Ana içeriğe atla

Herkes Kendi İşini Yapmalı! ***


Etrafı düşmanla çevrili bir ülkede yaşıyoruz. Biraz sendelesek bizi yok etmek için akbabalar gibi üzerimize üşüşecek ülkeler var. Ortadoğu’daki savaş ve iç savaş durumları bizi hep olumsuz etkiliyor. Zaten 80 yılından beri PKK denilen kanlı terör örgütüyle başımız dertte. Dağ ve kırsalda yuvalanan bu terör örgütünün şehirdeki ikizi olan FETÖ ile son yıllarda başarısız kanlı bir darbe teşebbüsüne maruz kaldık. Tehlike daha tam geçmiş değil. Çünkü bu sinsi örgüt milletimizin göz bebeği askeriyenin içinde yuvalanmış. Ordumuz Irak ve Suriye’ye zaman zaman operasyon düzenlemekte. Libya’daki iç karışıklığı önlemek için bu ülkeye asker gönderiyoruz. Stratejik ortağımız denilen ABD ile hiç olmadığı kadar gerilimli günler yaşıyoruz. Böyle bir ülkede yaşıyorsanız orduya büyük önem vermek ve güçlü bir orduya sahip olmak zorundasınız. Ordu, yarın sefere çıkacakmış gibi savaşa hazır olmalı. Aynı zamanda askeri işlerden anlayan danışmanlara da ihtiyacınız var.

Ülkeyi yönetenler; ordumuz ne durumda, neye ihtiyacı var, asker, teçhizat ve teknoloji yönünden yeterli mi, bir savaş çıktığı zaman stratejimiz ve taktiğimiz ne olmalı gibi askeri konularda yol göstersin diye danışman tayin ediyor. Böyle bir danışman, askeri konulara yoğunlaşıp eksik ve zaaf yönlerimizi tespit ederek giderilmesi için hükümete öneri sunup yol göstereceği yerde, ilahiyatçıların bile kendi arasında, gelip gelmeyeceği tartışma konusu olan Mehdilik konusunda “Mehdi gelecek. Ortamı buna göre hazırlamalıyız” açıklamasında bulunuyor ve esas vazifesinin dışında gündeme geliyorsa ne oluyoruz dememek mümkün değil. Çünkü Mehdi beklemek, Mehdi ile ilgili görüş serdetmek askerin ve askeri alanda danışmanlık yapanların işi değil.
Kendi görev alanı dışında açıklama yapmak şimdiki muvazzaf askerimizde yok. Zira asker, olması gereken alanına çekildi. Ama eski TSK’da, ülkeyi dıştan gelebilecek tehlikelere karşı korumaktan ziyade vatandaşla uğraşmak, siyasete baskı yapmak, Cumhurbaşkanı seçimine müdahale etmek, kılık kıyafetle uğraşmak, kendilerini laikliğin güvencesi görmek, irtica adı altında bu milletin değerleriyle mücadele etmek gibi bir gelenek vardı. Vazifesinin dışında her işe burnunu sokan ve her şeyi tehdit olarak algılayan asker, maalesef burnunun dibinde yuvalanan terör örgütü mensuplarını göremedi. Türkiye bunun bedelini çok ağır ödedi. Yaptığı açıklamayla gündeme gelen ve tartışma konusu olan danışmanımız da eski bir asker olduğu için görev alanı dışındaki işlere karışmak, sanırım genlerinde kalmış olmalı. Türkiye o devri, bir daha açılmayacak şekilde geride bıraktı. Birileri bunu danışmana anlatmalı. Hala danışman olarak kalması gerekiyorsa esas alanına odaklanmalı. Zira buna çok ihtiyacımız var.
İlgili danışmanın, görev alanı dışında yaptığı bu açıklamayı okuyunca yazıma son vermeden, aklıma gelen iki anekdotu sizinle paylaşmak istiyorum. Sanırım bu anekdotlar ne demek istediğimi daha iyi anlatır:
Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri, incelemesi için Shakespeare'e gönderir. Ünlü yazarın cevabı: “Dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın...” olur.
Sefer esnasında bir padişahın atının üzengisi bozulur. Eratın içinden bir tamirci aranır. Bir asker onu kısa süre içinde tamir eder. Askerin ustalığı, padişahın hoşuna gider. Bir kese altınla ödüllendirir onu. Ardından işine son verir. Adamları: "Padişahım! Oldu mu şimdi yaptığınız? Aynı anda hem ödül hem de ceza verdiniz" derler. Padişah: "Hem de çok iyi oldu. Çünkü asker, üzenginin tamirini çok güzel yaptı. Demek ki bu konuda çok maharetli. Fakat bu askerimizin asıl görevi askerliktir. Eğer bir insan bir başka işi kendi işinden daha iyi yapıyorsa asıl işini ihmal eder. Bu yüzden askerlik görevine son verdim" der.
Sanırım maksadımı anlatabildim. Başka söze ne hacet!

***04/01/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde