22 Temmuz 2023 Cumartesi

Sen misin Ayağımı Yerden Kessin Diyen? (1)

Fakültede öğrenci iken evlenmiştim. Okulu üç çocuğumla bitirdim. Dört ay vekaleten görev yaptıktan sonra görev yapmak üzere diyar diyar dolaştım.

Uzun süre yerleşik hayatım olmadığı için adeta göçebe gibiydim. Kışları görev yerimde yazları "Gel, ne olursan ol, yine gel" denen memlekette geçirdim.

Arabam olmadığı için gidip döneceğim yerlere hep otobüslerle gittim. Enflasyonu bol bir dönem olan 90'lı yıllarda otobüs fiyatları da şimdiki gibi katmerli idi. Çocuklar küçükken onlara bilet almazdım. Beş kişi iki koltukta idik. İkisi kucağımızda, biri ortamızda. Uyuyanı koltuğun altına yatırırdık. Uzun yolculukları bu şekil sıkış mıkış geçirirdik. Bununla kalsa iyi. Bir de garaja giderken, garaja indikten sonra eve gitmek için elimizde valizler, dolmuşlara binerdik. Zaman zaman da arabası olan eş dost bizi garajlara kadar götürür, garajdan alırdı. 

Arabasızlık zordu vesselam. Hem rahat yolculuk yapmak için hem de eşe dosta yük olmamak için eski meski, modelli modeli, ayağımı yerden kesecek bir arabam olmalıydı. Ama nasıl olsun. Enflasyonlu hayatta ev kira, göçebe olduğumuz için gel git yol parası, mutfak masrafı, çoluk çocuğun giyim kuşamı kıtı kıtına yetiyordu. Çoğu zaman yetmiyor, bazı alacaklarımızı ötelerdik.

Evlenirken de Konya usulü 12 yastık bir Demirci halısı ile gurbete gidince evin ihtiyaçları da eksik olmuyordu. Bir beyaz eşya alınca taksitleri bitmeden diğerine geçemezdim. Şimdiki düğünler gibi bir ev kurmak ve ev eşyası almak için kaç yıllar gerekiyordu. Evin bir eşyasını giderince mutluluğuma diyecek olmazdı. Hasılı zor günlerdi tıpkı şimdiki gibi.

Ayağımı yerden kesecek araba almak hayal olsa da belki bir gün lazım olur diye daha önce eşeğe binmeyen biri olarak kırkından sonra B sınıfı bir ehliyet de aldım. Kim bilir belki de hiç kullanmayacaktım.

Hoş, bir araba alabilsem de çoluk çocuk yolculuk esnasında rahat etsem, istediğim yerde mola versem, gideceğim yere geze geze gitsem, her şeyden öte valiz taşımaktan kurtulsam, indi bindi ile uğraşmasam, pikniklere, eş dost ziyaretlerine gitsem, hastalık esnasında binip hastanenin yolunu tutsam, hiçbirini yapmasam da acil durumlar için evimin önüne bir dört teker olmalı dediğim zaman “Araba rahatlık ama masraflı. Bir mutfak masrafı kadar da arabaya masraf gerek. Araba dediğin yakıtı doldur binden ibaret değil. Bunun bakımı var, lastikleri var, vergisi algısı bitmez. Araba almak yerine gideceğin yere taksi çağır, ondan karlı olur” dense de kulak asmadım. Bir arabam olmalıydı ama nasıl?

Ne kadar zor olsa da kötü günler için üç beş kuruş ayırdığım olmuş olmalı ki artırdığıma zamanın meşhur yabancı parası doçe mark aldım. Damlaya damlaya göl kadar olmasa da biraz param olmuştu. Bir arkadaşa söyledim bana bir araba bul diye. Ne kadar paran var dedi. 2 milyon deklerim dedim. Bu paraya ancak 131 Şahin alırız iyisinden dedi. Aradı buldu, gidip arabayı alıp geldik. Yanlış hatırlamıyorsam, 88 model Şahine o gün verdiğim 2 milyon, 6660 marka tekabül ediyordu. Yıl da 1999-2000 yılı olsa gerek.

