Sosyal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Temmuz 2025 Çarşamba

Tek Tip Kıyafet Israrımız

Milli Eğitim Bakanı'nın açıklamasına göre 2025-2026 öğretim yılından itibaren ilk, orta ve lise öğrencilerine okul forması zorunluluğu getirilecek. Şayet bir erteleme söz konusu olmazsa.

Şimdiye kadar nasıldı, zaten öyle değil mi idi derseniz, okullarda okul forması vardı. Fakat bu forma tercihi, velilerin yüzde 51'inin serbest kıyafet ya da okul forması tercihine bağlı idi. Artık bu karara göre veliye görüşü sorulmayacak.

Gerçi velilere sorulduğu zaman velilerin kahir ekseriyeti zaten okul forması tercihinde bulunuyordu.

Okullarda tek tip okul formasını, öğrenciler dışında veliler, öğretmenler, idareciler, forma ticareti yapan firmalar ve vatandaşlar istiyor.

Forma olsun diyenler, okullarda düzen olsun, güvenlik sağlansın, öğrenci absürt kıyafetle gelmesin, zengin ve fakir çocuğu ayrımı olmasın düşüncesindeler.

Forma ticareti yapan firmalar da forma olsun ki bizim işimiz yürüsün. Bu sektörde çalışan az sayıdaki firma okul sezonunda para bassın düşüncesindeler.

İşin garibi beden öğrencinin, formayı öğrenci giyecek, zevkler ve renkler tartışılmaz dense de öğrenciye söz hakkı yok. Öğrenciler de son raddeye kadar bu formayı giymemek için direniyor. Kaçak göçek içeri girerim düşüncesiyle okula gelen öğrenci, idareciye yakalandığı zaman formam çantamda deyip gösteriyor. Derse girmeden elbise değişikliği yapıyor. Çoğu öğrencinin çantasında ya okul forması ya da sivil kıyafet var. Okul çıkışı okuldan çıkmadan sivilleri wc'ye girip değiştiriyor.

Okul idarecileri ve öğretmenlerin giriş ve çıkışlarda, teneffüs aralarında kıyafet kontrolü yaygındır. Okul müdürleri ise Allah'ın günü eline mikrofonu alır, şu günden itibaren okul kıyafeti olmayanı okula almayacağım uyarısı yapar.

Gören de veli, firma, müdür, öğretmenler ve üst düzey yöneticilerin gözünde eğitim ve öğretimin sorunu okul kıyafeti sanır. Şu öğrenciler direnmeyip okula okul formasıyla gelseler eğitimin hiçbir sorunu kalmayacak. Forma satışı yapanlarla birlikte anneler de çok sevinecek. Çünkü okul forma zorunluluğu olunca, çocuğu sabah sabah "Anne ne giyeyim" diye kendisini tatlı uykusundan uyandırmayacak. Çocuk kalkıp dolaptaki formasını giyip sessizce evden çıkacak.

Çocuk sessizce nasıl çıksın, daha kahvaltı yapacak demeyin. İstisnalar hariç evlerde kahvaltı yapan pek çocuk kalmadı. Ekseriyeti kahvaltıyı okul yolunda ya da sınıfta yapıyor. Aslında okul formasından önce okullardaki en büyük sorun kahvaltı sorunu. Herkeste mazeret hazır. Efendim, o saatte kahvaltı yapasım gelmiyor deniyor. Aslında sınıf ortamında simit, poğaça, dengesiz ve sağlıksız beslenmenin başlıca iki atıştırmalığı. Okula aç be aç gelen çocuk yol üzerinden aldığı bu iki ana menüyü ya teneffüste ya derste hocanın karşısında gizli ya da alenen yiyecek. Yarı gevip yutacak. Başka da yolu yok bunun. Gerçi bu sorun sadece çocukların değil, çalışan anne ve babaların çoğunun bir sorunu. Onlar da çocuklarından farklı değil. Çoğu işyerinde ya da arabasıyla giderken simitle geçiştiriyor kahvaltıyı.

Neyse görünen o ki ülkenin kahvaltı diye bir sorunu yok. Boşu boşuna gündeme getirmeyeyim. Biz dönelim en önemli görülen okul forması sorunumuza.

Bu konuda çok yazdım. Çok üzerinde durmayacağım. Ama şunları da yazmadan edemeyeceğim. İster milli eğitim camiası ister veliler, okul formasıyla ilgili ne sebep söylerlerse söylesinler, bilsinler ki öğrenciler tek tip kıyafetten hoşnut olmuyor. Tiksinti duydukları formaların içine onları hapsediyoruz. Hepimizin amacı çocuklarımızın mutluluğu ama serbest kıyafetle gelme mutluluğunu onlardan esirgiyoruz. Aslında her tek tip kıyafet tek tip insan yetiştirmek gibidir. Bir sürü psikolojisidir, kolaycılığa kaçmaktır. Onlardan birey olmasını esirgemektir. Daha küçük yaşta özgürlüklerini kısıtlamaktır. 

Kimse kusura bakmasın, okul forması adı altında forma ticareti yapan firmalara teslim olunuyor. Abarttın demeyin. İlk serbest kıyafet uygulamasını Bakan Ömer Dinçer getirmişti. Öğrenciler serbestçe okullara gelmeye başlamıştı. Böyle bir zamanda forma satışı yapan bir firma sahibi, "Ramazan abi, serbest kıyafetle birlikte bizim satışlar bıçak gibi kesildi. Sinek avlamaya başladık. Olmayacak böyle dedik. Ankara'ya gidip gele veli tercihi kararını çıkarttık. İşler tekrar yoluna girdi şükür" demişti. Bu anekdot bile firma sahiplerine boyun eğmenin bir örneğidir. Burada forma konusunda firmaların baskısı var. Milli eğitim de buna boyun eğiyor anlamı çıkmasın. Herkesi tenzih ederim. Ama bilerek veya bilmeyerek firmaların dediği oluyor. Bu arada forma satışı yapan firmalara kızıyor değilim. Onlar da ekmeğinin peşinde. 

Okul formaları da ah bir iş görse. Görselliğinin dışında çok bir işlevi yok. Çünkü kış geldi mi okul formalarının üzerine mont veya kalın bir şey giymek zorunda kalıyor öğrenci. Okuldan biri nerede senin forman dediği zaman gömleğin altındaki formayı gösteriyor. Bu durumda ne anladım ben formadan. Sadece giydirmiş olmak için galiba. Çünkü triko türü okul formaları yazın yakıyor, kışın donduruyor. Yani hiç sağlıklı değil. Bir iyi yönü var, diğer kıyafetler gibi pahalı değil, çabuk eskimiyor. Yıka yıka, giy. Ütü derdi de yok.

Bir de forma giydin, giymedin yüzünden niye hep okul idarecileri ve öğretmenler durmadan forma kontrolü yapmak zorunda olsun. Çünkü bu, bir nefreti beraberinde getiriyor.

Neyse karar verilmiş, benim dediğim olmayacak. Bari forma zorunlu olacaksa,

Okul idarecileri, lütfen kıyafetin üzerine okul arması işletmeyin. Rengin dışında yazı, çizi olmasın. Olur ya bazı çocuklar okul dışında da bu formayı elbise niyetine giymek isteyebilir.

Her okul ayrı ayrı okul forması belirleyeceğine, tüm Türkiye'de veya her şehirde her okul kademesi için tek tip okul forması belirlensin. Çünkü nakiller çok oluyor. Çocuk okul değiştirdikçe yeni forma almak zorunda kalabiliyor.

Biliyorum, katılmadınız bu düşünceme. No problem. Ama şu var ki bu ülke insanı kaportadan pardon kıyafetten çok çekti. Gelin şu çocuklara çocukluklarını zehir etmeyelim. Denetimli serbestlik çerçevesinde onları hayata hazırlayalım.

15 Temmuz 2025 Salı

Genç İşsizlerde Derecemiz

Avrupa ülkeleri arasında 2024 yılına ait işsiz üniversite mezunları istatiği önüme düştü. Saydım. 34 ülke içerisinde Türkiye'yi bulmada zorlanmadım. Çünkü 9,2 ile ilk sırada yer bulmuşuz. En yakın takipçimiz Bosna Hersek'e 1,4 fark atmışız. Daha yakın zamanda battı diye duyduğumuz Yunanistan 7,3 ile üçüncü sırada. Bu ülkeye bile neredeyse 1,9 fark atmışız. İşsizlik yüzdesi en düşük ülkelere baktım. 1,4 ile Polonya ve Çekya'yı gördüm.

Gönül isterdi ki bu istatistik sıralamasında ülkemiz en altlarda olsun. Gel gör ki bu iş gönül ile olmuyor.

Şu var ki bu tablo üzücü. Her türlü işsizlik kötü ve istenen bir durum değil ama üniversite mezununun işsiz kalması en kötüsü. Çocuğumuz 22-24 yaşına kadar okusun. Ondan sonra da işsiz kalsın. Kendi bitirdiği sahasında iş bulamazsa, bu üniversite mezunlarına iş bulmak çok zor. Ne bu gençler gidip bir yerde çalışabilir ne de bir işyeri gel burada çalış der. Öyle ya bu gençler nerede çalışır, kim iş verir.

Üniversite mezunları arasında bu yüksek işsizlik oranı, bir zamanlar okumadığıma eşekler gibi pişmanım pişmanlığından, okuduğuma eşekler gibi pişmanım pişmanlığını şimdiki gençler dillendirirse hiç şaşırmam.

22-24 yaş aralığında mezun olduktan sonra işsiz kalacağını bilen bir genç hayata dolu dolu bakamaz. Önünü göremez. Ne yapıp ne edeyim diye ancak kara kara düşünür ve bir karamsarlık hakim olur. Kolay kolay ev-bark sahibi olmaya yanaşmaz. Haliyle bu işsizlik oranı gençleri geleceğe umutla bakmaya sevk edemez.

Bu yüksek işsizlik oranı ülkemizde her alanda olduğu gibi insan kaynağı yönünle de bir planlamamızın olmadığının bir göstergesidir. Halbuki devletin ilgili kurumu her yıl hangi branş, meslek ve okul mezunlarının önümüzdeki beş yıl sonra kamu ve özelde ne kadar istihdama ihtiyaç olduğunu pekala açıklayabilir. Ama yapılmıyor. Çünkü devlette, "Ben gençlerin okumadı için üniversite ve fakülte açarım. Okumalarının önünü açarım. Gerisine karışmam" anlayışı hakim. Bu anlayış teşbihte hata olmasın şuna benzer. Bir anne babanın çocuğunu doğurduktan sonra ben ona bakmak zorunda değilim demesine benzer. Bu durum yine “Saldım çayıra, Mevla kayıra” sözüne benzer.

Yeniden işsizlik oranına dönersem, Avrupa ülkeleri arasındaki üniversiteli işsiz şampiyonluğumuz tek şampiyonluk değil. Enflasyonda, hayat pahalılığında, faiz oranında, telefonla konuşma ve mesajlaşmada, sosyal medya kullanmada, çay ve sigara tüketiminde, değil Avrupa’da, dünyanın en başlarındayız.

Tüm bu durumumuz plansızlığımızdan mıdır, ihmallerimizin bir sonucu mudur, beceriksizliğimizin bir göstergesi midir bilinmez.

