dedi.
—Tamam hocam deyip adımlarımız koşuya dönüştü. Hava kapalı, yine saatin kaç olduğunu bilmiyoruz. Koşa koşa Musalla'daki yurdumuza geldik. Baktık ki tüm odaların ışıkları yanıyor. İçeri girsek kitaplarımızı alamayız. Zaten dolaphane kilitli olur. Okula gitsek, nerede kitaplarınız diyecekler. İşin garibi saatin kaç olduğunu bilmiyoruz, kimseye de soramadık, zira kız gibi büyümüştük. Ya saati sorduğumuz bize kızarsa.

Ne yapalım derken "Öğleye kadar bu soğuk havada beklemeyelim. Beşyol çay ocağına gidelim. Öğleden sonra derse girelim" dedik. Öğleye kadar bekledik. Öğle yurda gelerek kitaplarımızı aldık, derse girdik.

Günler geçti geçmesine de. Gel sen onu bir de bize sor. "Ya o bizi Nalçacı’da gören öğretmenimizin nöbeti geldiği zaman bize ne yapacaktı.? " Otursak da tadı yoktu, kalksak da.

Nihayet beklenen gün geldi. Bu akşam Azrail'imiz nöbetçi. Ben diyeyim Azrail. Siz deyin Zebani.

Akşam namazından sonra etütlerimize geçtik. Yatsı namazı kılmak için birinci etüdün zili, ezan sesiyle beraber sona erdi.

Etüt başkanıyım. O zamanlar başkan seçiminde yaşı büyük, iri cüsseli insanların seçimi esastı. Benim profilim de bunlara uyuyordu zaten. Kürsüde oturuyorum. Beni post bilen kasabım elinde sopayla girdi içeriye. Mübarek sanki Musa'nın asası. Hiç ayrılmazdı kendisinden. "Hafız, sen o gün okula niye gitmedin" dedi. Cevabı almadan iki tane vurdu. Ardından "Seni mescitte herkesin önünde döveceğim" dedi, ayrıldı.

Etüt arkadaşlarımın içerisinde gururum ve onurum ayaklar altına alınmıştı, ama olsun. Onur dediğin neydi ki. "Namazdan sonrası Allah Kerim" dedim.

Namaza gittim. İkinci bir işkence bizi camide bekliyordu. Çünkü 400 kişi abdestini alacak, mescide gelecekler, birlikte cemaatle namaz kılacaktık. Ben diyeyim yarım saat, sen de 45 dakika beklerdik herkesin gelmesini. Bekleyenler, beklemekten yanındakiyle konuşmaya başlarlardı. "Allah'ın evinde dünya kelamı konuşulmaz, siz ne yaparsınız" uyarısıyla tekrar susulurdu.

Baktım, her zaman cemaatin genelde son halkası olan sinema arkadaşım, kendi halinde mescidin bir kenarında oturuyor. Yanına vardım. Bakmadı bana. Laf attım. Cevap vermedi. Eğildim yüzüne baktım. Gözleri kan çanağı olmuş ağlamaktan. O kadar ısrardan sonra "O; geldi, dövdü beni. Her yerime vurdu. Vurduğunu sayamadım" dedi. Kafasını eğdi. Burnunu çeke çeke bekledi. Ara sıra gelen hıçkırığına aldırmadan.

Arkadaşım vurdu deyince, hocamızın dövme şeklini az buçuk biliyordum. Fazla üstelemedim. Çünkü elindeki sopa rastgele gider gelirdi. Artık neresine gelirse. Dövmede objektiflikten ve adaletten ayrılmazdı. Vücudun her bir yeri nasibini alırdı.

Günlerce içine kapandı benim sinema arkadaşım. Ben de onun sessiz duruşuna rağmen yanında gittim geldim. Bir gün başladı kendi kendine konuşmaya: "O gece var ya. İşte ben zaman abdestsiz namaz kıldım. Fatiha'm ona küfretmek oldu. Zammı sürem yine ona küfretmek oldu" dedi, yine susmaya devam etti. "Keşke böyle yapmasaydın" diyerek yanında yürümeye devam ettim.

Mübarek bir geceyi sinemaya giderek bedelini ağır ödemişti arkadaşım.

Bizim dayakla bezenmiş hayatımızdan bir demet sundum.

Sırası mı diye kızabilirsiniz. Afişe edilir mi böyle şeyler diyebilirsiniz. Amacım kimseyi kötülemek, birilerini yargılamak değil. Ne hocama bir kırgınlığım ve kızgınlığım var ne de başkasına. Hepsi iyi niyetliydi. Ondan şüphem yok. Ama iyi niyet her zaman iyi sonuç vermeyebilir. Çünkü "Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla dolu" der DİLİPAK hep.

Dikkat çekmek istediğim, sevgisini vermediğimiz, yüreğimizi koymadığımız hiçbir iyi niyette asla başarıya ulaşamayız. Çünkü 15 yaşındaki bir çocuğun yediği dayak, kırılan onuru hayatı boyunca kendisinden ayrılmayacaktı. Bir gölge gibi takip edecekti, bastırılmış duyguları kendisini.

80 ihtilalinin kudretli paşası, "Asmayalım da besleyelim mi?" derken bir sağdan bir soldan astı, kendince adaleti tesis etmek için. Bizimkiler de hep bizi astı nedense o yıllarda...

Sinema arkadaşım, şimdilerde yarım asrı devirmeye ramak kaldı. O, hafızlığını unuttu. Kolay kolay yönünü kıbleye dönmedi. Giderse de cumadan cumaya camileri ziyaret eder oldu. Güzel ve etkileyici konuşur. İmkanı var, parası var. Ama boynu büküklüğünü, ezilmişliğini, onurunun incinmişliğini hala atamamış görünüyor.

Biliyorum, o arkadaşım iyi niyetli, içi merhamet dolu. Böyle birinin bu noktaya gelmesinin temelinde; dedesinden, hocalarından, abisinden, babasından, amcasından, herkesten korkması yatıyordu.

Bilmem anlatabildim mi? Kimseyi değil hayatı anlattım. Eğitimde ve çocuk yetiştirmede başvuracağımız yöntemlerin ne tür kapanmaz yaralara sebebiyet verdiğini bilmemiz açısından fayda sağlar belki dedim. Sürç-i lisan ettimse af ola... 24/12/2015

**25/12/2016 tarihinde ladik.biz sitesinde yayımlanmıştır.