Zamanın hükümeti benim araba almamı bekliyor olmalı ki gazlı arabalardan 3 katı (4 katı da olabilir) MTV aldı. İptal edileceğini bile bile uysal vatandaşlık gereği yatırdım. Üzerine yatırmayanlar nezdinde keriz oldum.

Ardından 2001 krizi geldi. Mark fırladı. TL’miz adet olduğu üzere bir kez daha pul oldu. Lastikler paflaştığı için dört lastiği yeniledim. Yeni lastikleri doğru dürüst kullanmadan 2005 yılında ilk göz ağrım olan bu arabayı satmak zorunda kaldım. Aldığım fiyatın iki katına yani dört milyona sattım ama bu paranın 6660 mark etmeyeceğini hepimiz biliriz. Üç bin mark bile yapmazdı. (Devam Edecek) 

20 Temmuz 2023 Perşembe

Baldan Tatlı Sirkenin Şimşek Hızıyla Alınması

Yıl 2005-2006 öğretim yılı. İngilizce öğretmenim yanıma geldi. "Hocam MEB’in bastırdığı ders kitabı iyi değil. Yayınevi, 130 lira olan bu kitabı bizim okula özel; tüm öğrenciler aldığı takdirde 90 liraya verecek. Ne dersin, aldıralım mı?" dedi. Hocam illa bu kitap olacaksa bak elinde bir kitap var. Öğrencilere fotokopi yap, ver dedimse de kitabın dışarıdan geldiğini, fotokopi ile çoğaltmanın yasak olduğunu söyledi. Hangi kitapçılarda satıldığını sordum. "Hocam tek kitapçıda satılıyor, falan yayınevi dedi. Ben bir görüşeyim dedim ayrıldım.

Çocuğum da 9. sınıf öğrencisi. Ondan da aynı kitabı istemiş öğretmeni. Bir öğretmen kendi çocuğu için aynı kitapçıdan  60 liraya almış aynı kitabı.  Girdim kitapçıya. Fiyatına 125 lira dedi. Ardımdan giren birisine 130 TL dendi. Kitapçı az tenhalaşınca bir arkadaş 60'a almış sizden. Bana da bu fiyata verin dedim. "Olmaz" dediler. Az sonra hangi okulda çalıştığımı sordular. ... Anadolu Lisesinde dedim. "O okuldaki göreviniz nedir" dedi. Müdürüyüm deyince "Hocam niye söylemiyorsun müdür olduğunu. Al kitabı senden para isteyen mi var" dedi. Parasız olmaz. Bana bir fiyat söyleyin. ... falan öğretmenin çocuğu için aldığı 60 TL'den bana da verin dedim. "Hocam anlatamadık galiba. Sizden para istemeyiz." dedi. Para konusunda ısrar edince "At hocam şuraya, ne verirsen ver." dedi. Bana miktar söyler misiniz dedim. "Biz senden para istemiyoruz ama vereceksen 50 TL ver" dediler. Ardından da haftaya da Almanca kitabı gelecek. Sizin gelmenize gerek yok. Çocuğunuz adınızı söylesin, parasız verelim" dediler. Çıkarken siz bu kitapları bize bedelsiz veriyorsunuz. Siz nereden kazanacaksınız dedim. "Hocam sizin öğrencilere de vereceğiz biz oradan kazanırız. Merak etme" cevabını aldım. Vedalaşıp ayrıldım.

Okulumun öğretmenine geldim. "Hocam yayınevinin pazarladığı kitabı almıyoruz. Al sana fotokopi makinesi. Çekebildiğin kadar çek. Cezası varsa ben çekerim ceremesini" dedim. Sağ olsun öğretmenimiz de anlayışla karşıladı. Meseleyi bu şekilde kapattık.