Ne edersin ki biz buyuz. Başka da bir şey beklenmesin bizden. Böyle gelmiş böyle gideceğiz. Sanırım bize biçilen rol bu. Bu rolde altta kalanların canı çıksın, kalan sağlar bizim anlayışı maalesef içimize işlemiş. Hem öyle işlemiş ki biz geldik gidiyoruz. Bizim çocuklarımız ve torunlarımız da aynı sorunlarla boğuşmaya devam edecek. Gündem çabuk değişse de bu gündem bizden bir parça olarak nesilden nesile aktarılacak. Gözüm iyi görmediğinden midir, burnum koku kalmadığından mıdır, önümü göremiyorum. Benim zaviyrmden durum bu. Siz nasıl görüyor ve okuyorsunuz bilmem. 

14 Temmuz 2025 Pazartesi

Tüp Kuyruğu

Türkiye, Selçuklu ve Osmanlı'yı da sayarsak tarihi geçmişi olan bir ülke.

Bu uzun tarihi zaman diliminde devletler yıkılmış ve yeniden kurulmuş. Toprak kazanmışız, toprak kaybetmişiz. Acı, tatlı günler ve yıllar yaşamış.

Cumhuriyet dönemi de tozpembe değil. Kuruluş aşamasından bugüne, acı, ve tatlı yıllar geçirmişiz.

Geçmişten günümüze tüm dertlerimiz bitti mi, daha iyi günler mi yaşıyoruz? Tabii ki hayır. Hiçbir ülke yoktur ki sorunsuz olsun.

Yıl 2025 olmuş. Birçok sorunumuz, yeni çıkan sorunlarla birlikte az veya çok devam ediyor: Kimi çözülmüş kimi sumen altı edilmiş kimi ötelenmiş. Yeni sorunlar ortaya çıkmış. Şu var ki teknolojiyle birlikte hayatımızda büyük kolaylıklar olduğu bir gerçek.

Bu demek değildir ki gül bahçesindeyiz. Bugün yüksek enflasyondan kaynaklı hayat pahalılığı diye bir derdimiz var. Üstelik bu hayat pahalılığı diğer krizler gibi değil. Bağımlılık yaptı, bizi sevdi. Gitmek bilmiyor. Kiraların emekli maaşını geçtiği bir ortamda, bu insanlar bu yüksek enflasyona dayanabiliyorsa demek ki bizden memnun bu ülke diye düşünüyor olmalı.

Öbür sıkıntılar zamanla geçtiği gibi bu da geçer ya hu diyorum.

Burada bu girizgahtan sonra şunu dile getirmek isterim. Kazara bir insanımız enflasyondan, hayat pahalılığından, yüksek faiz oranlarından, genç nüfusun en yüksek işsizliğinden ve geçim sıkıntısından dem vursa, sesleri yüksek çıkan tuzu kuru büyük bir çoğunluk hemen savunmaya geçiyor ve "Geçmiş tüp kuyruklarını unutmadık" diyor.

İşin garibi geçmişte o kadar sıkıntılar çekilmiş. Hepsi zamanla unutulmuş. Nedense geçmişe dair tüp kuyruğu kalmış belleklerimizde. Artık o tüp kuyruklarından ne çekildiyse. 80 öncesi yamalı bohça koalisyon hükümetlerinin beceriksizliği ya da belki de dünya krizinden kaynaklı bu tüp kuyruğu temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze konuyor.

Bu psikoloji, tipik bir savunma psikolojisi. Başka da aklıma bir şey gelmiyor. Bu tüp kuyruğu teranesi öyle etkili ki derdiyle dertlenmek isteyenin ağzını tıkıyor. Konuşmayı, muhabbeti ve tespiti bitiriyor. Bu sıcak havalarda bile ortamda soğuk rüzgarlar estiriyor. Halbuki suiamel misal olamaz. Gören de bugün tüp kuyruğunu savunan var sanır.

Yazımı tipik bir savunma psikolojisi ile bitireyim: ABD’li yetkililer Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ne (SSCB) bir ziyaret yapar. Rus yetkililer, misafirlerine gelişmişliklerini göstermek için yaptıkları metroyu gezdirmeye karar verir. “Efendim, metromuz şu kadar saniyeden fazla gecikmez. Zamanında durağına gelir” açıklaması yapar. ABD'li yetkililer metronun gelmesini bekler. Nedense belirtilen süre içinde metro gelmez. ABD'li yetkili, "Efendim, şu kadar saniye gecikti" deyince, Rus yetkili bunun altında kalır mı? "Ama efendim, siz de ülkenizdeki Kızılderilileri öldürdünüz" deyiverir. Bu savunma psikolojisi içindeki Rus yetkiliye ABD'li temsilci bir şey demiş mi bilmiyorum. Ama herhalde susmuştur. Öyle ya ortada konuşacak ne kaldı ki. Bu durum yani ABD'lilerin Kızılderilileri öldürmesi tıpkı bizim tüp kuyruğumuz gibi. Zira çok etkili. Siz siz olun, biri ağzını açtı mı, ona geçmiş tüp kuyruğunu hatırlatın. Zira çok etkili. En azından işin içine etmiş olursunuz.

Terörsüz Türkiye

2024 Ekim ayından bu yana Türkiye'de ve bölgemizde baş döndüren hızlı gelişmeler oluyor.

Aslında baş döndüren hızı 2023 Ekim ayının 7'sine kadar götürebiliriz. Bunun işaret fişeğini de Hamas İsrail'e saldırı düzenleyerek atılmış oldu. Bundan sonra İsrail'i durdur durdurabilirsen. Gazze'de taş üstünde taş bırakmadı. Lübnan Hizbullah'ının tüm liderlerini nokta atış öldürerek Hizbullah'ının belini kırdı. İran'a saldırdı. Hamas liderini İran'da iken şehit etti. İran'a bu gözdağı verildikten sonra İran ve Rusya desteğiyle ayakta duran Esed'e yol verildi. Bu da kellesine ödül konan ve terör listesine alınan Şara eliyle yaptırıldı. Esed'in hiçbir askeri tek kurşun atmadan Şam'ı teslim etti. Suriye'de İsrail'e tehdit olacak bir devlet yokken İsrail Suriye'nin her bir yerini bombaladı. Golon Tepelerini işgal etti.

Suriye'de bu gelişmeler yaşanırken bir işaret fişeği de Bahçeli'den geldi. DEM'e çağrı yaptı. İmralı çağrı yapsın, PKK silah bıraksın türünden bir konuşmayı 2024'ün Ekim ayında yaptı.

Bu çağrıya İmralı, Kandil ve Dem jet hızıyla olumlu yanıt verdi. İmralı sakini istenen çağrıyı yaptı. Kandil ne diyecek denirken Kandil de evet dedi. Tüm bu süreç olurken Cumhurbaşkanı da bu sürece örtülü destek verdi.

Ekimden bu yana 9 ay gibi kısa bir zaman geçti. Sembolik de olsa terör örgütü otuz teröristin silah bırakma töreni düzenledi. Silahlar yakıldı.
Bundan sonra süreç Mecliste kurulacak komisyonlarla devam edecek.

Adı konmamış bu sürece terörsüz Türkiye sloganı uygun görüldü.

Mecliste kurulacak komisyonların uyumu da terörsüz Türkiye sürecinde olduğu gibi sorunsuz yürürse, 41 yıldır teröre maruz kalan Türkiye terörden temizlenmiş olacak.

Kafamda soru işaretleri olsa da terörsüz Türkiye gerçeğinin bu ülkede vücut bulmasını, ülkemin bir daha herhangi bir terör örgütünün üssü olmamasını temenni ediyorum.

Bu sürecin adeta göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede olumlu ve hızlı ilerlemesi, aktör görünenlerden hiçbirinin bu süreci baltalamaması, örgütün şartsız silah bıraktım demesi, kısaca bu işin bu kadar kolay olması beni endişelendiriyor.

Bu iş bu kadar kolaysa, Bahçeli böyle bir çağrıyı niçin bu zamana kadar yapmadı? İmralı sakini yakalanıp yargılandığı 1999 yılından beri "devletimin emrindeyim" demişti. Örgüt üzerinde Öcalan bu kadar etkili ise bu çağrı 1999'dan beri ona niçin yaptırılmadı? Önceki süreçlerde süreci baltalayan ve söz dinlemeyen Kandil niçin "Öcalan'ın emrindeyiz" dedi? Bugüne kadar hep itici konuşmaları yapan DEM bu süreçte nasıl uslu çocuk oldu? Terörsüz Türkiye süreci, bu süreçte aktif rol oynayanların bir düşüncesi mi yoksa hepsi bir yerden emir mi aldı? Yani süreci biz mi yönetiyoruz, bir başkası mı? Evet bunlar beni düşündürüyor. Temenni ederim ki bu süreç, bu süreçte olumlu rol alanların kendi özgür düşünceleri olsun. Kısaca gülün bile dikeni varken kimsenin eline diken bile batmadan bu süreç nasıl bu noktaya geldi?

Acizane görüşüm, ülkemizdeki terörsüz Türkiye süreci, Suriye'deki gelişmelerden bağımsız değil. Son İran-İsrail savaşıyla birlikte bölgede İsrail'i tehdit edecek bir devlet kalmadı. Esed'e yol verip Şara'nın önünü açanlar Suriye'de bir hesap peşinde. Bunu uygulamaya koydular. Bu uygulamada İsrail ve ABD adına vekalet savaşı verecek PYD ve YPG'ye ihtiyaç var. Zaten terör örgütü, Kobani olayları ile birlikte Türkiye'deki ve Irak'taki örgüt elemanlarını Suriye’ye kaydırmıştı. SDG adı altında PYD adeta düzenli orduya geçti. ABD gözetiminde ülkenin yarısına hakim. Bu süreçte en büyük silah yardımını da ABD yaptı.

Uzatmayayım. Ortadoğu'yu İsrail eliyle dizayn edenler, Suriye'nin geleceğinde İsrail'i tehdit edecek bir yönetim gelmemesi için PYD'yi güç olarak orada bulunduracaklar. Sanki Türkiye'ye, "PYD/YPG/SDG=eşittir PKK demekten vazgeçin. Buna karşılık biz de Türkiye'deki PKK'ye silah bıraktıralım" dendi. İnşallah yanılırım ama aklıma başka bir şey gelmiyor.

Hülasa, terörsüz Türkiye güzel. Ama tek başına yeterli değil. Bu ülkenin terörsüz Türkiye olması için terörsüz Irak terörsüz Suriye terörsüz İran olması gerek. Çünkü biz bugüne kadar terör adına ne çekti isek, Irak ve Suriye'den çektik. PYD'nin ileriki yıllarda Türkiye'ye tehdit olmayacağının garantisini kim verebilir? Irak'taki ve Suriye'deki PKK'lilerin PKK elbisesini çıkarıp Suriye asker elbisesini giymeyeceğinin garantisini kim verebilir? Kısaca bu ülkenin terörsüz olması, sınır komşularımız Irak, Suriye ve İran'ın terörsüz olmasına bağlı. Ötesi geçici bahar olur geçici ateşkes olur geçici pansuman olur.

Bu arada tüm bu olup bitenler hakkında endişelerini dile getirenlere, “Terörden yana mısınız? Terör devam etse daha mı iyiydi” türünden eleştiri getirmekten vazgeçin. Bilinsin ki kimse terör devam etsin demiyor. Acaba bu işin altından bir Çapanoğlu çıkar mı endişesi taşıyor bu insanlar. Ayrıca bu konuda memleketi sadece siz sevmiyorsunuz. Endişe taşıyanlar da en az sizin kadar hatta sizden daha fazla bu ülkeyi seviyor. Tüm mesele, evladını çok seven bir babanın çocuğuyla ilgili endişe duymasından ibarettir. Nasıl ki endişe duyan bir babanın çocuğunu sevmediğini düşünmüyorsak, bu sürecin sonu nasıl olur endişesi taşıyanlar da ülkeyi sevmiyor değildir.

13 Temmuz 2025 Pazar

Devir Ânı Yaşama Zamanı

Eski çamlar bardak oldu” deyimini duymayanımız yoktur. Ne anlama geldiğine kısaca değinmek isterim. “Eskiden önemsenen ve değerli bulunan şeylere artık rağbet etmemek” anlamına geliyor. “Dönem değişti. Eski tutumların bir değeri kalmadı. Durumlar tümden değişti” demektir.

Deyimdeki "...çamlar..." bana bir başka deyimi hatırlattı. Deyimden girdik. Deyimden devam edelim: Çam devirmek: “Bir kişinin veya grubun; güç, kuvvet ya da etkileyicilikleriyle bir konuyu veya durumu istedikleri gibi yönlendirmesi" demekmiş. "İstemeden birinin tepkisini çekmek ya da üzülmesine neden olmak" demek olan çam devirmek, pot kırmak ile eş anlamlı kullanılıyor.

Pot kırmak anlamına gelen çam devirmeyi bir tarafa bırakalım, eski çamlar bardak oldu deyimine gelelim. Bu İnternet çağı ile birlikte gündem de çabuk değişiyor, ayrıca geçmişte söylenen ne varsa hepsi dijital ortamda olmasına rağmen eski sözlere ve yapılıp edilenlere hiç rağbet yok. Kazara hatırlatsan, sen hâlâ orada mısın deniyor. Bu da bana "Eskiye rağbet olsaydı, bitpazarına nur yağardı" atasözünü hatırlattı.

Eskiden bir insanın geçmişte yapıp ettiği, geçmiş gazete arşivlerinden ortaya çıkarıldığında, baya gündem olurdu. Bugün tersini söyleyen insan mahcup olur, savunmaya geçerdi. Bugün ise dün ak dediğine bugün kara diyen biri eskisi gibi mahcup olmuyor. Zaten eskisi gibi "Efendim, falan tarihte şöyle diyordunuz, bugün ise böyle diyorsunuz" diyen gazeteci de kalmadı. Hatırlatan olursa da başına ne geleceğini aklıma bile getirmek istemiyorum.

Bir insanın U dönüşleri ve zikzakları YouTube videolarında dolaşımda olmasına rağmen bu duruma düşenin ne yüzü kızarıyor ne mahcup oluyor ne de savunmaya geçiyor. Pek az sayıda dillendiren olsa da toplumda bir karşılığı yok. Çünkü toplum önüne ne konuda onu yiyor. Hiç olmadığı kadar ânı yaşıyor. Ne düne bakıyor ne de yarını düşünüyor.

U dönüşünde ve zikzak çizmede siyasilerin üstüne yok. Toplumun hiçbir ferdi bu konuda onların eline su dökemez. Hoş, bu konuda yarışan da yok zaten. Hatta bu tür durumlar övünç meselesi yapılıyor: Realist biri deniyor.

Çalan, çırpan için de pek bir şey söylenmiyor. Gündem de oluşmuyor. Halbuki eskiden çalan biri günlerce konuşulurdu. Şimdi ise kimse oralı değil.

Kısaca eski şeyler eski anlayışlar eski hassasiyetler eskiyi hatırlatma eski çamlar bardak oldu. Günübirlik yaşıyoruz artık. Ânı yaşıyoruz. Yarını düşünmeden anlık seviniyoruz.

Geçmişe dair tek aklımızda kalan 70'lerin tüp kuyruğu. Ötesi yalan. Tüp kuyruğu nasıl bir iz bıraktıysa artık.

Adeta önümüze ne konursa onu yiyoruz. Haber olarak ne konursa onu dinliyoruz. Ne tür bir algı amaçlanıyorsa o algıya teslim oluyoruz. Nasıl bir gündemle meşgul edilmek isteniyorsa o gündemle meşgul oluyoruz. Bir konuda nasıl düşünmemiz gerektiği de bize bir güzel enjekte ediliyor. Tüm mesele, anlık yaşama ve günü kurtarma olunca, geçici bahar olsa da mutluluk kaçınılmaz oluyor. Haliyle hiçbir endişeye mahal yok. Çünkü her şeyi pişirip önümüze koyanlar bu işi bizden iyi biliyor. Bize düşen, mutlak itaattir. İtaatte ise huzur vardır. En azından hiç başın ağrımaz. Sanırım bizden istenen de bu. Bunu hâlâ anlamadıysanız, ne diyeyim, Allah bildiği gibi yapsın sizi.

12 Temmuz 2025 Cumartesi

Bu Trafik Canavarı Başka

80 model bir araba vermişler altına. Gez, dolaş, bin demişler. Üzümünü ye, bağını sorma. Aracın bakımı, yakıtı vs. bizden. Karnını vs. diğer ihtiyaçlarını da biz karşılayacağız demişler.

Karşılığında ne istersiniz benden. Çünkü babam yapmaz bu yaptıklarınızı demiş bizimki.

Bu arabayla önüne geleni biçeceksin. Öldüreceksin. Korku yayacaksın. Senin geldiğini gören kaçacak delik arayacak. Terör estireceksin demiyoruz. Bildiğin terör yapacaksın bununla. Ünün her yeri kaplayacak.

Bunlar kolay benim için. Bu durumda beni kim koruyacak?

Sen yeter ki he de. Senin burnunun kanamasına izin vermeyiz. Zira arkanda biz varız. Yediğin önünde, yemediğin arkanda olacak.

Bu durumda bana düşen he demek. Bilin ki ölümler benden sorulacak. Kimsenin gözünün yaşına bakmayacağım. Siz yeter ki benden desteğinizi esirgemeyin. Bir kör kurşuna kurban gitmeyeyim. Zira ben ölümden pek korkarım.

Uzatmayayım. Altına araba verilen beyni yıkanmış kişi ilk cinayetini 1984 yılında yaparak adından söz ettirir. Arkası gelir ondan sonra. Adeta önüne geleni biçer. 41 senede 50 binden fazla can alır. Mal kaybını ve yaralı sayısını saymıyorum bile.

Bu süreçte çevre ülkeler olan Irak, Suriye ve İran’da da çok miktarda arabası olur. Avrupa’da da etkin.

Gel zaman git zaman 80 model arabası iyice eskir. Eskisi gibi iyi çalışmaz, verimden de düşmüştür. Bu eski modeli hurdaya ayırma zamanı gelmiştir.

Peki, eskisi gibi öldüremeyecek miydi? Öldürmeden yaşayamazdı zira. Nasılsa komşu ülkelerde sıfır km sayılan araçları vardı. Zamanı gelince onları devreye sokardı.

Bir dizi görüşmenin ardından ülkedeki eski model aracı ıskartaya çıkarmaya karar verir. Ama o kadar emek boşa mı gitsin. Hurdasının da para etmesini ve ses getirmesini ister.

Nihayet “amacıma ulaşmış bulunmaktayım. Bu aracı elden çıkarıyorum” açıklaması yapar.

Bu çağrıyı duyan, cinayetsiz ülke naraları atarak büyük sevinç yaşar. Eski düşmanlar kardeş olur.
Ülkede bir sevinç havası hakim şimdi.

Ne diyelim, sonu hayır olsun. Sevincimiz daim olsun. İnşallah yeni bir oyun kurulmuyordur. Yine kandırıldık demeyiz. 

10 Temmuz 2025 Perşembe

Sıraya mı Girdiniz Mübarekler

Günlerden çarşamba. Kahvaltı yaparken sosyal medyaya bir göz attım. İlkokuldan okul arkadaşımın annesinin vefat ettiğini, cenazenin öğle vakti Üçler'de defnedileceği duyurusunu gördüm.

Teyzenin ölüm haberini görünce, bu teyzenin yaşadığını öğrenmiş oldum. Bildiğim kadarıyla kocası vefat edeli 25 seneyi geçmiştir. dedim.

Hava durumuna baktım. Dereceler 37'yi gösteriyor. Sıcak olmaya sıcak. Ölüm, sıcak-soğuk dinlemiyor. Bu cenazeye katılayım dedim.

Cenaze nasıl hava raporunu takip etmezse, ben de yürüyüşte sıcak soğuk dinlemem. Bir 40-45 dakika yürümem gerekecek bu sıcakta.

Mezarlığın içinden musallaya doğru ilerlerken cenaze isimleri okunmaya başladı. Epey isim saydı.

Musallada fazla kişi yoktu. En arkada safa durdum.

Cenaze namazının kılınışını anlattı görevli.

Başladık cenaze namazını kılmaya. 1, 2, 3, 4, 5 derken nihayet 6.da geldiğim cenaze ismi okundu. Onu da kıldık.

Mübarekler, bu sıcakta sıraya girmişler adeta.

Bu arada bugüne kadar tek seferde kıldığım en çok cenaze oldu. Üstelik hepsi de kadın.

6 cenaze olmasına rağmen musalla alanı dolu değildi. Ya sıcak etkilemiş milleti ya da bugün ölenlerin hepsi garibandı.

Az sayıda kadın da sağ tarafta cenaze namazı için saf tutmuştu. Cenazeye iştirak etmeyip kenarda bekleşen yine az sayıda kadın ve erkek vardı. Onlar belli ki cenaze yakınları. Gelenler kılar bizim cenazenin namazını. Bize gerek yok demiş olmalılar ya da bugüne kadar hiç siftahımız olmadı, aynı şekilde devam edelim düşüncesi baskın çıkmış olmalı.

İsmi okunan mevtanın yakınları sala yapışarak omuzları üstünde cenazelerini mezarlığa taşıdılar. Bizim mevtanın ismi yine en son okundu. Biz de saf tutarak sala yapıştık. İkinci defa sala yapışma imkanı olmadı. Cenaze yakınları elleşerek götürdüler.

6 cenaze sağlı, sollu mezarlığın içine dağıldı. Az sayıdaki kalabalık görünmez oldu. Zaten o kadar az cemaat bir de altıya bölününce her bir cenazeye katılım sayısı düşük kaldı.

Cenaze defnedilirken bir yakınımla kenarda biraz lafladık. Dururken iki tarafta da okunan süreler birbirine karıştı. Belli ki diğer bir cenaze defni de yakınımızda. Konuşmayı kestik.

Yapılan duanın ardından cenaze yakınlarının telkinini bekledik.

