21 Ağustos 2024 Çarşamba

Soyadı Değiştirme Hikayem (3)

Aradan kaç ay geçti bilmem. Çarşıda bir mübaşir, hocam, kararını niye almaya gelmiyorsun dedi. Kesinleşmedi daha dediğimde, kaç ay oldu, senin dava kesinleşti. Soyadın değişti dedi.

Adliyeye giderek kesinleşmiş kararı aldım. Gözümle gördüm soyadımın mahkeme kararıyla değiştiğini.

Avukat da şaşırdı. çevrede tanıyanlar da.

Aklımda kaldığı kadarıyla “Yatırılan harç, pul vs. parasının yeterli olduğuna, ulusal veya yerel herhangi bir gazetede yayımlanmasına gerek olmadığına” şeklinde bir şeyler yazıyordu.

Gördüğünüz gibi mahkeme öncesi polisin soyadımla ilgili sayfalar dolusu ifade aldığı gibi olmadı. Hakime işi bir çırpıda bitirdi.

İlk işim kararın bir nüshasını Güneysınır’da ikamet eden, aynı zamanda esnaflık yapan amcaoğluma göndermek oldu.

Postayla gönderdim. Ben soyadımı değiştirdim. Bu gönderdiğim emsal olur, sen de mahkemeye ver, birden sonuçlanır dedim.

Amcaoğlum buna çok sevindi. Nicedir mahkemeye vereceğim, yeniden soyadımı alacağım, ben Yuca soy ismini kullanmam der dururdu.

Yazın yaz tatili için Güneysınır’a geldiğimde elimdeki kararla birlikte nüfus müdürlüğüne çıktım. Bana bir önceki yaz, mahkemeye versen de değiştiremezsin diyen nüfus şefine kararı uzattım. Hemen sisteme işledi. Başka bir işlem gerekir mi dedim. Sizin nüfuz cüzdanları zaten değişmemişti. Hala Yüce nüfus kağıdını kullanıyorsunuz. Bu durumda nüfus cüzdanlarınızı değiştirmeye gerek yok. Aynısını kullanabilirsiniz dedi.

Zaman zaman laf lafı açıp soyadımı değiştirdim dediğimde, daha önce neydi diye soranlara, Yüce idi. Mahkeme kararıyla tekrar Yüce soyadını aldım deyip gülüştük.

Şimdilerde ad ve soy adında bir yanlışlık varsa mahkemeye gerek kalmadan nüfus müdürlüklerine müracaat etmek suretiyle düzeltiliyor. Eskiden yanlışı nüfus müdürlüğündeki memur yapsa bile düzeltmek için mahkeme kararı gerekiyordu.

Gerçi mahkeme kararıyla da olsa kendi ilçemden uzak bir ilçede çalışıyor da olsam ilk celsede soyadı değiştirmem çok kolay oldu. Bunda iş bilen, işinin ehli hakimenin payı büyük. Ayan beyan belli olan bir yanlışı bir duruşmada sonuçlandırdı. Şahit getir öbür duruşmaya demedi. Bu yaptığıyla hem mahkemede dosyalar birikmedi hem de bizim işimiz kolayca halledildi.

Hemşerimiz bir avukata, nüfus müdürlüğünü mahkemeye versem olur mu? Soy adımız şayet ta ezelden beri Yuca ise niye bize yıllarca Yüce diye nüfuz cüzdanı verdiler? Yok Yüce isek ne diye Yuca diye değiştirdiler? Sorumluları hakkında işlem yapılması şeklinde bir dava açayım mı dedim. Abi, boş ver. İşini hallettiğine bak. Devletin bir kurumu diğer kurumunu mahkum etmez. Bir şey çıkmaz deyip beni davadan vazgeçirdi. (Devam edecek) 

Soyadı Değiştirme Hikayem (2)

Gün geldi çattı. Mahkemede koridorda beklemeye koyuldum. Bir müddet sonra ismim çağrıldı. Mahkeme salonuna girdim. Görevli, şurada dur dedi. Oraya geçtim. Dediği yer sanık sandalyesi. Sandalye dedim ise oturmuyorum, ayaktayım.

Baktım ki benim günlerdir hakimim diye sayıkladığım hakim bir erkek değil, bir kadın idi.

Bekledim ki niçin soyadını değiştirmek istiyorsun, anlat bakalım demesini. Yüzüme bakmadan dilekçe ve dilekçemin ekinde verdiğim bir dosya içindeki evraklara bakıyor. Belli ki sıraya konmuş dosyadan ilk defa haberdar. Ben de dikiliyorum.