Kapattık da. Kapattık demekle bitmiyor. Daha Almanca kitabı da lazım. Çocuğuma Almanca kitabı alacağım. Bedava verecek olan yayınevine gitmeyip piyasada da başka satan olmayınca ikinci eli bulabilir miyim diye Rampalı Çarşı'ya gittim. Bir kitapçıdan ikinci elini, her yeri karalanmış bir şekilde bir adet buldum. Fiyatını sordum. 30 lira dedi. Emin misin dedim. "Elbette eminim" dedi. Kitabın yenisinin fiyatını biliyor musun dedim. "Hayır" dedi. Yenisi 20 TL deyince "Öyle mi? O zaman sen 10 TL ver dedi. Parayı verip çıktım.

Başımdan geçen bu anekdotu devletin ders kitaplarını ücretsiz vermesine, ücretsiz verilen şeylerin ise kıymetinin bilinmediğine işaret çekmek için 21.03.2016 tarihinde yazıp bloğumda paylaşmıştım. O zamandan bu zamana ders kitapları ücretsiz verilmeye devam ediyor. O günün Bakanının, bu kitapları iade karşılığında vereceğiz açıklaması da havada kaldı. Devlet her yıl yeni basıp ücretsiz vermeye devam ediyor.

Bu anekdotumu sıkıntı, problem ve krizin de ötesinde ekonomimizin bir buhran hali yaşadığı günümüze getirmek istiyorum. Malumunuz ekonomi çok kötü ve döndürülemez olmasına, üzerine bir de büyük deprem yaşamamıza rağmen seçimden önce vatandaş ne istedi ise adeta verildi. Veren verdi, isteyen istedi. Kimse bunu nereden vereceksin demedi. Alan da veren de bunun getirisinin yanında yıkıcı götürüsünün olacağını bilmesine rağmen ülkemizde bir seçim ekonomisi yaşandı. Yaşadığımız bu sürecin, karakışı ötelenmiş geçici ve sahte bir bahar olduğunu temmuz ayıyla birlikte görmeye başladık. Şimdi ahu figan ediyoruz. Çünkü üzerimize büyük bir yük bindi. Üzerimize bu yükü boca etmek için sorumlular biz bunun acısını aheste aheste alırız demedi. Seçimin üzerinden bir ay geçer geçmez ek vergiler, vergi artırımı, zamlar, ÖTV’ler, ek MTV şimşek hızıyla yağmaya başladı.

Tüm bunların olacağı seçim ekonomisi uygulanırken belliydi. Maalesef karşılığı olmadan vermenin, önü ve arkası düşünülmeden, iyi bir hesap kitap yapmadan seçim kazanma uğruna yağdırmanın er veya geç acı sonuçları olacaktır ve biz bu acı sonun daha başındayız. Öyle zannediyorum, bu acının büyüğü mahalli seçimlerin ardından gelecektir. Olan oldu da olan orta ve dar gelirliye olacaktır.

Anekdotumla bağlantı kurarsak, her şeyin bir bedeli vardır. Ben çocuğuma o İngilizce kitabını bedava alsaydım, ceremesini ben çekmeyecektim ama okulumun tüm 9.sınıf öğrencileri çekecekti. Firma ne derse, tamam diyecektim. Pekala benden çıkmayacak der, bu kitabı bedava alabilirdim. Üstelik beleşi, bedavaya çok severim. Çünkü benim için bir şeyi bedava elde etmek, sonunu düşünmeden tıpkı bedava sirke, baldan tatlıdır sözü gibidir.

Hasılı, yaşadığımız tufan seçim öncesi bedavadan içtiğimiz sirkelerdir.