Telkini bitiren cenaze yakınları yol üzerindeki çeşmeye gelerek ellerini ve yüzlerini yıkayarak serinlediler. Zira kolay değil yakıcı sıcağın altında defin. Bu arada böyle sıcaklarda güneşin altında çalışanlara kolaylıklar dilerim.

Ardından yan yana dizildiler. Biz de sıraya geçip taziyelerimizi diledik. Sonra dağıldık.

Bu cenazede dikkatimi çeken, namazı kılınan cenazelerin hepsinin de kadın olması. Bizim cenaze yaşlıydı. Öyle zannediyorum, diğerleri de yaşlı idi. Bizimki kocasının ardından bir 25 sene daha yaşadığına göre büyük ihtimal diğerleri de kocalarının ardından fazlaca yaşamıştır. İhtimal dahilinde desem de şu bir gerçek ki kadınların büyük çoğunluğu kocalarından daha fazla yaşıyor. Fazla yaşamaları, “Bu ülkede kadınlar eziliyor” sözünü çürütüyor.

9 Temmuz 2025 Çarşamba

Cins Yayalar

Üçler'de bir cenazeye katılmak için evden çıktım. İstasyon, Anıt derken kestirmeden gideyim diyerek rotayı Larende'ye çevirdim.

Yolun sağ kaldırımından yürüyorum. Mümtaz Koru İHL sağımda iken 18-20 yaşlarında bir kızımız Anıt Hastanesinin aradan çıktı. Önümden yola doğru yöneldi. Belli ki karşıya geçecek.

Bu yolu bilenler bilir. Bölünmüş yol değil. İşlek bir cadde. Yayalar geçsin diye buraya ışıklı bir yaya geçidi konmuş. Karşıdan karşıya geçecek yaya trafik düğmesine basarak araçları iki taraflı durduruyor. Yayalar da rahat geçiyor.

Kızımızın geçeceği caddeye baktım. Her zamanki gibi değildi yol. İki taraftan da gelen hiç araç yoktu. Yolun uzağından gelen bir araç bile gözüme çarpmadı.

Bu durumda kızımız ne yaptı dersiniz? Yaya düğmesine bastı. Işığın yayaya yeşil yanmasını beklemeden ve hızlı adım atmasına gerek kalmadan, yayaya yani kendisine kırmızı yanarken sallana sallana karşıya geçti. Ardından üç beş adım yürüdükten sonra dolmuşa binecekmiş gibi yüzü kaldırıma dönük kaldırımda durdu.

Az sonra yayaya yeşil, araçlara kırmızı yandı. İki taraftan gelen araçlar kırmızı ışıkta durdu. Araç yoğunluğu uzadı da uzadı. Ah bu arada yani yayaya yeşil yanarken bir tane yaya karşıdan geçse hiç gam yemeyecektim.

Bir araçlara bir de karşı kaldırımda dikilen kıza baktım. Kız, sayesinde durdurduğu araçlara hiç bakmadı bile. Gözünü gelecek dolmuşa çevirmişti.

Halbuki bir düğmeye basarak bu kadar aracı durduran ben olsaydım, sağlı sollu sıralanmış araçlara bir göz atar. İşte şu araçlar, benim eserim havasını atardım. Sanırım mütevazılığından olsa gerek, kızımız buna gerek görmedi. Şu var ki kırmızıda duran araç sahipleri nerede bu yayalar, madem bastılar, niye geçen yok deyip durmuşlardır.

Yazımı buraya kadar okuyan, cenazeye yetişeceksin. Şu dikkatini çeken şeye bak. Ülkenin bu kadar derdi varken mesele edindiğine değmez. Bu kadar hassasiyete gerek yok. Cenazene git diyebilir.

Böyle düşünene el hak haklısın derim. Ama garipsediğim bu durumu yazı konusu edinme hakkımı da kimse elimden alamaz. Nasıl ki yaya geçicinden geçmek için düğmeye basmak her yayanın bir hakkı ise bu hakkı yazı konusu edinmek de benim hakkım. O yüzden varın işinize gidin. Ben cenazeye bir şekil yetişirim.

Bu arada bu kızımız bu yaptığı işte yalnız değil. Bu tipler bir familya. Aynı aileden bazılarını Konya Lisesi önündeki ışıklı yaya geçidinde de görürüm. Onlar da hiç araç gelmediği halde önce ışığa basıp ışığın yeşile dönmesini beklemeden geçiyorlar. Ardından araçlara kırmızı yanıp araçlar beklemeye koyuluyor. Bu familya ise hiç arkalarına bakmadan gözden kayboluyor. Öyle ya hak haktır. Bu hak kullanılır, devredilemez.

Hiç araç olmadığı halde karşıdan karşıya geçecek olanlar yaşlı ya da bir grup öğrenci olsa, yol boş olsa da tam yolun ortasında iken araçlar gelebilir diye düğmeye basabilir diyeceğim. Ama bugüne kadar gördüklerimin hepsi genç. Haydi düğmeye bastılar diyelim. Bari kendilerine yeşil yanmasını bekleseler hiç gam yemeyeceğim. Öyle ya madem kırmızıda geçeceksin. Ne diye düğmeye basıyorsun?

Ha bu tip cins yayalar, hakkımdır. Bu hakkımı tepe tepe kullanırım. Kime ne derse, küçük dilimi yutarım. Ha şunu derlerse, "Bey amca, biz bu cinsliği yapmazsak, sana buradan yazı çıkmazdı derlerse, eh haklılar derim. Gördüğünüz gibi yazı konusu çıktı bana. Sağ olsunlar.

Bu arada meraklısı için niyet ettiğim cenazeye yetiştim. Bu ayaklar, bu yürüme azmi bende oldukça evelallah kaçmaz. Yalnız bir cenazeye niyet etmiştim evden çıkarken. Neye niyet neye kısmet. Karşıma ilaveten beş kadın cenazesi daha çıktı. Hepsine ayrı ayrı niyet ederek altı defa cenaze namazı kıldık. Bu arada Üçler'de bugüne kadar o kadar cenazeye katıldım. Musallada birden fazla cenaze gördüm. Bugüne kadar bu kadar fazlası nasip olmamıştı. Mübarekler, bu sıcakta ta nereden geldi. Bizimkini de kılıversin demiş olmalılar.

Sıcak o kadar fazla idi ki cenazesini gömen cenaze yakınları, el yüz yıkamak için çeşmelere kendilerini gücün attı. Termometreler 37 dereceyi gösteriyordu. Öğle vakti güneş tam tepedeyken hissedilen sıcaklık kaçtı bilmiyorum. Ölenlere rahmet.

İflaslarda Domino Etkisi

Pazar günü bir kız çıkarma düğününe katıldım. Konvoyu gelmesini beklerken eş, dost, yakın ve uzak akrabayla görüşme imkanım oldu.

Duvar kenarında çaylarımızı yudumlarken laf lafı açtı. Konu iflaslara geldi. Ekrem Coşkun ve Doğan Çanta konkordato ilan etmiş dedi bir tanesi.

Biri sordu bunlar niye iflas ediyor diye. Büsan sanayiinde esnaf olan tanıdığım, "Sanayide çok iflas eden var. Kimi konkordato ilan ediyor kimi de iflas bayrağını çekiyor. İflasın başlıca sebebi faiz oranlarının yüksekliği. Ticari kredilerde faiz oranı sabit kalmıyor. Faizler inince kredi borcu da iner, yükselince de faiz oranı yükselir. Fabrikası olan bir tanıdığım, faizlerin her ay kademeli düşürüldüğü vakit, nasılsa faizler hep düşüyor diye 6 milyon lira kredi çekti. Kredi çekeceği zaman borçlarını ödemek için fabrikanı sat, kredi çekme dedim ise de dinlemedi. Sonra yeni Hazine Bakanı ile birlikte faizler % 50'ye kadar çıktı. Fabrikatör her ay yüklü miktarda kredisini ödedi. Kaç ay yatırmasına rağmen ana para borcu bir kuruş eksilmedi. Sadece faizini ödemiş oldu. Sonra baktı olmayacak. Krediyi ödemek için zamanında satmadığı fabrikasını satmak zorunda kaldı. Zamanında satsaydı, o kadar borç ödemeyecekti. Ödediği o kadar kredi de boşa gitti. Şimdi sattığı fabrikasında çalışıyor mecburen. Şu an kredi çekmek isteyen bir işletme yüzde 4 ile kredi çekse, yıllık % 48 faiz ödemek zorunda. İşçi ücretleri şu anda altın çağını yaşıyor. Büsan’da asgari ücretle çalışan yok gibi. Asgari ücretli olarak başlayan birinin maaşına birkaç ay sonra zam yapılıyor. İşletme, şirket ve fabrikaların hem kredi hem de işçi maliyetlerinin altından kalkabilmesi mümkün değil. O yüzden sanayicilerin işi zor. Sanayici yeni hammadde almak istese, peşin almayacaksa bilmem şu kadarlık vade çek verse yüzde bilmem kaç fark konuyor. Eli mahkum almaya.

Konkordato veya iflas deyip de geçmeyin. Şirket, işletme ya da fabrikanın sadece kendisi batmıyor. Mal alıp ödeyemediği firmalar da borcunu tahsil edemediği için zor durumda kalıyor. Ayrıca her konkordato ve iflas işyerinin küçülmesi, işçi çıkarılması ve batması demektir. Hasılı büyük işletmeler kredi çekmeden işletmeyi döndüremez. Bu yüksek faizi de ödemesi mümkün değil. Haliyle konkordato ve iflaslar kaçınılmaz oluyor” dedi.

Bu durumda kredi ile ayakta duran işletmelerin hali içler acısı olmalı dedim. “Aynen öyle” dedi. “Şirketler batınca olan sadece şirkete olmuyor. Bu şirkete mal veren de parasını alamıyor, orada çalışanlar da” dedi.

Bu faiz nasıl bir şey ki çektiğin krediyi öde öde bitiremiyorsun. Hele bir de çekilen kredi ticari kredi ise piyasa da allak bullak ve faizler de yükselmişse adama fabrikayı da sattırıyor dedim kendi kendime.

Bu arada Konya’nın tanınmış iki firması olan Ekrem Coşkun ile Doğan Çantanın konkordato ilan etmesine de üzüldüm. Her ikisi de bu şehrin yüz akı idi. Doğan Çanta’dan hiç alışveriş yapmadım ama dar gelirlinin tercihi Ekrem Coşkun’a birkaç defa gitmiştim. Konkordato ilanının ardından Cadde Meram’da şubesi olan Ekrem Coşkun’a akşam yemeği için oğlanla gittiğimizde gitmemiz ile geri dönmemiz bir oldu. Çünkü kepenkleri kapalıydı. Halbuki konkordato demek tamamen dükkanı kapatmak anlamına gelmiyordu. Resmi iflas anlamına gelen konkordato ilanı, mahkeme eliyle tarafların borçlarını yapılandırma ve biraz vadeye yayma anlamına geliyordu. Ekrem Coşkun tamamen kapatılmasa da belli ki bazı şubeleri kapatma yoluna gidildi. Bu da işçi çıkarma anlamına gelir. İnşallah hem Ekrem Coşkun hem Doğan Çanta hem de bu şekil konkordato ilan eden firmalar en kısa zamanda eski görkemli günlerini yakalar. Çünkü işçi çalıştıran, işçiye ekmek veren bu firmalar hem kolay kurulmuyor hem de her konkordato işçi çıkarılması demektir. Bu da işsiz sayısının artması demektir.