Bu arada ilk mahkemeye çıkışım. Kafasını bir kaldırsa, zihnimdeki savunmanın başındaki sayım hakimim hitabını sayın hakimem diye değiştirip bülbül gibi konuşacağım. Bu arada yolda, pazarda o kadar savunma yapmıştım ki kendim etkilendim savunmamdan. Değil ki hakime etkilenmesin. Hazırım anlayacağınız.

Durun ya, yanlış söylemeyeyim. Üç dört sene önce yine bir hakim karşısına çıkmıştım. 1994-1995 yılıydı sanırım. Üç sendikanın aldığı kararla tüm öğretmenler bir günlük iş bırakma eylemi gerçekleştirmişti. Dersimiz neydi hatırlamıyorum.

Sevk ve izin alınmadan okula gitmeyecektik.

Bir sendika üyesi değildim ama okulda tek kişi olursam ayıp olacaktı. Ben de katıldım bu eylem kervanına da tüm Türkiye’de üç yerde derse girmeyen öğretmenlere dava açılıp hakim huzuruna çıkmıştı. Bir tanesi de benim çalıştığım Kahta’da açılmıştı.

İlçedeki tüm öğretmenler hakim karşısında tek tek ifade vermişti. Gerçi hakim konuştuklarından, ne dediğini anlayamadım deyip benden ayrıca yazılı ifade istemişti ama olsun. Sonuçta bir şey çıkmadı ama ilk hakim karşısına bu vesileyle çıkmıştım.

Gördüğünüz gibi hakim tecrübem var. Öncekinde hakim bir şey anlamadıysa da bu sefer beni anlayacak. Çünkü çok hazırlandım. Yeter ki kafasını kaldırıp bana bir baksın ve beni muhatap alsın.

Nihayet bir müddet sonra kafasını kaldırdı. Ramazan Bey, bir şahit dinleyelim dedi. Başka da bir şey demedi. Benim o kadar hazırlığım da maalesef boşa gitti. Hoppala... Avukat ilk celsede şahide gerek yok demişti halbuki.

Efendim, ilk celsede şahit istemezsiniz diye şahit getirmemiştim. Avukat böyle demişti. İzin verirseniz, okulumdan şahit çağırayım dedim.

O zaman biz başka dava alalım. Siz şahidi çağırın, davadan sonra sizi tekrar içeri alalım dedi.

Dışarı çıktım. Cebimdeki kontör kart ile umum sabit telefondan okul müdürünü aradım. Hocam, mahkemedeyim, şahit lazım, hemen gelir misin dedim.

Okul ile adliye yakındı. Sağ olsun müdürümüz geldi. Bana “Paran çoksa kefil ol, işin yoksa şahit ol” demişler. Geldim dedi gülümsedi. Ne hayır dedi. Yüce soyadımı nüfus Yuca şekline dönüştürmüş. Tekrar Yüce olmak için dava açmıştım dedim.

Az sonra hakim yeniden salona aldı bizi. Bu sefer az önceki yere şahidi koydu görevli. Artık sanık sandalyesinde müdürüm vardı. Ben de bir kenarda bekliyorum.

Kimliğini istedi şahidin hakime hanım. Kimliğe bakarak, zabıt katibine yazmasını istedi. “Malatya doğumlu M. C. isimli kişi, Ramazan Yüce’yi Yüce olarak bildiğini söyledi dedi. Ayrıca şahide tek kelime demedi ve soru sormadı.

Ardından bana dönerek nüfus müdürlüğünden aldığın aile bildiriminde mühür eksik, bunu mühürletip memura verin. Bir ay sonra kesinleşir, işimiz tamam, kabul ettik dedi. Teşekkür edip çıktık.

Mahkemen ne oldu diye sordu avukat. Sanırım sonuçlandı. Kararın kesinleşmesini bekliyorum dediysem de daha ilk duruşmada sonuçlanmaz dedi. Avukat böyle deyince tekrar çağıracaklar diye beklemeye koyuldum. Soranlara da daha sonuçlanmadı dedim. (Devam edecek) 

Soyadı Değiştirme Hikayem (1)

Soyadı kanunu çıktığında aileme Yüce soyadı verilmiş.

Bu soyadı beldemiz bir başka beldeyle birleştirilerek 1990 yılında ilçe oluncaya kadar devam etti.

Beldemiz ilçe olunca birçok devlet dairesiyle birlikte nüfus müdürlüğü de kuruldu.

Daha önce bağlı olduğumuz Çumra ilçesinden Güneysınır ilçesine kütüğümüz de aktarıldı.

Kütük aktarma esnasında ailenin Yüce soyadı kütükte Yuca soyadı şeklinde değişmiş. 