TDK Türkçeyle Oynuyor

NTV'de yer alan habere göre TDK 12. baskıyla birlikte pek çok sözcüğün yazımını değiştirdi. İşte o sözcüklerin bazılarının yeni halleri:

              Eski   /Yeni

Doğubeyazıt / Doğubayazıt 

Horon vurmak / Horon tepmek

Çiğ börek  / çi börek 

Yeşilzeytin  / yeşil zeytin

Unvan / Ünvan 

Marmara Ereğlisi / Marmaraereğlisi

Sultan efendi / Sultanefendi

Yakan top / yakantop

Kümeden düşmek / küme düşmek 

Pilili / Pileli 

Kayyum / kayyım

Yeşilsoğan / Yeşil soğan

Yeşilbiber / yeşil biber 

Hasıraltı / hasır altı 

Akça armudu / akçaarmut

Boy bos  / boy pos

Bazı sözcükleri özellikle birleşik kelimelerdeki bu güncelleme haberini okuyunca pes, Türkçeyi koruma ve geliştirme görevi olan bu TDK ne yapmaya çalışıyor dedim. Gören de Türkçe yeni bir dil, TDK de bu dili yeni öğretmeye ve yerleştirmeye çalışıyor sanır. Tamam, yanlış kullanılan kelimeleri değiştirsin. Ama örneklerde görüldüğü üzere kah birleştirmiş kah ayırmış. Buna niye gerek duydu, anlaşılır gibi değil. Bu birleşik kelimeler ilk defa tedavüle sürülse, birden fazla kullanımı ortaya çıksa, bunlardan en yaygın kullanılanı TDK tercih etse, buna da tamam dersin.

Gördüğüm kadarıyla TDK bu dili kendisi yeni öğreniyor. TDK’nin durumu bu ise yazımını bugüne kadar yanlış yapan vatandaşa hiç sözümüz olmaz. Zira TDK böyle yaparsa, vatandaş neler yapmaz.

Güncellenen birleşik kelimelere göz atıyorum. Bu kelimelerin çoğunda TDK, gündelik hayatta vatandaşın kullanımının aksini yani kullanılmayanı tercih etmiş. Doğruyu bulmuş ama çok geç kalmış. Gerçekten halk horon tepmek derken TDK’nin horon vurmak demesinin ve bu dediğinin karşılığının olmaması garip değil mi? Çiğ börek kelimesindeki yumuşak g’yi kaldırması bir kuraldan ziyade halkın konuşma dilindeki kullanımına benziyor. Bu da ister istemez TDK halk ağzına mı kayıyor şeklinde düşünmemize zemin hazırlıyor. Hangi akla hizmetle yeşil zeytini, yeşil soğanı ve yeşil biberi bugüne kadar birleşik kabul etti de bugün hidayete erdi. Unvan ise bugüne kadar yazımı ve telaffuzu zor bir kelime iken halkın kullandığı ünvan şeklinde güncellenmesi de bir aşama ve olması gerekendir. Küme düşmek varken kümeden düşmek tercihi hangi aklın ürünüdür? Bu halkın kendini bildi bileli pileli dediği kelimeyi bugüne kadar pilili şeklinde kabul etmek akla ziyan. Aynı şekilde çocuğun bile boy pos dediğini bugüne kadar boy bos dayatması anlaşılır gibi değil. Ayrı yazılan Marmara Ereğlisi’ni Marmaraereğlisi şeklinde güncellemekle neyi murat ediyor?

TDK bu kafa ile giderse, bugün ayırdıklarını yarın bileştirmeyeceğinin, bugün birleştirdiklerini yarın ayırmayacağının bir garantisi yok. Öyle zannediyorum ki TDK Türkçemizi katlediyor. Kedinin fareyle oynadığı gibi Türkçemizle oynuyor. Bu durumda ne ihsanını isterim ne de gölgesini.

Hoş Geldiniz!

"Gelen kişiye söylenen selamlama sözü" olarak hoş geldiniz deriz. TDK bu sözü kısaca böyle ifade etse de bu söz evimize veya işimize gelen herkese söyleriz. Güzel ve olması gereken hoş bir sözdür. Zira ilgi, alaka, hoş karşılamanın ve iletişimin olmazsa olmazıdır. Tersi, bir hoş geldin bile demedi, Allah'ın yabanisi şeklinde serzenişe neden olabiliyor.

Kültürümüzde ayrı bir yeri vardır hoş geldiniz sözcüğünün. Alışverişe gittiğimiz esnaf hoş geldiniz, buyurun der. 