Bu arada bu yazımda bol bol konkordato kullandım. Yazılışı da zor, telaffuzu da zor. İtalyancadan dilimize geçmiş. İflas desek bu da Arapça. Nedense kendi dilimizde bir kelime üretememişiz. Dilimiz yabancı dillerden geçen kelimelerle dolu ve kullanıyoruz. Bu da üzücü. Herhalde iflas eden ve konkordato ilan edenler için batmış kelimesi uygun olsa gerek. Ki bu kelimeyi de kullanıyoruz zaten.

Resmi iflas demek olan konkordatonun yanında işini döndüremediği için eş, dost, tanıdık kim varsa hepsinden şu ya da bu şekilde borç alıp hepsine borç takan esnaf sayısı da az değil. Çünkü geri ödemesi, kaydı ve küreği olmayan borçlar bunlar.

Görüleceği üzere esnaf, şirket, firma her ne ise iflas bayrağını çekince zararı sadece kendisine olmuyor. Çoğu kimseye sirayet ediyor. Borç veren borcunu alamıyor, firmanın çalıştığı yerler de parasını alamıyor. Üzerine, işini kaybedenleri de sayarsak bir iflas çevresine domino etkisi yapıyor.

8 Temmuz 2025 Salı

Masumiyet Karinesi

Türkiye'nin gündeminde bazı belediyelere ilgili yolsuzluk ve rüşvet operasyonları var. Sayısını bilmiyorum ama önce gözaltı, ardından tutuklanan belediye başkanı ve belediye çalışanı sayısı az değil.

Yolsuzluk ve rüşvet var mı?

Siyasi operasyon mu yapılıyor?

Bu operasyonlarla bu parti yolsuzluk çarkının içine gömülmüş algısı mı oluşturulmak isteniyor?

Siyasette kartlar yeniden mi karılıyor?

Hedef belediyelerde dönen yolsuzlukları ortaya çıkararak bir temizlenme mi isteniyor?

Gerçekten bu belediyeler yolsuzluk girdabına girmiş mi?

Soruları çoğaltabiliriz.

Bunların hangisi veya sormadığım hangi soru sebeptir bilmiyorum.

Bu durumda yapılması gereken, yargının son sözü söylemesini beklemek, adil yargılama için yargı mensuplarını rahat bırakmak, çaldılar, çırptılar, yok, siyasi operasyon yapılıyor türünden yazıp çizmenin, paylaşım yapmanın ve konuşmanın bir anlamı yok. Bırakalım işi yargıya. Yargı kararını versin. Karar kesinleştikten sonra sonuca göre bir değerlendirmede bulunalım.

Şu aşamada ortada daha iddianame bile yokken hakim, savcı ve avukat rolüne girmenin bir gereği yok.

Bu konu hakkında yazılıp çizilen ve söylenen ne varsa hepsine acaba demek suretiyle temkinli yaklaşmak lazım. İleride pişmanlık duyacağımız söz ve eylemlerden kaçınmak gerek. Birileri, belediyeler üzerinden toplumda bir algı oluşturma peşinde olabilir. Bu aşamada bu algılara teslim olmamak lazım.

Kişiler hakkında yargı son sözü söylemeden masumiyet karinesine özen göstermek gerektiğini düşünüyorum.

Burada niyetim haklarında yolsuzluk ve rüşvet iddia edilen kişileri masum gösterme gibi bir niyetim yok. Çalan, çırpan varsa cezasını fazlasıyla çeksin. Sosyal medyada veya gazetelerde haklarında video, belge varsa dahi son sözü yargının söylemesini bekleyelim. Çünkü hiçbirimiz hakim, savcı değiliz. Zanlılar mahkemede kendilerini savunsun. Unutmayalım ki suçlu bile olsa savunma hakkı kutsaldır. Şimdiden asıp kesmeyelim. Belki de çalma ve çırpma görünenden daha fazladır. Belki de hiçbir şey göründüğü gibi değildir,

Bu son cümlemi, yani hiçbir şey göründüğü gibi değildir sözümü yakın tarihten örnek vermek suretiyle biraz açmak isterim.

Fadime Şahin, Ali Kalkancı ve Müslim Gündüz 28 Şubata giden yolda Türkiye’nin önemli figürleri idi. Her akşam televizyonların gündemindeydi. Şunu yaptılar, bunu yaptılar türünden yazıldı, çizildi. Müslim Gündüz’ün Fadime Şahin ile basılması görüntüleri televizyonlarda çıktı. Ellerinde baston ile Aczimendiler meydanlarda idi. Fadime Şahin, Kalkancı ve Müslüm Gündüz’den ne çektiğini, kendisine neler yaptıklarını gözyaşları içinde ekranlarda anlattı. Her birimiz üzülerek izledik. Vay be! Neler yapmışlar neler dedik. Gözü yaşlı Fadime Şahin’in anlattıklarından ben de etkilendim. Hatta dedim ki bu kadın bu haliyle yakan söyleyecek birine benzemiyor ve doğru söylüyor dedim. Sonunda 28 Şubat post modern darbesi yapıldı.

Anlaşıldı ki bu muhteşem üçlünün, ülkeyi 28 Şubata götürmek için ayarlanmış birer figür oldukları ortaya çıktı. Ne sürecin ardından ne sonrasında ne de şimdi bu üçlünün esemesi okunmuyor. Malı götüren götürdü. Çünkü sürece giden bir kumpas olduğu anlaşıldı.

STV ve Zaman gazetesinin başını çektiği Ergenekon olayı da hala belleklerde. Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ) adı altında az kişi tutuklanmadı. Hepsi yargılandı. Hatta hüküm giyenler bile oldu. O zaman da vay be neler yapmışlar neler dedik. Bir sabah kalktık ki “Ordumuza kumpas kurulmuş” açıklamasıyla uyandık. Hüküm giyenler yeniden yargılanarak berat etti. Mahkeme ise Ergenekon Terör Örgütü diye bir örgüte rastlanmamıştır dedi.

Sanırım ne demek istediğimi anlatmak için bu iki örnek yeterli.

Bu iki örnekte yanıldığımız ve kandırıldığımız gibi yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarında da benzer bir durum söz konusu olabilir. En iyisi yargı sonucunu beklemek. Az sabır.

6 Temmuz 2025 Pazar

Bu Valinin Rüyasına Girmeyin

—Şunun suyu ısındı. Alın onu. Atın içeri. 
—Ne zaman alalım?
—Laf olsun diye soru sorma. Ne zaman alacağınızı biliyorsun. Sabah erkenden. Teamül böyle. 
—Tamam efendim. 
—Bunu da alın. 
—Emriniz olur. 
—Şunu da alın.
—Aldık efendim. 
—Şunu şunu da alın. 
—Aldık.
—Bunları da alın. 
—Bunları da aldık. 
—Onları aldınız mı?
—Yarın sabah alıyoruz. 
—Başka kim kaldı alacak? 
—Bilmiyorum efendim.
—Ne demek bilmiyorum. Hepsini ben mi söyleyeceğim? 
—Efendim, alınma gerekçelerini bilsek belli aralıklarla alırız. 
—Ha şu mesele. Onların gerekçeleri bende mahfuz. 
—İyi de suçun ne olduğunu bilmeden kimi, ne diye alacağız? 
—Onların suçu bende mahfuz kalsın isterdim. Ama gece gündüz bugün kimi alalım diye sorup duracaksınız. En iyisi söyleyeyim. 
—Memnun olurum efendim. Bu vesileyle bunları niye alıyoruz diye merak edip duruyordum. 
—Sence bunları niye içeriye aldırıyorum? 
—Efendim, ben nasıl bilirim. 
—Tabi ben bileceğim. Ama sen yine de bir tahminde bulun. 
—Aklıma bir şey gelmiyor ana mutlaka suçları vardır. Değilse niye içeri aldıracaksınız?
—Onların suçu benim rüyama girmeleridir. 
—Efendim, çok özür dilerim ama bir insan rüyanıza girdiği için içeri alınır mı? 
—Alınır hem de bal gibi alınır. Girmeyeceklerdi rüyama 
—İlginç. Ama efendim, onların elinde değil ki rüyanıza girmek. Böyle giderse korkarım ki beni de rüyanızda görebilirsiniz. Bu durumda benim halim nice olur. O kadar da hukukumuz var. 
—Hiç kusura bakma. Hiç affım yok. Rüyana girersen, gözünün yaşına bakmam, sen de girersin oraya. 
—Efendim, af talebinde bulunuyorum. Köşeme çekilmek istiyorum. 
—Asla. Af talebin kabul edilmemiştir. 
—Efendim, rüya dışında başka bir kriter belirleseniz. 
—Mümkün değil. Kimse kusura bakmasın. Ben zamanın Bağdat valisini örnek alıyorum. Benim için o rol modeldir. 
—Bağdat valisi nasıl biriymiş ki onu örnek aldınız. 
—Bunu da bir hikayeyle anlatayım:

TÜİK, ENAG ve İTO'ya Göre Ülke Enflasyonu

Yan tarafta gördüğünüz enflasyon tablosu sosyal medyada önüme düştü.

Niyetim enflasyon ve hayat pahalılığına dikkat çekmek değil. Bu, ayrı bir mesele.

Tabloda TÜİK, ENAG ve İTO'nun her ay bulduğu enflasyon verileri karşılaştırmalı olarak verilmiş. Görüleceği üzere verilen 12 ayın hiçbirinde bu üç kuruluş birbirine yakın bir oran bulamamış. Adeta aralarında uçurumlar var. TÜİK en düşük oranla birinciliği, 8-10 puan yükseklikle İTO ikinciliği, ilk ikiye büyük fark atarak üçüncülüğü ise ENAG almış. 12 ayın hiçbirinde bu sıralama değişmemiş.

Bildiğim kadarıyla enflasyon oranını tespit bilimsel bir alan. Matematiği ve istatistik biliminin alanına giriyor. Matematik ve istatistik yalan söylemeyeceğine göre bu üç enflasyon verilerini paylaşan kuruluşlardan hangisi ya da hangileri yanlış sonuç çıkarıyor?

Her üç kuruluş da bu ülkenin alışverişini hesapladığına göre bu üç farklı oran nasıl çıkar, inanın anlamış değilim. Gören de her üçü de farklı ülkeleri ele alıyor sanır.

Acaba, enflasyon sepetine giren ürünler farklı da ondan dolayı mı bu fark? Eğer sepet farklı ise oranlara bir şey denmez. Eğer aynı ürünlerden bu kadar farklı oran çıkıyorsa veya çıkarılıyorsa vay halimize. Bu durumda üç kuruluştan ikisi doğru söylemiyor. Bu ikisi hangisi? Bunu da bilmiyoruz.

