22 Nisan 2023 Cumartesi

İyi ki Seçimler Var!

Bu ülkede iyi ki seçimler var. Çünkü seçimler dolayısıyla,

Siyasilerimiz vatandaşın ayağına geliyor. 

Vatandaşı dinliyor, gönlü alınıyor. 

Vatandaş kendini değerli hissediyor. 

Siyasilerimiz vadediyor. 

Vatandaş umutlanıyor. 

Siyaset söz veriyor. 

Vatandaş sözlerin yerine getirilmesini beklemeye koyuluyor. 

Siyaset umut dağıtıyor. 

Vatandaş heyecanlanıyor. 

Siyaset seçimden önce kesenin ağzını açıyor. 

Verdikçe veriyor. Vermediğini veriyor. Yağdırdıkça yağdırıyor. 

Olmaz denilenleri olduruveriyor.

Seçilebilecek sıradan aday gösterilenler daha seçim olmadan vekilliği garantiliyor. Bunlar için seçim heyecanı listeyle birlikte sona eriyor.

Listeye giremeyenlerde bir üzüntü bir üzüntü ve kırgınlık. Bu sefer olmadı ama diğer seçim niye olmasın diyerek beş yıl sonrasını umutla beklemeye koyuluyor.

En büyük heyecan ve stres de partisinin çıkaracağı vekil sayısının sınırında listede yer alanlarda oluyor. Bu stres sonuçlar açıklanıncaya kadar devam ediyor.

Vatandaş kendine gündem buluyor, akşam sabah seçim konuşuyor, kim kazanacak diyor. Kimiyle tartışıp kırıp döküyor kimiyle medenice tartışıyor kimiyle bahse giriyor. Şu gerçek ki vatandaşın kahir ekseriyeti siyaset uzmanı.

Tavandan tabana kutuplaşma had safhada oluyor.

Mitingler, kalabalıklar, piyasada canlılık dorukta...

Bu heyecan bu stres bu beklenti seçim sonuçları açıklanıncaya kadar devam ediyor.

Sonuçlar açıklanınca bazıları sevinir bazıları da üzülür.

Sonrasında da birkaç ay nasıl kazandık, niçin kaybettik üzerine tartışma olur.

Daha sonra ufuktaki seçim çalışmaları başlar yavaştan yavaşa. Umutlar sonraki seçimlere taşınır.

Hasılı iyi ki seçimler var. Olmasaydı, ne yapardık bir düşünün.

Yalan ve Algı Yönetimi

Aksi beyan diyebileceğimiz yalan, dinimizde "savaşta düşmanı yanıltmak, dargınları barıştırmak, karı koca arasını bulmak ve hastaya moral vermek" dışında söylenmesi yasak olan büyük günahlardandır. 

Bir yalan türü daha var ki bu da gerçeğin bir kısmını söyleyip bir kısmını söylememektir. Buna sinsi yalan diyebiliriz.

Yasak ve günah olmasının dışında tedavisi olmayan bir hastalıktır. Aynı zamanda nifaklık alametidir. 

Kişinin itibar ve güvenilirliğini yok ettiği gibi onulmaz yaralara da sebebiyet vermesi yönüyle yalan kimse tarafından tasvip edilmez ise de yalan insanın ve bu dünyanın bir gerçeğidir. 

Günümüzde yalandan daha tehlikeli olanı ise algı yönetimidir. Bu yönetimi Zekeriya Erdim "Artık, tüm sahalarda ve sektörlerde; "algı yönetimi" diye bir meslek yahut metot var. Olayları ve durumları kendi istedikleri renge ve şekle büründürme, kendi öngördükleri pencerelerden göründürme peşine düşenler; olguların üstünü örterek "karartma" yapıyor, algıları bağlamının dışına çıkartarak "çarpıtma" yoluna gidiyorlar." şeklinde açıklıyor.