Ziyarete gittiğimiz ev sahibinin paspasın üzerinde hoş geldiniz yazar. 

Yapılan bir etkinlik için gelenlerin göreceği şekilde ".... Hoş geldiniz" afişleri bastırılır.

Her türlü okulun ve üniversitelerin girişinde yine hoş geldiniz yazar. 

Girişte hoş geldiniz yazmakla da kalınmaz, içeri geçince tekrar hoş geldiniz denir.

Gündelik hayatta sık sık kullandığımız ve asla vazgeçemediğimiz bu birleşik kelimenin önemini, nerelerde kullanıldığını anlatmak değil niyetim. Burada dikkat çekmek istediğim bu kelimenin yazılışına dair olacaktır. Birçok birleşik kelimenin yazılımda yaptığımız yanlış yazılımı maalesef hoş geldiniz kelimesinde de yapıyoruz. Bu kelime TDK'ye göre ayrı yazılması gerekirken hoşgeldiniz şeklinde birleşik yazılıyor. Bu yanlışı yapan vatandaş olsa, eğitim ve öğretimden uzak birileri yapsa gam yemeyeceğim. Yanlış yazanlar arasında bazı kreşler, anasınıfları, ilk-orta-lise, üniversiteler ve resmi kurumlar var. Esnaftaki yanlışı saymıyorum. Okullar bu yanlışa imza atıyor veya izin veriyorsa, özel sektöre ne diyeceksin.

Burada okul, kurum veya üniversite girişindeki “Hoşgeldiniz” yanlış yazımını oradaki eğitimciler bilmiyor anlamını kastettiğim anlaşılmasın. Çoğu yanlışlar bu işi ücret karşılığı yapan tabelacı vb. kişilerden kaynaklanıyor. Daha önce hazırladıkları aynı şablonu her yerde kullanıyorlar. Burada eğitim kurumunun yöneticisinin Türkçe ve edebiyat öğretmeninin bunu ilgili kişiye daha önceden hatırlatmasında fayda var. Uyarıya rağmen bu kelime bitişik yazılmış ise eğitim yöneticisine düşen bu yazıyı yeniletmesidir. Çünkü yanlış yazım eğitim kurumlarına yakışmaz. Herkes yapsa da okullar bu yanlışa geçit vermemelidir.

Yazdıklarımdan, bir kelime değil mi? Ha bitişik ha ayrı. Ne fark eder. Önemli olan nasıl yazıldığından ziyade ne demek istediğinin anlaşılmasıdır. Gereksiz hassasiyete gerek yok diyen çıkabilir. Böyle diyenlere tek kelimeyle dilimizi katletmeyelim derim. Bununla kalsa iyi. Unutmayalım ki merkezi sınavlarda doğru ve yanlış yazım sorusuna da yer veriliyor. Bir an için düşünün. Çocuğunuza girdiği bir sınavda aşağıdaki birleşik kelimelerden hangisinin yazımı yanlıştır sorusu soruldu. Seçeneklerden biri de hoş geldiniz olsun. Çocuğunuz sınavda bu kelimeyi yanlış işaretleyecek. Çünkü sınavda iken gözünün önüne, okulunun girişindeki hoşgeldiniz yazımı gelecek ve ilim öğrendiğim kurumun yanlışı olur mu diyecek ve seçeneği yanlış işaretleyecektir. Bu bir yanlış çocuğumuzun rakiplerinden geriye düşmesine neden olacaktır. O yüzden eğitim kurumlarında yanlış yazıma göz yumma gibi bir lüksümüzün olmadığını düşünüyorum.