Halk hangisine inanıyor? Halkın kahir ekseriyeti ENAG'ın bulduğu oranı kabul ediyor. TÜİK'in bulduğu oranı sahici bulmuyor. "Resmi enflasyon şu. Halkı derinden etkileyen, hissedilen piyasa enflasyonu bu" diyor. Hoş, halk sahici bulmasa da TÜİK'in çıkardığı enflasyon oranı dikkate alınıyor. Çünkü sabit gelirlinin zam oranı TÜİK'in çıkardığı enflasyona göre belirleniyor. Daha doğrusu mevcut çıkan TÜİK enflasyon oranından ziyade hedeflenen enflasyon dikkate alınıyor. Bunun sevindirici yanı, sabit gelirlinin hiçbir zaman enflasyona ezdirilmemesi. Bir de sabit gelirliye verilen zam, enflasyonun altında kalırsa aradaki bu fark altı ay sonra ödeniyor.

Gelelim yeniden bu üç kuruluşun çıkardığı farklı enflasyon oranlarına. Şu bir gerçek ki üç ayrı enflasyon sonucu kafa karışıklığına sebebiyet veriyor. Vatandaş hangi sonuca inanacağını şaşırıyor. Devletin bu kafa karşılığını gidermesinde fayda var. Nasıl ki devlet, ne zaman bir dezenformasyon bir bilgi yayılsa, halkı etkileyen bir durum ortaya çıksa, ilgili kurumu aracılığıyla "Yanlıştır, doğrusu budur" şeklinde bir açıklama yaptırıyorsa, çıkan farklı enflasyon oranları hakkında da İletişim Başkanlığı veya Dezenformasyonla Mücadele Merkezi (DMM) bu duruma bir el atabilir. Diyebilir ki TÜİK doğru söylüyor, diğerleri ise halkı yanlış bilgilendiriyor. Yine her ay farklı sonuç çıkarırlarsa savcılığa suç duyurusunda bulunabilir. Yanlış sonuç çıkaran TÜİK ise bu konuda gereği için ilgili kurumu bilgilendirebilir. Fakat gördüğüm kadarıyla DMM bu konuda hiç açıklama yapmıyor.

Alfabetik Sıra Operasyonları

Yolsuzluk ve rüşvet operasyonları önceleri aralardan başlatıldı. Bir o şehir, bir bu şehir yapıldı.

Adana, Adıyaman ve Antalya şehirlerinde de yolsuzluk ve rüşvet operasyonları başlayınca, dedim şimdi yandı tüm belediye başkanları. Çünkü denmiş olmalı ki böyle aradan olmaz. Biz şu işe baştan başlayalım deyip belediyeler alfabetik sıra ile operasyona dahil edildi.

Eğer bu hızla gidilirse öyle görünüyor ki alfabetik sırası gelen belediye başkanı hakkında harekete geçilecek.

Hepsine sıra gelecek olsa da burada en şanslı şehirler alfabenin sonlarında yer alan şehirler. Çünkü operasyona en son dahil olacak şehirler buralar.

Yalova, Yozgat ve Zonguldak belediyeleri sonlarda olmanın avantajını kullanacak. Gel keyfim gel, bize sıra gelinceye kadar diyecekler ve derin bir nefes alacaklar:

Eşleriyle, dostlarıyla ve seçmenleriyle doya doya günler geçirecekler.

Belki de şimdiden ziyaretlere başlayıp veda çayı içecekler.

Helalleşecekler. Doyamadık şu belediye başkanlığına. Varsa hakkınız, helal edin. Bizden yana helal olsun. Belki bugünden sonra görüşemeyebiliriz. Şehrim size emanet diyecekler.

Borçları varsa ödeyecekler.

Her zamankinden daha nazik ve kibar olacaklar.

Vatandaşın işini jet hızıyla yapacaklar.

Şayet yolsuzluk yapıyorlar ve rüşvet alıyorlarsa, almayacağım bundan sonra deyip belediyeler daha operasyon başlamadan temizlenmeye başlayacak. Hepsi daha içeriye girmeden tövbekar olacak.

Böylece tüm şehirlerimiz irinlerinden temizlenecek.

Tüm bu olup bitenleri izleyen İçişleri Bakanlığı da yolsuzluk ve rüşvet operasyonu yerine "Temiz Eller, Temiz Şehirler Operasyonu adını verecek yaptığı operasyonlara.

Ülkenin yaptığı bu Temiz Şehirler Operasyonu, devletin diğer tüm kurumlarına da yapılacak. Tüm kurumlarımız temize çıkacak.

Tüm belediye ve kurumlar bakacaklar ki bu iş tamamen yasal ve doğal. Her biri hakkında operasyon başladığında hiçbiri cayırtı koparmayacak. Sadece bize değil, herkese yapılan mutat bir operasyon diyecek. Halk da polis nezaretinde götürülen başkanlarını alkışlarla cezaevine gönderecek. Ayrıca miting ve protestoya ihtiyaç kalmayacak. Rutin bir operasyon. Bugün bize, yarın size diyecek.

Ülkenin bu yaptığı Temiz Şehirler ve Temiz Kurumlar operasyonu tüm dünyaya örnek olacak. Türkiye en iyisini yaptı. Bunu niye biz ülkemizde yapmayalım diyecek. Böylece her ülke temizlenecek, dünya temize çıkmış olacak.

Burada beni düşündüren, bu operasyonlar alfabetik sıraya göre mi yapılıyor yoksa trafik plaka koduna göre mi? Öyle zannediyorum beni düşündüren sonradan vilayet olan şehirleri de düşündürüyordur. Şayet alfabetik sıraya göre yapılıyorsa, mesela sonradan il olan Ardahan'a operasyon yakındır. Yok, trafik plaka koduna göre ise Ardahan daha çok bekleyecek. Çünkü kendisine, bir zamanların son şehri Zonguldak'tan sonra sıra gelecek. Yetkililerin bu konuya bir açıklama getirmelerinde fayda var.

Bu önemli mevzuyu işlerken şu ayrıntıya da dikkat çekmezsem olmaz. Bir ara Hakkari'den il hakkı alınıp Yüksekova'ya il statüsü konuşulmuş, sonra rafa kalkmıştı. Şimdi bu konuyu yeniden gündeme getirme zamanı. Bunu da Hakkari düşünecek. Belki de alfabede önlerdeyiz. Bir an evvel bu Temiz Eller Operasyonuna dahil olalım, sonra işimize bakalım diyecek, Yüksekova'ya hakkını devretmeyecek. Belki de biraz zaman kazanalım. Bunun için il olmaktan feragat edip bu hakkı Yüksekova'ya devredelim diyecek. Bekleyip göreceğiz bu samimiyet sınavını Hakkari nasıl verecek?

Pazar pazar sabah kahvaltısını yaparken bu önemli konuya değindim. Sakın olan pazar pazar su koyverdin demeyin. Hele izahı olmayan şeyin mizahı olur hiç demeyin. Yazımı okuma zahmetinde bulunursanız, hiç olmadığı kadar ciddiyetime hayran kalacağınızdan eminim.

5 Temmuz 2025 Cumartesi

Vahim Bir Tablo ile Karşı Karşıyayız

Gözaltına alınan ve tutuklanan belediyeci ve belediye başkan sayısını takip etmez olduk. Çünkü kaç aydır belediyeler ve belediye başkanları ile ilgili yolsuzluk operasyonları yapılıyor.

İçeriye alınan bu belediyecilerin ne zaman yargılanacak, haklarında iddianame ne zaman hazırlanacak, yargılama ne kadar sürecek belli değil.

Yolsuzluk iddiasıyla gözaltına alınan ve tutuklama kararı verilen belediyeciler suçlu veya suçlu değil demeyeceğim. Siyasi bir yazı yazma niyetim de yok. Toplumun ikiye bölündüğü gibi bunlara siyasi operasyon çekiliyor ya da bunlar yolsuzluk pisliğinin içine belenmişler demeyeceğim. Bu konuda istediğim, yargılama sonuçlanıncaya kadar kişiler hakkında beraatı zimmet asıldır denip masumiyet karinesine riayet edilmesi, adil yargılama yapılması, suçlu iseler cezalandırılmaları, yargılamanın uzun sürmemesi, yargılama konusunda yargının rahat bırakılması...

Bu kısa açıklamanın ardından, yolsuzluk yargılamaları ile ilgili bir başka hususu işlemek istiyorum.

Sayısını bilemediğim bu kadar belediyede yolsuzluk varsa, bu kadar belediye yolsuzluk ve rüşvet çarkını içine düşmüşse:
Bu ülke bitmiş demektir.
Ülke kokmuş, kokuşmuşluk diz boyu demektir.
Bu ülke ölmüş de ağlayanı yok demektir.
Vahim bir durumla karşı karşıyayız demektir.
Çünkü hiçbir ülke bu kadar yolsuzluğun içinde temiz kalamaz.

Bu kadar belediyeye yolsuzluk iddiasıyla siyasi operasyon çekiliyorsa, bu:
Çamur at izi kalsın demektir.
Yargı eliyle ayar vermek, had bildirmek demektir.
Siyaseti yeniden dizayn etmek demektir.
Yargıyı siyasete alet etmek demektir.
Şayet böyle ise vahim bir durumdur.

Yani her iki durumda da vahim bir tablo ile karşı karşıyayız. Bu da ülkenin hayrına değildir. Çünkü ülkenin karizması çizilir. Dışarıdan bu ülke yolsuzluk ve rüşvetle anılır olur ya da belediye başkanlarına yargı eliyle operasyon çekiliyor şeklinde anlaşılır. Ülkenin bu duruma düşmesini herhalde hiçbirimiz istemeyiz.

Ne yapıp ne edip bu durumdan bir an evvel kurtulmamız lazım. Bu kadar belediye yolsuzluk ve rüşvet çarkının içinde ise demek ki belediyelerde bu çarkın içine düşmek kolay. Bu demektir ki sistemde ve mevzuatta açıklar var. Bu açığı kapatarak işe başlayabiliriz.

Yolsuzluk ve rüşvet iddiasıyla siyasi operasyon yapıyorsak, yargıyı buna alet etmemek lazım. Açıkları kapatacak bir sistem kurarak ve yargıyı kendi haline bırakarak hem belediyelere hem de yargıya güveni öncelemek lazım.

Size Kim Dedi Belediye Başkanı Olun Diye?

Kim dedi size işi gücü bırakın, belediye başkanlığına aday olun, belediye başkanı seçilin ve belediye başkanlığı yapın diye.

İşsiz miydiniz de belediye başkanı oldunuz?

Düşünemediniz mi ağrımaz başınızın ağrıyacağını?

Bir gün kodese girebileceğinizi hiç aklınıza getirmediniz mi?

Ne işe yaradı şimdi?

Sırayla, bazen toplu halde gidiyorsunuz güneş görmez yerlere. Hem de sabahın erken saatinde.
Bir makam uğruna değer miydi bu sıkıntıya girmeye?

Sıra bizden sonra kimse deyip duracaksınız hem de.

Şimdi ne zaman çıkacağız diye bekleyip duracaksınız orada.

Üstelik tam da işe yarayacağınız zaman yoksunuz. Çünkü memleket yangın yeri. Ormanlarımız cayır cayır yanıyor. Böyle bir zor zamanda sizler yoksunuz.

Böyle zamanda şehrinizde olmayacaksınız da ne zaman olacaksınız?