Aileden biri yeni nüfuz cüzdanı çıkartmak veya nüfuz cüzdanı yenilemek için gittiğinde nüfus müdürlüğü Yüce soyadı yerine Yuca soyadını vermeye başlayınca ailenin haberi olmuş.

Aile bireyleri bu duruma şaşırsa da yapabilecekleri bir şey yok. Çünkü devletin dairesi böyle uygun görmüş. Nüfus müdürlüğü demek devlet demekti. Devlet soyadınız Yüce değil, Yuca demişse koca aile ne yapabilirdi? Devlet oyun oynayacak, şaka yapacak değildi. 

Benim bu soyadı değişikliğinden beldemiz ilçe olduktan üç, dört sene sonra haberim oldu.

O zamanlar Adıyaman'da çalışıyorum.

Yaz dönemi ilçeme geldiğimde ilçe nüfus müdürlüğüne çıktım. Nüfus şefine, bu değişikliğin sebebi nedir dedim. Kütükte böyle. Çumra'dan bize böyle geldi. 1991'e bilmem kaç sayılı yazıya göre siz artık Yuca'sınız. Tüm aile değiştirmiş yeni soyadını almış. Bir sen kalmışsın. Getir senin ailenin nüfus cüzdanlarını da değiştirelim dedi.

Olur mu öyle şey? Madem soyadımız hep Yuca idi. O zaman bize niye Yüce şeklinde nüfus cüzdanları verdiniz şimdiye kadar? Bu yanlışı düzeltin. Değilse mahkemeye giderim dedim. Gidersen git. Mahkemeyi kaybedersiniz. Boşu boşuna masraf etmiş olursunuz. Bahçıvan ailesinin soyadı da Bağcıvan şekline dönüşünce bizi mahkemeye verdiler. Mahkeme onlara siz Bağcıvan'sınız. Yanlışlık yok dedi ve mahkemeyi kaybettiler. Mahkemenin size diyeceği de o dedi. Ben vereyim de mahkeme reddetsin dedim.

Tatil dönüşü Adıyaman Kahta’ya geldim. Bir dilekçe yazdım. Dilekçede “Soyadı kanunundan beri kullanmakta olduğum Yüce soyadının nüfus kütüğünde Yuca şekilde dönüştüğünü, bugüne kadar diplomam ne varsa hepsinde Yüce soyadı taşıdığımı, herkesin beni bu soyadla tanıdığını, yeni soyadım olan Yuca’nın telaffuzunun zor ve anlamının olmadığını, yeniden Yüce soyadını almak istediğimi yazdım. Ekine de mevcut nüfus cüzdanlarının, babama ait tapuların, lise ve fakülte diploma vs. fotokopilerini ekledim. Dilekçeyi mahkemenin formatına dönüştürmek için bir avukattan destek aldım. Avukat, ilk celsede şahit istemezler. Daha sonra götür dedi.

Harç parasını yatırarak mahkemeye müracaat ettim.

Mahkemeden önce okula iki polis gelmiş. Beni aramışlar. Okul müdürü polisle ne işin var, seni karakola çağırdılar dedi. 

Karakola gittim. İlgili polisle görüştüm. Soyadı değişikliği dilekçemle ilgiliymiş. Soyadı niçin değiştirmek istediğimi, bir husumet yüzünden mi yoksa bir miras meselesi mi var diye ahiret soruları gibi sorular sordu. Verdiğim cevapları tutanağa yazdı polis. Verdiğim ifade imiş. Çıktıyı okuyup imzamı attım. Polise, daha mahkemeye hakim karşısına çıkmadan beni karakolda bu kadar tuttunuz, bin bir türlü sorular sordunuz. Mahkemede benim halim nice olur dedim. Bu işler böyle dedi polis.

Mahkeme günü gelmeden önce ben Yüce’yim anlamında başka belgeler de temin ettim.

Bununla da yetinmedim.

Yolda, çarşıda, pazarda bir başıma giderken niçin Yüce soyadını yeniden almama dair kendi kendime konuşuyorum.

Konuşmama sayın hakimim diye başlıyorum. Dilekçede yer vermediğim gerekçelerle savunma yapıyorum ya da ifade veriyorum. (Devam edecek) 

Alaeddin Tepesi

Celalettin Rumi türbesi yönünden Alaeddin Tepesi bir farklı görünürdü. Şehitlik Anıtının önündeki su şelaleden dökülür gibi akardı. Hem su sesi hem de görüntüsü görülmeye değerdi.

Cep telefonlarının ve selfienin olmadığı dönemlerde, buralarda fotoğrafçılar olurdu. Bir hatıra bırakmak isteyenler bu suyun kenarına durmak suretiyle su görüntüsü ile birlikte poz verirlerdi.