Bu konuyu yazmaya kendimi kaptırmışım ki TDK’nin bazı sözcükleri güncelledi haberi dikkatimi çekti. Bazısına burada yer vermek isterim:

Çiğ börek  / çi börek 

Yeşilzeytin  / yeşil zeytin

Unvan / Ünvan 

Pilili / Pileli 

Kayyum / kayyım

Yeşilsoğan / Yeşil soğan

Yeşilbiber / yeşil biber 

Hasıraltı / hasır altı 

Akça armudu / akçaarmut

Boy bos  / boy pos

TDK’nin güncellemesine siz ne dersiniz bilmem ama bu güncellemeden benim anladığım, TDK’nin kafası vatandaşın kafasından da karışık. Bu güncellemeyi gören de Türkçe yeni bir dil, TDK de yeni bir kurum sanır. Bu güncellemeden anladım ki hoş geldiniz kelimesini bitişik yazanlara boşuna kızmışım. Bugün ayrı kabul ettiği hoş geldinizi TDK’nin yeni bir güncellemede bitişik kabul etmeyeceğinin bir garantisi yok.

18 Temmuz 2023 Salı

Ne Yidirip Ne İçirecen?

Tanıdığım bir esnafın yanına vardım bugün. Müşterisi vardı, beni görmedi. Kenara çekildim alaverenin bitmesini bekledim. Beklerken teşehhüt miktarı çalıştığım biri denk geldi. Siz buna tevafuk dersiniz. Hoşbeşten sonra çantalara baktığını söyledi. Şuradan al, müşterisi var, hesaplı verir dedim.

Biz, müşterinin çıkıp dükkanın boşalmasını beklerken biri daha peyda oldu yanıma. İn midir, cin midir bilmem. Bildiğim bir şey var, tanımadığım bu kişi benimle kırk yıllık arkadaş gibi konuşuyor. Belli ki kalu beladan tanışıyoruz. Terzi kapalı mı bugün dedi. Dikildiğim yere baktım. Terzi dükkanının önü imiş. Kepengi kapalı olduğuna göre kapalı dedim. Haydi ne yapıyoruz dedi. Şuraya gireceğim, ne yapacağız dedim. Kiralık ev arıyorum. Valiliğe gittim, şuraya gittim, buraya gittim, kiralık ev yok. Hiçbiri bulmadı. Numaramı vereyim. Bulunca beni ararsın dedi. Emrin olur demedim ama tam sırasıydı.

Görüntü ve şivesinden Suriyeli sandım. Kimsin, necisin demeden, depremzedeyim, Hatay'dan geldim. Otogar tarafında bir yurtta kalıyorum. Birkaç güne kadar çıkın dediler. Ev arıyoruz dedi. Bu civarlarda kiralık ev bulamazsın. Bulursan da yüksek gelir kira. Ardıçlı Toki taraflarına bakmalısın dedim. Orası uzak dedi. Ne iş yaptığını sordum. Çalışmıyorum dedi. Çalışmıyorsan, bu devirde kiralık evi nasıl tutacaksın dedim. Babam BAĞ-KUR’lu. Maaşı var dedi. Kiralardan haberi var mı bilmem. Bildiğim, BAĞ-KUR’lunun maaşı kiralık ev tutmaya yetmez.

Bu arada çantacı arkadaş önceki müşterisine satışını yapıp gönderince, göz göze geldik. Yanımıza geldi. Şu arkadaşa çanta ver dedim. Onlar çantaya bakarken, kırk yıllık arkadaşım ikizim gibi yanımdaydı yine. Fiyatı söylenen çantayı marketten 400 liraya aldım. Bir de Polo dedi. Sessiz kaldım. Az sonra haydi ne yedirip ne içirecen dedi. Anlamadım. Dükkanın sahibi değilim, burada da çalışmıyorum dedim ise de yani hiçbir şey yapmayacak mısın dedi. Şaşırıp kaldım. Üstüme iyilik sağlık. Aç mı, susuz mu bilemedim ki. Üstelik öğün vakti de değildi. Yardım isteyeni gördüm, bir saniye bakar mısın, yanlış anlamayın, dilenci değilim diyenle karşılaştım. PTT'de e devlet şifresi alırken şifre bedeli olarak istenen 3-5-6 (bedelini unuttum) TL için ama ben depremzedeyim diyeni gördüm ama bugüne kadar ne yidirip ne içirecen diyenle hiç karşılaşmadım. Ne eşimden ne dostumdan ne çocuğundan ne de dilenciden duydum. Demek ki göreceğim varmış. Daha şaşırtıcı olan bu samimiyet nereden. Daha adını anını bilmediğim kişinin bana numarasını vermek istediğine göre belli ki çok samimiyiz.

Konuşmasının başında çalışmıyorum demesini de yadırgadım. İş yok dese eh dersin. Ardıçlı'yı uzak diyor. Sanki çalışan biri de işe gidip gelecek. Babası da BAĞ-KUR’lu emeklisi olduğuna göre evde işe giden yok. Belli ki depremden beri yurtta kalmaya devam ediyorlar. Allah kimsenin düzenini bozmasın, evini-barkın yıkmasın ama aşı ve ibatesi sağlanan birinin olayı bu şekilde ajite edip başkasının sırtından geçinmeye çalışması garip. Bu arada Konya’yı avucunun içi gibi biliyor. 

Az sonra dükkana geçip esnafla biraz lafladık. Esnaf da tanıyormuş onu. Her gün burada. Uzaklaşıp gitmez. Bir kişiyi birkaç gün arayla görünce, sen her gün buradasın bile diyormuş. Derdi var mı bilmiyorum ama ne derdi biter ne isteği dedi. Her gün Aziziye’nin orada olduğuna göre Ardıçlı’yı uzak demesini geç de olsa anlamış oldum. Öyle ya her gün ta Ardıçlı’dan çarşıya nasıl gidip gelsin.

Sen misin Başöğretmen Olmak İsteyen!

Başöğretmenlik sınavına girebilmek için MEB tarafından hazırlanan eğitim programı seminerini oba.gov.tr adresine girerek yüklenen videoları dinlemek gerekiyor. 

Uzaktan sağlanan bu seminer 17 Temmuzda başladı, 19 Eylül günü sona erecek. MEB bu seminer videolarının istenen saatte dinlenmesi için iki aylık uzun bir süre vermiş. 

Süre uzun olsa da son günlere bırakmayalım diye seminerin ilk gününün akşamında verilen siteye şifre ile giriş yaptım. İzleyeceğimiz videolar için süre olarak 240 rakamını gördüm. Toplam 4 saatlik bir seminer için verilen bu iki aylık süre çok olmuş. 4 saat dediğin nedir ki bir oturuşta dinlerim hepsini dedim. 

Sayfayı aşağıya doğru indirdim. 12 modül var. Her modülün içinde ayrı ayrı yüklenmiş ve süreleri saniyelerine kadar belirtilmiş dersler gözüme çarptı. Meraklılar için yazayım:

1.modülde 18 ders, 2.modülde 14 ders, 3.modülde 19 ders, 4.modülde 16 ders, 5.modülde 15 ders, 6.modülde 14 ders, 7.modülde 15 ders, 8.modülde 13 ders, 9.modülde 11 ders, 10.modülde 23 ders, 11.modülde 11 ders, 12.modülde 12 ders var. 

Videoların hiçbiri bir ders saati olan 40 dakikayı bulmuyor. En kısası, yanlış görmedi isem, 12 dakika 4 saniye, en uzunu 35 dakika 33 saniye. (Değişik üniversitelerdeki akademisyenlerin sunum yaptığı bu seminerde benim anladığım, halen uzman olan öğretmenler başöğretmen olunca, ders işlerken 40 dakika planlama yapmalarına gerek kalmayacak. Konu ne zaman biterse süre o kadar.)

Bu süreleri görünce 12 modülde 181 ders, her ders videosunun içinde dakikası ve saniyesi yazıldığına göre bu kadar dakika ve saniyeyi toplarsak, kaç dört saat eder. Bu süre normal değil dedim. Eğitim hakkında kısmını açıp süreye baktığım zaman 240 dakika sandığım sürenin 240 saat olduğunu anladığımda şok geçirdiğimi söylememe gerek yok. 

Bu iki yüz kırk saati, verilen seminer süresine böldüğüm zaman bu sınava girecek bir başöğretmen adayının bilgisayarın karşısında ya da elinde telefonla dinlemek suretiyle günlük 4 saat seminer alması demektir. Geçen yıl ilk başöğretmenliğe müracaat edenler videolardan ve süresinden dert yanmışlardı da öyle bir derdim olmadığı için hiç kulak vermemiştim. Meğerse yerden göğe haklılarmış. İş başa düşünce anladım bu vahameti. Bu semineri planlayanlar iyi bilir ama bu kadar video bu kadar süre hiç pedagojik değildir.

Hazırlanıp servis edilen videoların pdf’leri de sisteme yüklenmiş olmasına rağmen katılım belgesi almak için tüm bu videoların dinlenmesi gerekiyor. Videolar öyle hazırlanmış ki dinlerken başka bir iş yapmana izin vermiyor. Bilgisayarda başka bir sayfa açıp dinleyeyim desen dahi izin vermiyor. Video hemen duruyor. Şu videodan başlayayım demene de izin vermiyor. 1.modül, 1.dersten başlıyorsun. Saniyesi dahi bitmeden ikinci derse geçemiyorsun.

Naçar dinleyeyim diyorsun. Dinlerken zaman zaman “A network error caused the media download to fail part-way” (Bir ağ hatası, medya indirme işleminin kısmen başarısız olmasına neden oldu.) hatasıyla karşı karşıya kalıyorsun. Kapatıp tekrar açıyorsun. Bir bakmışsın ki et tekrar ahsen, velev kane yüz seksen (Tekrar güzeldir velev ki yüz seksen kere olsun) der gibi kaldığın yerden değil de videoyu en başından başlatıyor. Başlayan videoyu ne geriye sardırabiliyorsun ne de burayı dinledim az önce deyip ileri yürütebiliyorsun.

Hasılı, ben bu başöğretmenlik serüveninde;12 modül, 181 ders ve 240 saatten müteşekkil semineri görünce, sen misin başöğretmen olmak isteyen. O zaman gör gününü dendiğini anlıyorum. Tek kelimeyle pes!

17 Temmuz 2023 Pazartesi

Son Kurşun

Olmadı böyle.

Niye olmasın. Bal gibi oldu. 

Fazla koydun. 

Olacağı buydu. Daha ne bekliyordun?

Hani iyiydi her şey? Öyle demiştin.

O dündü. Bugün yeni bir gün. Vaz mı geçiyorsun yoksa benden. 

İnadına yine sensin ama üzerimize kurşun yağdırıyorsun bugünlerde.

Dün her istediğinizi verirken bir şey demiyordun. Hatta yaşa var ol diyordun. Nereden veriyorsun demiyordun. Bugün ne oldu böyle? Ne istediniz ise verdim. Olanı da olmayanı da. Verdim verdim şimdi alma sırası bende. Unutma ki almadan vermek Allah'a mahsus. 

Madem böyle yapacaktın. Vermeyeydin. Karşılığı yoksa niye verdin? Açılacağını bile bile bunca bonkörlük niye?

Verdim ise verdim. Ne zaman vereceğimin kahyası mısın? Yok yok yok. Ne yapayım başka? Her şey kazanmak içindi.

Başka seçeneğin yok muydu?

Yoktu. Tek seçeneğim bu kurşun kaldı. Bu son kurşunu atacağım. Bu kurşun kafa mı yarar yoksa baş mı, orasını bilemem. Bilsem de benim meselem değil. Zira mesele edinmiyorum. 

Peki, nicedir bu son kurşunla uzatmalara oynadın?

Kaç senedir böyle.

O zaman kaç sene niye bekledin? İhtiyaç olduğunda bu kurşunu atman gerekmiyor muydu? Mesela verirken atsaydın.

Verirken kurşun atacak kadar keriz değilim. Benden öncekiler de böyle yapıyordu, ben de öyle yapıyorum.

Onlar senin akıl hocan mı?

Değil ama devlette devamlılık esastır.

Onların bu yaptığını eleştiriyordun ama.

Olabilir. Buraya oturuncaya kadardı her şey.