Neyse olan oldu. Bugünkü aklınız olsaydı, kim başkan olursa olsun deyip belediye başkanlığına aday bile olmazdınız. Ama şu var ki son pişmanlık fayda vermez.

Biraz da geride kalan başkanlara değinelim.

Biliyorum bize sıra ne zaman gelecek diye bekleyip durursunuz. Bilirim kolay değil böyle beklemek.

Siz siz olun, bana bir şey olmaz demeyin. Şu anda dışarıda iseniz elbet şükredin. Bugün de dışarıdayım deyin.

Yalnız rehavete kapılmayın. Hiç içeriye girmeyecekmiş gibi çalışmaya devam edin.

Sabahı bırakmadan eşinizle dostunuzla helalleşin.

Borcunuz varsa ödeyin.

Çamaşır, terlik, havlu, diş fırçası vs. ihtiyaçlarınızı bir valize koyun. Kapının yanında hazır dursun.

Erken yatıp uykunuzu tam alın.

Sabah erkenden zilini çalarsa, hayır ola, bu kim ki bu saatte? Sütçü mü, postacı mı demeyin. Lütfen aklımızla dalga geçmeyin. Polistir polis.

Üzülmeyin, hemen birden götürmüyorlar içeriye.

Bildiğim kadarıyla önce genel bir muayene için tam teşekküllü bir hastaneye götürüyorlar. Sıra beklemeden tepeden tırnağa muayene oluyorsunuz. Bunun için bir kuruş para ödemiyorsunuz.

Göz altı ve tutukluluk halinde de yatak ve iaşe bedeli ödemiyorsunuz.

Orada mesai kavramı ve mefhumu yok. Sabah akşam yatacaksınız.

Burada yatarken vaktinizi boşa harcamayın. Kitap yazın orada. Yazar olarak çıkın oradan.

Çıkınca da yazarlığa verin kendinizi. Bir daha belediye başkanlığı mı, tövbe tövbe deyin.

4 Temmuz 2025 Cuma

En Büyük İsraf Kaynağımız *

Bu ülkede israf çoktur. Say say bitmez. En büyük israf da insan kaynağıdır. Milyonlarca insanımızı şu ya da bu şekilde heba ediyoruz.

5 yıl olan zorunlu eğitimi önce 8'e sonra 12'ye çıkararak okumak isteyeni de okumak istemeyeni de okumak zorunda bırakıp herkesi lise mezunu yaptık. Hiçbir vasfı ve mesleği olmadan herkes masa başı iş aradı. Böyle bir iş için milyonlarca lise ve ön lisans mezunları KPSS sınavında ter döktü. Sayılı az sayıda lise ve ön lisans mezunu yerleşti ama milyonlar yine boşta kaldı.

Lise mezunlarına iş yok. Liseyi bitirdikten sonra bari üniversite okuyalım. Atanma şansımız daha çok olsun diyerek her liseyi bitiren üniversite sınavına girdi.

Lise mezunlarını üniversite mezunu yapmak için bol üniversite ve istihdamı olmayan bölümler açmak suretiyle, gençliği geleceği olmayan bölümlerde umut aramaya ittik.

O kadar üniversite ve istihdam imkanı olmayan o kadar bölümler açtık ki 18'inde genç işsizler kadrosuna katılacak genç işsizlerin işsizliğini 4-5 sene daha uzattık.

İstihdam imkanı olmadığından çoğu bölümlerin kontenjanları dolmayınca iki ve dört yıllık fakülte tercih barajı olan 150 ve 180 barajını kaldırdık. Üstelik açılan üniversite ve fakültelere o kadar akademisyen alındı. Bunlar boş boş mu duracaktı. Bari barajı kaldıralım da bu bölümlere yolunu şaşıran gelsin ve okusun dendi.

Bu tür bölümlerden ve iyi bölümlerden mezun olanların çoğu mezuniyetin ardından atanmak için kaç yıl boyunca KPSS'ye giriyor. Sayı fazla, alınacak az olduğundan çoğu atanamıyor. Bakıyorlar ki olmayacak, çoğu mezun olduğu bölüm dışında başka alanlarda çalışmaya başlıyor.

İstihdam imkanı olan bölümleri de yok etmek için çok uğraştık. Aşağı yukarı her bölümün ikinci öğretimini açarak bir fabrikanın seri üretimi gibi mezun verdi bölümler. Sonunda tıp fakülteleri dışında fakültelerden mezun olan her bir öğrencinin on binleri bulan alternatif mezun oluşturduk.

Kısaca sonu ve istihdam imkanı olmayan her bölüm genç işsizler ordusunun sayısını artırdı.

Her işsiz kalan hayattan umudunu kesti.

Burada sanayide, şurada, burada eleman aranıyor. Gitsinler orada çalışsınlar. Bizimkiler çalışmadığı için buralarda Suriyeli ve Afganlar çalışıyor. Bizimkiler iş beğenmiyor. Çalışmak isteyene bu ülkede iş var denebilir. Sanayide eleman arandığı doğrudur. Yalnız üniversite mezunu gidip buralarda çalışmaz. Çalışmak istese de sanayici üniversite mezununu almaz. Çünkü 24-25 yaşına kadar okul sırası dışında bir şey görmeyen gençlik sanayide verimli olamaz.
Ülkede iş bulamayan onca üniversite mezunu başka ülkelere gitmenin yolunu arıyor.

Kısaca üniversite mezunu enflasyonu, istihdam yollarını neredeyse tıkadı. Bu da beyin göçünü beraberinde getirdi. Yolunu ve imkanını bulan kalifiye insanımız soluğu dışarıya gitmekte buldu.

Gelecek vadetmeyen maarif sistemimizin bu yıllarda yaptığı en güzel proje, Mesleki Eğitim Merkezlerinde okumak isteyen öğrencilere işyeri desteği vermesidir. Sanayi ve esnafın yanında ara eleman kalmayınca devlet buna mecbur kaldı. Ortaokuldan sonra okumada gözü olmayan öğrencilere imkan sundu. Teşvikle birlikte şimdilerin en gözde okulları eskinin çıraklık eğitim merkezi olan bugünün MESEM'leridir. Buralarda haftada bir gün okuyup sair günlerde işyerlerinde meslek ve zanaat öğrenen öğrenciler, sanayinin ara eleman ihtiyacını doyurdu. Bu okullarda okuyarak ustalık belgesi alan öğrenciler aynı zamanda lise mezunu oluyor. Bu öğrenciler üniversiteden mezun olan çoğu öğrenciden daha şanslı. Çünkü ileride sanayi dahil her sektörde çalışırlar ve iş bulurlar. Yalnız bu güzel projeye geç geçildi. Çok zaman kaybedildi. Dün 8 ve 12 yıllık zorunlu eğitimle köküne kibrit suyu döktüğümüz çırak ve kalfalığı yeniden diriltme için devlet üste para veriyor. Bu para da bütçeden karşılanıyor.

MESEM'ler, çocuklarımıza gelecek vadetse de liselerde okuyan milyonlarımız var ve bu milyonlar üniversiteyi bitirdikten sonra kolay kolay iş bulamıyor. Anlatmaya çalıştığım bu durum, insan kaynakları yönünden iyi bir planlama yapamadığımızın bir göstergesidir. Bu da en büyük israf kaynağımızdır. Nedense bu müsriflikten bir türlü vazgeçmiyoruz.

Unutmayalım ki gençliğine sahip çıkamayan ve insan kaynağını verimli kullanamayıp heba eden bir ülkenin iyi bir geleceği olamaz.

*07.07.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

3 Temmuz 2025 Perşembe

Trump'ı Sizden Önce Tanıdım

Kaç yıllardır görmediğim, zamanında birlikte olduğum zaman da pek teşriki mesaim olmayan biri ile bir arkadaşın düğünümde karşılaştım.

İçini bilmem ama görüntüsü havalı bir tip idi. Konuşmasına da yansımıştır bu hava. Oldum olası içim ısınmaz böyle tepeden bakan kişilere.
Haliyle hal hatır, ne var ne yok yok türünden konuştuk. Ne yapıp ne ettiğini sordum. Kısa cevaplar aldım ama verdiği cevaplar net değildi. Hep ikircikli idi.

Bir gözümüz kızı ne zaman çıkaracağız iken diğer gözümüz de başka tanıdıklarda oldu. Ama görünen o ki ne kızın çıktığı var ne de gelen tanıdık. Mecburen konuşacağız. Daha doğrusu ben soracağım o da cevap verecek. Formatımız bu şekilde.

Yalnız konu bulmam lazım.

O değilden çoluk çocuk var mı dedim. Vara sormaz olaydım. "Neden sordun" dedi. Hiç, öylesine dedim. "Çoluk olabilir de olmayabilir de" dedi. Nasıl dedim. "Evli olabilirim de evli olmayabilirim de" dedi. Ardından "Çocuk olabilir de olmayabilir de" dedi.

Zikrettiğim kişiden makul ve mantıklı cevaplar beklemiyordum ama bu kadarına da pes doğrusu. Bir insan uğraşsa böyle cevaplar veremezdi. Ya Rabbi, nereye düştüm, bu işkenceden nasıl kurtulurum demeye başladım. Çünkü az daha devam etsek küçük dilimi yutacaktım.

Bereket, diğer arkadaşlar da geldi. Bu büyük işkenceden kurtuldum.

Bu arada gelen de düğün sahibine iletilmek üzere para verdi bana. Hepsini zarfın içine koydum. Kim ne kadar verdi ise miktar ve ismini bir kağıda yazdım. Başka gelip de para veren olursa diye bekliyorum. Çünkü adetimiz düğün sahibine zarf içerisinde toplu vermek. Bu kendini beğenmiş, evli ve çocuk sahibi olup olmadığını öğrenemediğim arkadaş da az bir miktar para verdi. Zarfın içerisine onu da koydum. Ama durdurmadı. İkide bir haydi geline parayı takalım dedi durdu. Kardeş, biz geline para takmıyoruz. Düğün sahibinin cebine zarfı indiriyoruz dedim ise de döndü döndü haydi takalım, ne duruyoruz dedi durdu. Bu inada inat ettim. Parayı takmadım geline. Düğün sahibine hayırlı olsun derken takdim ettim.

Bu anekdot yıllar öncesinde başımdan geçti. Bu anekdotu bana yıllar sonra yeniden hatırlatan dostumuz Trump oldu. Hani İsrail'in İran'a saldırmasıyla başlayan, karşılıklı füzelerle 12 gün devam eden danışıklı döğüş savaşı kastediyorum. Hatırlarsanız bu savaşta Trump, "İran'a saldırabiliriz de saldırmayabiliriz de", "Savaşa girebiliriz de girmeyebiliriz de" türünden açıklamalarıyla gündeme oturmuştu. İşte dostumuz Trump'ın bu ikircikli cevapları bana bu arkadaşın "Evli olabilirim de evli olmayabilirim de. Çocuğum olabilir de olmayabilir de" sözlerini hatırlattı.

Şimdi düşünüyorum da bu ikisi de aynı familyadan. Ha bizimki ha Trump. Hava zaten ikisinde de var. Kibir zaten o biçim. Dedim kendi kendime, daha Trump ortada yokken ben Trump'ın daha doğrusu Trump familyasına dahil birini tanıyormuşum da haberim yokmuş dedim. Hem de yanı başımda imiş.

Trump’ı ekranlardan tanıyorum. Bir de yakından görmek istiyorum derseniz, bir telefon kadar yakınım. Sizi buluşturabilir, hasret gidermenize yardımcı olurum. Çünkü ha Trump ha bizimki. Adeta şıp demiş burnundan düşmüş. Tek bilemediğim, hangisi hangisinin burnundan düşmüş olduğudur. 

Enayi aranıyor

YouTube'da tefsir sohbetleri yapan bir akademisyenle karşılaştık. Yanımdaki arkadaş, "Hocam, yaptığın tefsirleri dinleyen var mı" diye bir soru sordu. Yanlış duymadı isem, "Her zaman bir enayi bulunur" dedi tefsir yapan kişi. Soruyu soran arkadaş "Eşim sizi takip ediyor bu arada" dedi.

Açıkçası böyle bir cevap beklemiyordum. Hele ki bir enayi bulunur demesi garibime gitti. Beklerdim ki "Hocam, insanımız eskisi gibi camiye gidip vaaz dinlemiyor. Ezan okunurken cumaya giriyor. Her devrin bir anlatım aracı, yol ve yöntemi olur. Bu devirde herkes sosyal medyayı kullanıyor. Biz de çağın bu iletişim aracını kullanalım istedik. Herkese oturduğu yerden cep telefonu marifetiyle Allah'ın kelamını duyurmayı yol edindik. Olur ki bir kişi de olsa belki dinleyen çıkar. En azından irşat görevimizi yapmış olurum" türünden bir şeyler söylesin ya da "Öyle deme. Bak ben Hanya'dayım. Sen ise Konya'dasın. YouTube aracılığıyla konuştuğumdan haberdarsın. Bak eşin dinliyormuş" diyebilirdi. Gel gör ki "Her zaman bir enayi bulunur" demeyi uygun buldu.

Bu yazıyı yazmaya koyulduğumda, acaba "bir enayi bulunur" derken konuşmacı olarak kendisini mi kastetti diye düşünmeye başladım. Eğer böyle ise kullandığı enayi kelimesine bir şey demem. Tevazuunu gösterdi derim. Kafamda bir tereddüt kalmasın diye teyit için soruyu sorana sordum. O da benim anladığım gibi anlamış diyemiyorum. Çünkü o da neyi kastettiğini çözememiş. Sonrasında çay içerken bu enayi kelimesini bir daha kullanmış. Neyi kastettiğini sormak istemiş ama ortam müsait olmamış. Şu var ki sorulan soru ile verilen cevabı karşılaştırdığımda siyak ve sibaktan dinleyiciyi enayi yerine koyması daha uygun gibi görünüyor. 

Akademisyenin ya da din adına tefsir türünden sohbet yapanların iç hallerini bilmem.

İçlerinde bildiğini anlatmak için çırpınanları vardır.

Bir şeyler yapmış olmak ve dostlar alışverişte görsün türünden anlatanlar vardır.

Şöhret olmak için yapanlar vardır.

Din adına ne yapıyorsunuz diyenlere Youtube'da tefsir sohbetleri yapıyorum demek için konuşanları vardır.

Her ne sebeple Youtube'da program yaparlarsa yapsınlar ama dinleyenleri enayi görmek hiç masum olmasa gerek.

Hiç kimse kendi sattığını yiyecek bir enayi aramasın.

Cevap verirken de argo bir sıfat olan enayi kelimesini ağzına almasın. Çünkü başkasına enayi yaftası yakıştırması tefsir sohbetleri yapan bir ilahiyatçıya hiç yakışmaz. Bu yola girmiş, bu yolun yolcusu olan birine daha güzel bir üslup yakışır. En azından vatandaş öyle bekler.

2 Temmuz 2025 Çarşamba

Ne Zam Ver Ne de Zam Yap

Konutlarda kullanılan doğal gaza 2 Temmuz 2025 tarihinde geçerli olmak üzere yüzde 24,6 oranında zam yapıldığı duyuruldu.

EPDK işini biliyor. Zammı ısınma giderinin olmadığı yaz dönemine denk getirerek kışa hazırlık yapıyor. Yani bizim gibi Ağustos böceği değil. Daha kış gelmeden sessiz sedasız yürütüyor bu işi. Kışın altta kalanın canı çıksın.

Temenni ederim ki bu zamla kışı çıkarırız. Arkasında ikinci, üçüncü fil gelmez.

Bu arada geçen yıl (2024) doğal gaza toplamda ne kadar zam geldi, bilmiyoruz. Çünkü zamları takip edemez olduk.

Şu var ki EPDK bu işi biliyor.

EPDK'nin bildiği bu işi vatandaş olarak biz de bilsek iyi olacak. Doğal gazı aldığımız ülke doğal gazın metreküpüne zam mı yaptı ya da döviz mi yükseldi? Bildiğimiz kadarıyla döviz kaç yıldır yerinde sayıyor. Bu durumda doğal gaz aldığımız ülke zam yapmış olmalı. Ki bunu da duymadık. Belki de devlet sırrı olduğu içindir.

Maliyetler artmış olmalı ki EPDK olması gerekeni yapmış demek lazım. Değilse EPDK keyfi zam yapmaz. Ki devlet de vergi koyarken keyfiyetten kaçınır.

Gel gör ki bu zam ve başka ürünlere gelecek yüksek zamlar belimizi bükecek.

Zamlar orantılı olsa yani devletin sabit gelirliye verdiği zam ile koyduğu zam orantılı olsa eh, verdiğini bu şekil alsın dersin. Ama gazın ayağı öyle değil. Her zamanki gibi kaşıkla veriyor, kepçeyle alıyor diyeceğim ama kepçeye razıyım. Çünkü kazanla alıyor artık.

Kısaca takibini yapmadığım zamlardan geçtim. İsterim ki zamlardan adalet olsun. Kaşıkla gıdım gıdım verdiğini kepçeyle pardon kazanla almasın.

Ne zam versin ne de zam yapsın.

Sabit gelirlinin maaşı adı üzerinde sabit kalsın. Buna karşılık tekelinde olan ürünlere de zam yapmasın.

Kısaca vatandaş olarak yani sabit gelirli olarak devletin zam yapacağım diye ölçüp biçmesini, kırk dereden su getirmesini yani ulufe dağıtmasını istemiyoruz. Devlet sabit gelirliye ağalık yapmaktan vazgeçsin. Buna karşı zam da yapmasın. Ne ihsanını isteriz ne de gölgesini. Çünkü vatandaş olarak sadaka cinsinden zamma karnımız tok.

Not: EPDK doğal gaza zam yapar da belediye durur mu? Çünkü kombi dediğin su ile çalışır. O zaman suya da yüklenmek lazım. Uzatmayayım, belediye de fiyatlarda güncelleme yaptı. KDV hariç 32 lira olan birinci kademe suyu 35'e, ikinci kademeyi de 49 liraya çıkardı. Bereket, belediye bunu zam olarak duyurmadı. Adına güncelleme dedi. Bir de susuz kombi çalışmayacağı için bu güncellemeyi 1 Temmuzdan başlattı. Sağ olsun, değilse susuz kombi yanardı. 

Milletin Aklıyla Dalga Geçmek

Enflasyonda dünyanın ilk beş ülkesi arasında olduğumuz, hayat pahalılığının belimizi büktüğü, faiz oranları yönünden yine dünyanın ilk sıralarını zorladığımız bir gerçek. Bu durum geçici bir durum değil, 2018 yılından beri bize musallat oldu. Bugünden yarına gideceğe de benzemiyor.

Bu vahim durumu daha iyi anlamak için kiraların en düşük emekli maaşı alanların emekli maaşını geçtiğini söylersek ekonominin ne derece vahim olduğu ortaya çıkar. (Buna bir örnek: Karşı komşumuz, dul bir kadın. Kocasından kalma maaşla geçinen biri. Emekli maaşı da en düşük emekli maaşı. Yani 14 bin küsur alıyor. Aylık 18 binden bir yıllık kiranın peşinatını damadı verdi. Kira bedeli peşin ödenince kira 22 binden 18 bine inmiş oldu. Damadı olmasa 14 bin alırken kirası 18 bin lira olan bir yerde kadının kalması mümkün değil).

Paramızın döviz karşısında eridiğini söylemeye zaten gerek yok.

Zamlar zaten durmuyor. Bir yıl önceki bir ürünün fiyatını bu yıl karşılaştırırsak aradaki uçurumu görünce bizde olduk bir Yedi Uyur dememek mümkün değil.

2 Temmuz itibariyle hanelere gelen yüzde 25 doğal gaz zammı, başka bir zam gelmese bile 2026 kışının dar ve sabit gelirlinin belini bükeceği şimdiden aşikar.

Bağımlılık yapan enflasyonist ortam yeni zenginler ortaya çıkarırken en düşük emekli maaşı alanların, asgari ücretle çalışanların, kısaca sabit gelirlilerin bu yüksek enflasyondan etkilenmemesi mümkün değil.

Durum bu iken herhangi bir devlet yetkilisinin "Sabit gelirliyi bugüne kadar enflasyona ezdirmedik. Bundan sonra da ezdirmeyeceğiz" türünden açıklama yapması,

"Biz ödedik ama halkımıza bedel ödetmedik" meyanında açıklamaya yer vermesi vs.

Milletin aklıyla dalga geçmekten başka bir şey değil. Çünkü herkesin gözü önünde cereyan eden, çoğunluğun iliklerine kadar hissettiği bir durumu bu şekil bedel ödetmedik şeklinde izah etmek, olsa olsa milletin aklıyla dalga geçmek olur.

Halbuki "Enflasyona ezdirmedik, ezdirmeyeceğiz", "Biz ödedik, milletimize bedel ödetmedik" deneceği yerde, "Faiz başımızın belası, enflasyon hakeza, hayat pahalılığı fiili bir durum. Toplum olarak her birimiz derinden etkileniyoruz. Az daha sabır..." dense, herkesin bildiği fiili bir durumu tespit anlamına gelir ki buna kimsenin diyeceği bir şey olmaz. Bu tür bir açıklama yerine" bedel ödetmedik" denmesinin makul bir izahı olamaz.

Enflasyon, hayat pahalılığı, yüksek faizler, zamlar er veya geç durulur. Millet bu sıkıntılı durumun altından eş dost yardımıyla kalkar. İyi günler gelir. Belki de bir gün unutur gider. Ama milletin unutmayacağı şey aklıyla dalga geçilmesi. Unutulmasın ki millet yediği kuru ayazı unutur belki. Ama aklıyla dalga geçilmesini unutmaz.

Yetkililerimiz şunu bilsin ki Hucurat süresinde kadın olsun erkek olsun bir toplulukla alay etmesin. Olur ki alaya aldığınız sizden daha hayırlı olabilir" denir mealen.

Din, insan onurunu rencide etmesi yönüyle alaya almayı ve dalga geçmeyi yasaklar.

Kısaca olan oldu. Bari milletin aklıyla dalga geçmeyelim. Unutmayalım ki alaya almak ve dalga geçmek hem haramdır hem günahtır hem vebaldir hem de kul hakkıdır. Ne insanlığa sığar ne de ahlaka.