Konya merkezde yaşamayanların veya Konya dışından gelenlerin uğrak yeri idi bu tepe ve suyun kenarında hatıra bırakmak.

Buluşma yeriydi aynı zamanda bu tepe.

Gelenler Alaeddin Keykubat Camisini de ziyaret ederdi.

Tepenin hem doğu hem de batı cephesinin eteklerinde umum tuvalet vardı. WC'ler ücretli idi. Doğu cephesinde ki WC'nin girişinde, büyük ve küçük için ayrı ücret tarifesi vardı. Büyük şu kadar, küçük bu kadar yazılıydı.

Alaeddin Tepesine çıkıp yeşillikler arasında banklarda oturanlar hoşça vakit geçirirdi. Çimlere basmak yasaktır yazılıydı o zamanlar. Sanırım şimdilerde bu uyarı yok. Bu uyarıya rağmen çimlere basan ve çimler üzerine oturan olursa görevliler tarafından uyarılırdı.

Nişanlıların, yeni nişanlananların, evlenenlerin ve sevgililerin buluşma yeriydi burası. Hele yeni evlenenler Alaeddin Tepesindeki belediyeye ait salonda nikahlarını kıydırdıktan sonra bu tepeyi ve Meram Bağlarını mutlaka gezerdi.

Oruç tutmayıp da çarşı, pazarda bir şey yiyip içemeyenlerin de kaçamak noktası idi burası.

Doğu, güney ve tam tepesinde çay bahçesi vardı. Çarşı ve pazarda yiyip içmeye göre buralar biraz tuzlu idi. Yaz dönemleri açık olurdu. Parası olan buralara oturur, bir şeyler içerdi. Parası olmayanlar ise banklara oturarak yeşil doğanın atmosferinden faydalanarak hoşça vakit geçirirdi.

Genelde gençlere hitap eden ya da gençlere terk edilmiş bu tepe yine bakımlı olmaya bakımlı. Tepeye bol miktarda gül ekilmiş. Damlama sistemiyle sulama yapılıyor. Eskiden fıskiyeler vardı çimleri sulamak için. Ya kaldırıldı, başka tür bir sulama yapılıyor ya da fıskiyeler açık olmadığı bir zamanda geçtim.

İki gün öncesi öğle namazı için Zafer tarafından çıkıp tepedeki camiye gelmiştim.

Gençliğimde Konya’nın su deposu bu tepenin altında denirdi. Su deposu hala var mı bilmiyorum ama Caminin doğu girişinin soluna, tepenin içine gömülü bir WC yapmış Belediye. Önemli bir ihtiyacı gideren WC hem büyük hem de temiz ve bakımlı. Abdest almak isteyenler için burası şadırvan görevi de görüyor.

Karatay Medresesine bakan kuzey taraftaki saray kalıntısı restore edilmiş, aslına benzetilmeye çalışılmış ama aslından eser göremedim. Bildiğim kadarıyla tepenin kuzey tarafında kazı çalışması vardı. Bitti mi hala devam ediyor mu bilmiyorum. O tarafa geçmedim.

Yine küçüklük ve gençliğimde Celalettin Rumi ile Alaeddin arasında bir alt geçidin olduğu, mübarek zat ve yatırların bu alt geçidi kullanarak savaşlara katıldığı, Celalettin Rumi’den çıkan evliyanın çıkış noktasının Alaeddin Tepesi olduğu yani bugünkü WC yapılan yerin önünden çıktığı söylenirdi. Bugün buna inanan var mı bilmiyorum ama on, on beş yıl önce hediyelik eşya satan bir esnaf dükkanında bu konu gündeme geldiğinde, buna hala inanan bir ilahiyat son sınıf öğrencisinin olduğunu bizzat görmüştüm. Siz inanmazsanız inanmayın. Var böyle bir şey. Sizin itikadınız bozuk şeklinde tepki göstermişti bize.

Yazıya başlarken niyetim Alaeddin Tepesini anlatmak değildi. Sadece Valilik tarafından tepeye çıkanların, sağlı sollu merdivenlerin ortasında bulunan suyun olmadığına, suyun devridaim
yapmadığına, su sesinin kalmadığına, terk edilmiş bir görüntü verdiğine dikkat çekmekti. Su akmadığı gibi kuşların tüneme yeri olmuş. Bir zamanlar şırıl şırıl akan mekan kuş pislikleriyle dolu. Belli ki kuşlar su içmeye gelmişler ama su yok. Bir zamanlar görmeye doyumun olmadığı ve hatıra fotoğraflarının çekinildiği bu yerin susuzluğu, bakımsızlığı ve pis görüntüsü arızi bir durum mu yoksa süreklilik arz edecek şekilde son hali bu mu? Eğer son hali bu ise hiç yakışmadığını buradan söyleyeyim.

Şehitliğin sağında bulunan, son senelerde selfservis hizmeti veren çay bahçesini de bu yaz sezonunda kapalı gördüm. Ne büfe açık ne de oturacak sandalye ve masa var. Tepedeki bu çay bahçesi bu sezonda da kapalı ise ne zaman açık olacak? Müşterisi olmadığından mıdır, birileri doyuma ulaştığında mıdır bilmiyorum. Yalnız gelip geçen, nefeslenmek için oturup çayını yudumlasa, tepeden aşağıyı temaşa etse fena olmaz.

Belediye yetkililerine duyurulur.

20 Ağustos 2024 Salı

Kapaniler, Karaimler ve Mikail Bayram

Mikail Bayram'ın aramızdan ayrılmasının ardından, Sabah gazetesindeki köşesinde Salih Tuna, 06.08.2024 tarihinde "Hoca aramızdan ayrıldı" başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Sayın Tuna yazısında tarihimize dair Mikail Bayram'a atfen ezber bozan açıklamalara yer verdi. Yazı pek gündem oluşturmadı. Sayın Tuna'nın bu yazısı ilginçti halbuki.

Salih Tuna'nın değindiği bu hususlarda, Mikail Bayram Hoca'nın özel sohbetlerinde devlette etkin gruplardan bahsettiğini işitmiştim. İddialar ne derece doğru bilmiyorum ama Salih Tuna vasıtasıyla devlette etkin grupların kimler olduğunu bu vesileyle öğrenmiş olduk.

Buna göre; 

Türkiye Cumhuriyetini Karaim ve Kapani Yahudileri kurmuş. Birlikte kurmuş olmalarına rağmen Kapaniler devleti ele geçirmiş. 

Karaimler, devletten haklarına düşen payı almak için 1946 yılında harekete geçmişler. 1950 seçimleriyle birlikte yönetime gelmişler. 

İsimlerini çokça duyduğumuz Refik Koraltan, Fatin Rüştü, Celal Bayar, Fuat Köprülü, Adnan Menderes gibi etkin ve yetkin kişilerin Karaim Yahudilerinden olduğunu söylüyor.

Kapaniler, Karaimlere 1960 yılına kadar sabretmişler. 1960 darbesiyle Karaimleri alaşağı ederek cezalandırmışlar. 

Salih Tuna buraya kadar Mikail Bayram'dan nakil yaptıktan sonra arkasını getirmiyor. Ya Mikail Hoca burada kesti ya da Salih Tuna bundan sonrasına yazısında yer vermedi. Sadece bu iki Yahudi toplumunun Sabetayist (dönme) olduklarını ifade ediyor Salih Tuna. 

Böyle midir, değil midir bilmiyorum. Mikail Hoca vefat ettiğine göre bu iddiayı doğrulatma imkanımız yok. Ayrıca bu iddiayı nereye dayandırıyor, bunu sorma imkanımız da yok. Adı üzerinde iddia.

Gerçi yüz yüze görüştüğümde kendisine bu iddiasını sormuştum. Soruma kısaca, “Karaimler buraya uzak” demişti. Hocam daha önce şöyle iddiaların vardı demedim. Çünkü sorduğum zaman beyin kanaması geçirmiş, başını zor dayıyordu. Yanımıza gelmek için önünde engelli değneği ile gelmişti. Hoca ile bizi görüştüren kişinin beyin kanamasından dolayı Hoca’nın kendisini toparlayamadığını, git-gel yaşadığını, zaman zaman hafızasının normale döndüğünü, o zaman konuşturduklarını söylemişti.

Şu var ki Mikail Bayram bir akademisyenden ziyade bilim adamı idi. Akademisyen bilim adamından kaynak gösterir. Bilim adamı ise kaynak gösterilir. Ahi Evran’ın Nasrettin Tusi olduğunu ilk söyleyen ve tespit eden de kendisi idi. Karaim ve Kapani Yahudileri hakkında söyledikleri de yabana atılacak bir iddia değil ise de yine de araştırılmaya değer. Yeter ki tabular yıkılsın, konuşulmayanlar rahatça konuşulabilsin.

Kısaca Hoca’nın iddiaları doğrudur, yanlıştır demiyorum. Çünkü bilmiyorum. Bunu araştırmak da tarihçilerin görevidir. Mikail Bayram da önemsenmeyecek bir tarihçi değildir. Böyle bir tespitte bulunmuştur ya da tez ortaya atmıştır.

Tekrar Karaim ve Kapani Yahudilerinin yönetimde etkin oldukları hususuna gelirsek biraz beyin jimnastiği yapalım.

Türkiye Cumhuriyeti devam ettiğine göre bu kurucu unsurlardan ya biri ya ikisi birlikte ya da bir o, bir diğeri, kuruluşundan bu yana yönetimde etkinler ya da bir müddet sonra yönetimi millete bıraktılar. 

1960 ihtilaliyle Kapaniler yeniden yönetime geldiklerine göre bunların yönetimi, öyle zannediyorum, 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar sürmüş olmalı. 

80 darbesiyle birlikte yönetime yeniden Karaimler hakim olmuş olabilir (ya da Cumhuriyetin kuruluşunda birlikte hareket ettikleri gibi 80'den bu yana yönetime yeniden ortak olmuş olabilirler). 

Darbeden darbeye bir Kapani bir Karaim hakimiyeti söz konusu oldu ise bu ülkede askeri darbelerin de ne amaçla yapıldığı üzerine konuşulmaya değer.

Burada şu soru akla gelir: 80 darbesinden bugüne, Karaimlerin hakimiyeti devam mı ediyor? 28 Şubat post modern darbesiyle yönetimlerini pekiştirmiş olabilirler mi ya da Kapanilere mi geçti? 15 Temmuz darbe teşebbüsünü nereye koyacağız? Bu darbe teşebbüsü de Kapani-Karaim çatışmasının bir sonucu olabilir mi? Mesela şöyle bir iddia da kapalı kapılar ardında dillendiriliyor: 60 ihtilali İngilizlerin darbesi, 80 ihtilali ABD’nin İngilizlerden aldığı intikam, 15 Temmuz da İngilizlerin ABD’lilerden aldığı rövanş deniyor.

Tüm bunlardan, eğer bu ülkeyi başkaları kurmuş ise bir ülkeyi kuranın bir müddet sonra bize eyvallah, alın ne haliniz varsa görün demeyeceği, yönetime şu ya da bu şekilde devam ettiği düşünülebilir. Darbelerin de onların kendi aralarındaki anlaşmazlıktan kaynaklandığı ve güç devşirmeye kalkıştıkları akla gelir.

Hasılı bu iddialar doğru ise bu durumda bu milletin öz evladı yönetimin neresinde? Temenni ederim ki bu ülkeyi baştan beri bu ülkenin asli unsurları yönetmiş ve yönetiyor olsun.

Yazım uzadı biliyorum ama Kapani ve Karaim iktidarını iddialardan hareketle şöyle yorumlayabiliriz:

1923-1938 arası Kapani-Karaim iktidarı,

1938-1950 arası Kapanilerin,

1950-1960 arası Karaimlerin,

1960-1980 arası Kapanilerin,

1980-2016 arası Karaimlerin,

2016-... Kapanilerin iktidarı gibi

Sanki Kapaniler laik ve seküler, Karaimler ise milliyetçi-muhafazakar gibi.

Kısaca Kapaniler sol ile iktidara geliyor, Karaimler ise milliyetçi, muhafazakar ile.

Not: 1. Yazı Salih Tuna’nın ilgili yazısından esinlenerek kaleme alınmıştır. İddianın gerçekliği ve yanlışlığı konusunda nötr durumdayım. Yaptığım iddiayı yorumlamaktan ibarettir. 

2. Salih Tuna'nın ilgili yazısının linki: Hoca aramızdan ayrıldı https://www.sabah.com.tr/yazarlar/salih-tuna/2024/08/06/hoca-aramizdan-ayrildi 



19 Ağustos 2024 Pazartesi

Hafızayı Beşer

Vefatı dolayısıyla "D. Mehmet Doğan" başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Yazıda "Mehmet Doğan'ın konuşmacı olarak Devran Ajans'ın sahibi Sayın Kemal Özer tarafından Konya'ya davet edildiğini fakat rahmetlinin gelmediğini, gelmeme sebebini bilemediğimi, bildiğim bir şey varsa organize eden ajans sahibinin zor durumda kaldığını" ifade etmeye çalışmıştım.

Yazı, Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlandığı gün yazıda adı geçen Sayın Kemal Özer yazıdan bir şekilde haberdar olmuş, görüşelim inşallah mesajı göndermiş.

Aynı okuldan mezun olmuştuk Kemal Bey'le. Bizden alt sınıflarda idi. Ben liseyi bitirip fakülteye gittiğimde o ise Devran Ajans'ı kurmuştu 1990'lı yıllara doğru.

Mezun olduktan sonra ben öğretmenliğe gittim. O ise basın ve medya sektörü başta olmak üzere birçok alanda girişimciliğini gösterdiğini biliyordum. Gıda üzerine yaptığı konuşmalarla televizyonlarda gördüm. Yazılar yazdı, kitaplar çıkardı. Tüm bunları basından izledim. Ayrıca yüz yüze görüşmedik.

Müsait olduğum bir zamanda Kemal Bey'i verdiği numaradan aradım. İstanbul'da Yenişafak grubunda çalıştığını öğrendim.

Mehmet Doğan ile ilgili yazıda bir sıkıntı olup olmadığını sordum. Durum aynen sizin yazdığınız gibi dedi. Niçin gelmemiş Mehmet Doğan dedim. Başladı anlatmaya. 

Konuşma yapacağı gün, saat ve yer konusunda Mehmet Abi ile görüşme yaptım. Mutabık kaldık. Gerekli izinleri aldım. Otobüs biletini aldım. Kargo ile gönderdim.

Kalacağı yeri ayarladım. Konferansın yapılacağı salonu kiraladım.

Konferansın yapılacağı gün kendisini tekrar aradım. O yıllarda cep telefonu yok. Telefona eşi çıktı. Mehmet Bey evden çıktı gitti. Ama nereye gittiğini bilmiyorum dedi. 

Bizim konferansa da gelmediğine göre nereye gitmişti.

Emniyete giderek şu isimle kayıtlı birinin otellerde kalıp kalmadığını soruşturduk. Yanlış hatırlamıyorsam, Ege taraflarında bir ilin otelinde olduğunu tespit etmiştik. Resepsiyona çağırttık. Kendimi tanıttım. Mehmet Abi niye gelmedin konferansa dedim. Nereye, ne konferansı dedi. Hatırlatınca, doğru, otobüs biletleriniz de cebimde. Ama ben unutmuşum o konferansı dedi. 

Sanırım morali çok bozukmuş, evden öylesine nereye gittiğini bilmeden kafa dağıtmak üzere çıkmış, şehri terk etmiş dedi. 

Yıllar sonrasında bir Kudüs gezisinde Hayfa'da beraberdik. Sanırım Ramazan ayıydı. Kendisine Mehmet Abi, bana yemek borcun var dedim. Niye dedi. Bundan 30-40 yıl önce konferansımıza gelmemiştin deyip geçmişteki o konferansı hatırlattım. Bir yemek ne olur, Ramazan boyunca yemeğin benden olsun dedi. 

Başka konulara da girdik telefonda Kemal Bey ile. Ardından nasipse yüz yüze görüşmek üzere telefonu sonlandırdık.

Buradan Rahmetli Mehmet Doğan Bey’in unutmasına gelmek istiyorum. Böylesi bir konferans unutulur muydu? İşin içinde bir organizasyon var, dinleyiciler var. Normal şartlarda unutulmaması gereken bir konu.  Mehmet Bey örneğinde olduğu gibi bir şey ne kadar önemli olursa olsun, demek ki unutabiliyormuş insan. Ne de olsa insanoğlu için “Unutkanlık insanlık halidir” anlamında, “Hafızayı beşer nisyan ile maluldür” denir.

Normal şartlarda gördüğü, bildiği, işittiği şeyler hafızaya kaydedilir. Unutulmazmış. Yani hafıza unutmuyor. Unutan insanın kendisi oluyor. Zaten hatırlatılınca, hatırlaması da bundandır. Bir anlık stres ve gerginlik bir anlık dalgınlık ve dünya meşgalesi insana çok önemli şeyleri de unutturabiliyor.

Unutma da kasıt olmayınca kızamıyorsun da. Ne de olsa insanlık hali. Keşke tüm sıkıntılarımız unutmak olsa. Çünkü bir masumluğu var.

Unutmak kasıt olmayan bir insanlık hali olsa kendimizi ve özellikle başkasını mağdur edecek Unutkanlıklara karşı dikkatli ve duyarlı olmakta fayda vardır. Bunun yolu da not almaktır.

Unutacaksak da gereksiz bilgileri, alınganlık ve dargınlıkları, kin ve intikam beslemeyi, bizi olumsuz etkileyen olayları unutalım. Hatta bunları kuma yazalım. Biri çiğneyince kaybolup gitsin. Değilse hayatı hem kendimize hem de karşımızdakilere zindan ederiz.

Bu vesileyle Mehmet Doğan’a yeniden rahmet diliyor, Sayın Kemal Özer Bey’in de kulakları çınlasın.

İşsizler Ordusunun Yeni Üyeleri *

2024 TYT’ye, 3 milyon 120 bin 870 aday başvurmuş. Her 10 öğrenciden (301.508) biri sınava girmemiş.

AYT’ye, 2 milyon 19 bin 699 aday başvurmuş. Her 8 öğrenciden (243 bin 203) biri sınava girmemiş.

Yerleştirme istatistiklerine gelince, 987 bin 388 aday lisans ve ön lisans programlarına yerleşmiş. 23 bin 738 kontenjan ise boş kalmış.

Rakamlara boğmayayım. 3 milyon adayın içinden yaklaşık 1 milyonu üniversiteli olmuş.

Çocuğum üniversiteli oldu diye aileler seviniyor. Liseler, mezun ettiği öğrencilerle ilgili kazandığı bölümlerden dolayı başarı paylaşımları yapıyor.

Sevinmek, gurur duymak haklarıdır.

Yalnız lisans veya ön lisans bölümlerinden hangi bölüme yerleşen öğrenciden kaçı, yerleştiği bölümden memnun?

Kaçı okuduğu bölümü bitirdiği zaman bitirdiği bölümle ilgili bir iş bulabilecek? Bunu bilmiyoruz.

Yalnız pek azı hariç yerleştiği bölümü isteyerek yazdığını ve isteyerek okuyacağını düşünmüyorum. Çünkü mezun olduktan sonra istihdam durumu söz konusu.

Ne alaka demeyelim? Bizde istihdam için okunur. Hepimiz biliyoruz ki bugün için tıp fakülteleri hariç hiçbir bölümün iş garantisi yok. Çünkü her bölüm o kadar mezun verdi ki bölümler doyuma ulaştı. Bunu mezun olduktan sonra atanmak için girilen KPSS sınavlarına müracaat eden aday sayısının çokluğundan anlayabiliriz.

Kimsenin moralini bozmak istemiyorum ama sadece bu yıl üniversiteli yaptığımız bir milyona yakın öğrenci, mezun olduktan sonra pek azı, bölümüyle ilgili iş bulacak, çoğunluğu da bölüm dışı alanlarda iş bulma yoluna gidecek, çoğu da o iş, bu iş, iş arayıp duracak. Belki de yıllar yılı KPSS’ye girmeye devam edecek.

24-25 yaşına kadar okuyup bu yaştan sonra iş arayışına girmek ve iş bulamamak, öyle zannediyorum, bölümünden dolayı istihdam sorunu yaşayan her gencin korkulu rüyası. Çünkü çoğu mezun, vara okumasaydım pişmanlığı duymaya namzet.

Anlatmak istediğim, üniversiteli yaptığımız öğrencilerin kahir ekseriyeti, mezun olduktan sonra işsizler ordusuna katılacak. Yani okumuş işsizler ordusu eğitimi veriyoruz üniversitelerimiz eliyle.

Burada şu bölüm iyi, bu bölüm kötü demek istemiyorum. Zira her bölüm değerlidir. Yalnız şu var ki istihdam sorunu yaşayan bölümler öğrenci ve vatandaş nezdinde iyi değil, istihdam sorunu olmayan bölümler iyidir.

Hasılı anne babalar, çocuğum, şurayı kazandı diye sevinsin. Çocuklarımız bu bölümü kazandı diye mutluluktan uçsun. Okullarımız şu kadar öğrencimiz şu şu bölümlere girdi diye gururlansın. Biz başarılı bir okulu desin. Üniversitelerimiz tüm bölümlerimiz tercih edildi diye mutlu olsun. Herkesin buna hakkı var.

Yalnız bu çocuklar okullarını bitirdikten sonra ne olacak? Bunu da düşünmeyi ihmal etmeyelim. Çünkü bu yönü düşünmek sadede gelmek ve rüyadan uyanmak demektir.

İşsizler ordusuna önerin nedir derseniz, önerim şudur: Her bölüme, ihtiyacın yüzde yirmi fazlası öğrenci alınır. Ölen olur, kalan olur, okulu bırakan olur. Bölümü tercih eden öğrenci, mezun olduğu zaman iş bulma yüzdesini bilsin. Ona göre yarışsın. Yani bir öğrenci tercih ettiği bölümden mezun olduğu zaman ülkenin o alanda kaç kişiye ihtiyacı olduğunu bilsin. Ona göre tercihini yapsın. Devlet ve üniversiteler, ben sadece mezun ederim, ötesine karışmam diyemez. Mutlaka bir istihdam politikamız olmalı. İnsan iş gücünü üniversite yolunda heba etmeye hakkımız yok. Bir bölümde iş arayan yüzbinlerce mezun varken o bölüme yeni öğrenci almak plansızlığın ta kendisidir. Okumuş işsizler ordusuna yenisini katmak demektir.

*21.08.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.