“Olayları kendi istedikleri şekle büründürme, karartma, çarpıtma” derken algı yönetimi dediğimiz yalanın ta kendisidir. Hatta yalandan da tehlikelidir. Çünkü yalanda tamamen gerçeğe aykırı bir durum varken algı yönetiminde yalanla doğru karışık bir şekilde çarpıtılarak veriliyor. Olayın ne kadarının doğru ne kadarının yanlış ya da neresinin doğru neresinin yanlış olduğu belli değildir. Algı yönetiminde sureti haktan görünme vardır. Şeytanın sağdan yaklaşması vardır. Yalanda kişi veya kişileri yanıltma durumu söz konusu iken algı yönetiminde büyük kitleleri yanıltma durumu söz konusudur. Yalan, yalancının mumu yatsıya kadar yanar atasözünde olduğu gibi belli bir süre ile sınırlı iken algılar ilanihaye devam edebiliyor.

Burada yalanı masum gördüğüm anlaşılmasın. Çünkü yalanın hiç masum ve savunulur bir tarafı yok. Ama yalan ile algı yönetimini karşılaştırırsak sonuçları itibariyle yalan algı yönetimine göre çok masum kalır. Yalan kişinin kendini kurtarmak, vaziyeti kurtarmak ve ânı kurtarmak için yaptığı bir eylem iken algı yönetiminin içinde muhatap ya da muhataplara iftira atma durumu söz konusudur.

Tarihi, siyasi, sosyal, iktisadi vb. alanlarda kendini gösteriyor bu algı yönetimi.

Tarihi olay ve kişiler algı yönetimi üzerine bu ülkede yürüyor. Mesela bir kesim bazı Osmanlı padişahları hakkında iyi, büyük derken diğer kesim kötü, küçük diyebiliyor. Burada bir yalan daha doğrusu bir algı yönetimi var. İki kesimden biri yalan söylüyor ya da her ikisi de doğru söylemiyor.

İktisadi alanda yaptığımız da bundan farklı değil. Bir kesim istatistiki bilgilerden hareketle ekonomi bitik derken diğer kesim ekonomi uçuyor diyebiliyor. İki görüşte de ifrat ve tefrit var bana göre. Doğrusu iyi veya kötü yönüyle ekonomi ile ilgili tespitte bulunmaktır.

Siyaseten durumumuz da bundan ibaret değil. Zira gerçek dediğimiz olgu üzerinden siyaset yapılmıyor. Rakipler birbirini algı yönetimiyle alt etmeye ve öne geçmeye çalışıyor. Kitleler bu algılarla sevk ve idare ediliyor. İktidara böyle geliniyor, iktidarda böyle kalınıyor, iktidardan böyle gidiliyor. Yıllardır bu ülkede izlenen siyaset de budur.

Sakalı Şerif ve Peygamberlik Mührü

Bizim için örnek olan ve örnek almamız gereken Hz Muhammed'i doğru anlamadığımızın bir göstergesi de sakalı şerif konusudur. Buna lihye-i saâdet, lihye-i şerif de deniyor.

Bilelim ki sakalın şerifliği olmaz. Sakal dediğimiz şey, her erkeğin yüzünde çıkan biyolojik bir özelliktir. Yüzdeki kılların tamamına sakal denirken her bir teline ise kıl denir.

Belli camilerde kırk bohça içine sarılı bir şekilde muhafaza edilen, mübarek günlerde çıkarılarak salavat eşliğinde insanların cam içindeki kılı öpmeleri peygamber sevgisi dışında her şeye benzer. Bunun adı sevgi ise peygambere sevgi böyle olmaz. Bunun adı saygı ise peygambere saygı böyle olmaz.

Ona sevgi ve saygının yolu, onun sünnetine uymak, gittiği yoldan gitmek, dini konularda emir ve talimatlarını yerine getirmek, ahlakını özellikle güvenilir özelliğini almak, bunu hayat felsefesi haline getirmektir. Ötesi şekilcilikten ve kuru kuruya sevgi göstermekten öte bir anlam taşımaz. Hele bu sakalı bulunduran kişilerin sakaldan medet beklemeleri, ondan bir şey ummaları İslam'ın ruhuna uygun olmasa gerek. Sözde sevgi göstermek yerine özde sevgi olması gerekir. 

Bugün değişik camilerde koruma altına alınan bu sakalların ne kadarı peygambere ait olduğu da ayrı bir konudur. Velev ki peygambere ait olsun, sakal sakaldır. 

Öyle zannediyorum, sakalına bu derece saygı, sevgi gösterenleri ve öpenleri peygamberimiz görse, şaşırır. Şaşırmakla da kalmaz, kızar. Derdiniz ne sizin, gidin işinize der. 

Halkımızın adet gereği sakalı şerifi öpmeye kalkmasını bir yere kadar anlayabilirim. Merak ettiğim, Diyanet İşleri Başkanlığının bu konuda halkı niçin aydınlatmadığıdır. Yapmayın, etmeyin, peygamber sevgisi bu değil diyecek. Diyanet böyle konularda da cemaati aydınlatmayacak da hangi konuları aydınlatacak.

Bu konuda tepki gelirse Diyanet bunu da üstlenecek ve halkı ikna edecektir.

Bir diğer konu da nübüvvet mührü veya peygamberlik mührü denen Peygamberimizin iki omuzunun arasında sol omuzuna yakın yerde bir mührün bulunduğu, bunun da peygamberliğine delil olduğu şeklindeki rivayetler de sıkıntılıdır bence. Buna hiç gerek yok.

Peygamberliğin ispatı bu mühür olacaksa, bu mührün niçin iki omuz arasında olduğudur. Çünkü iki omuz arası kişinin giyimli olduğu, başkasının göremediği bölgedir. Bu mührün herkesin görebileceği bir yerde mesela alnında olması daha uygun olmaz mıydı? Bana peygamber olduğunu göster diyenlere peygamberin sırtını dönüp elbisesini çıkarması olacak şey mi? Sonra sırta mühür yaptırmak bugün için çok kolay. Bu mühür kurgusu bazen karpuz vb. meyvelerde Allah yazıyor şeklindeki haberlere benziyor.

Peygamberin iki omuzu arasında peygamberlik mührü var anlayışı, Peygamberimizin mücadelesini yok saymak, önemsememek anlamına gelir. İnsanları ikna işi bu mühürle olsaydı, Peygamberimizin o kadar dolaşmasına ve adam adama markaj uygulamasına gerek kalmazdı. Ben peygamberim, işte bu da ispatı diyerek sırtını gösterir, olur biterdi. Hepimiz biliriz ki Peygamberimizin 23 yıllık peygamberlik hayatı koşuşturmayla geçmiştir. Durum bu iken peygamberliğini ispat için ayrıca böyle bir mühre hiç gerek yok.

Peygamberimizin iki omuzu arasında mühür vardı denen şey öyle zannediyorum, bir ben olsa gerek. Bu benin mühür şeklinde lanse edilmesi, İsa peygamberi ilahlaştıran, onu yücelten Hristiyanlık anlayışından esinlenme olsa gerek. İsa peygamberin bu kadar mucizesi varsa, bakın bizim Peygamberimizin de vardır yarıştırmasından başka bir şey değildir.

21 Nisan 2023 Cuma

Dini Anlayışlardaki Kadın Sorunu

İsrailiyat menşeli, kadının erkeğin eğe kemiğinden yaratıldığı, kadını rencide eden bir hurafedir. Hatta 13. kaburga kemiğinden yaratıldığının ifade edilmesi Hristiyan anlayışındaki 13 uğursuz rakamını temsil ediyor. Burada kadının uğursuzluğu kastediliyor olsa gerek. Yahudi kaynaklarından İslam kültürüne hatta rivayetlere giren bu anlayış ile yüzleşilmeli. Bu rivayetler içerik yönünden reddedilmelidir. Kadının da tıpkı erkek gibi topraktan yaratıldığı ifade edilmelidir. 

Erkeğin dört kadınla evlilik durumunun, İslam'ın emir, tavsiye ve ruhsatı olmadığı, ayette geçen dörde kadar (4 dahil) evlilikle, İslam'ın sayı sınırı olmayan Arap adetini önce sınırladığı, bunu da adalet şartına bağladığı, bir evliliği tercih ettiği, nihai hedefinin tek evlilik olduğu anlatılmalıdır.

Karı koca arasında sorun çıktığında nasihat, yatağı ayırma ve dayak atma şeklindeki sıra ile İslam’ın evliliği idame ettirmeyi istediği, dövme meselesinin darabe fiilinin onlarca anlamından biri olduğu, kültürde dövme olduğu için fiilin dövme şeklinde anlaşıldığı, ayetle kastedilen, dövmeden ziyade evleri ayırma, evi terk etme ve ailesinin yanına küs gitme şeklinde anlaşılmasının daha uygun olacağı işlenmelidir. 

Kadının erkeğe göre şahitliği konusu, kadın ve erkeğin ticari alan haricinde şahitlikte eşit olduğu, ticari alandaki bir erkek, iki kadın derken o günün şartlarında ticaretin kahir ekseriyetle erkek mesleği olduğu, ticarete çoğu kadının yabancı olduğu, yabancı olunan konularda unutma ve yanılma ihtimaline karşı biri unutursa diğeri hatırla-t-sın niyeti güdüldüğü, ayetteki amacın eşitsizlikten ziyade ticaretin sekteye uğramadan devam etmesinin kastedildiği, buradaki vurgunun uzmanlık olduğu, uzmanı olmayan kişiler için birden fazla şahit istenebileceği anlatılmalıdır.

Yine kadın erkek arasında genel hatlarıyla erkeğin mirastan iki, kadının ise bir pay alacağıyla ilgili ayeti anlamak için ayetin indiği toplum yapısı incelendiğinde, o günün şartlarında kadına miras verilmediği, ilk defa İslam'ın  kadına mirastan pay verdiği, payın eşitsiz dağılımının ise o günkü toplum yapısına uygun olacak şekilde belirlendiği, burada erkeğe mirastan fazla pay vermenin sorumlulukla alakalı olduğu, erkeğe ailenin ve evin geçim işinin yüklendiği, fazlalığın da bundan kaynaklandığı anlatılmalıdır. Aile fertleri arasında sorumluluk eşit ise mirasın eşit dağıtılabileceği, eşit değilse erkekler arasında bile farklı miras dağıtmanın olabileceği işlenmelidir. 

Bunların dışında kadını ikinci plana iten, rencide eden ne kadar söz, rivayet varsa bu düşünce ve anlayışların İslam’ın görüşü olmadığı, kültürden kaynaklandığı izah edilmelidir. Kadının da tıpkı erkek gibi bir birey olduğu, Allah Teala’nın kadına da tıpkı erkeğe olduğu gibi sorumluluk verdiği, aralarındaki üstünlüğün Allah’a karşı sorumluluk bilincini yerine getirme ile olduğu, farklılığın biyolojik bünyeden ibaret olduğu, toplumdaki görev farklılıklarının iş bölümü olduğu şeklinde izahlara yer verilmelidir.

Bu konular izah edilsin derken bu konudaki ayetler dikkate alınmasın gibi bir düşüncem yok. Birilerine şirin görünme gibi bir niyetim de yok. İsterim ki kadını aşağılayan anlayış değişsin. Toplumun yarısı ve önemli bir güce sahip olan kadınların kafalarında ama, fakat, acaba gibi müphemler olmasın. 

Zafer Özlemim

Fakültede öğrenciyim. İmamlık yapan bir arkadaşla Anıt tarafından geliyoruz. Menzilimiz Kayalıpark.

Konya Lisesine gelince Kız Lisesinin oradan sağa sapalım dedi arkadaş. Niye dedim. Şu Zafer'den geçmeyelim. Orada açık saçık bol olur. Oralar bize göre değil. Boşu boşuna günaha girmeyelim dedi. Ara sokaklardan geçerek Arapoğlu Makasının oradan Kayalıpark'a geçtik.

Geçtik ama dini bütün arkadaşımız sayesinde Zafer, içimde ukde kaldı.

Sonrasında fakülte bitti. Gurbete öğretmen gittim.

Yaz dönemi memlekete geldim. Duydum ki imamlık yaparken beni Zafer'den geçirmeyen arkadaşım üç beş kişiye namaz kıldırmak iş değil, bunu herkes yapar diyerek imamlıktan istifa etmiş. Sağda solda büfe açmış. Dikiş tutturamamış. Yurtdışı macerası yaşayıp geri memlekete dönmüş.

Şimdi ne yapıyor dedim. Dediler ki Zafer'de bilet gişesi çalıştırıyor.

Nasıl olur dedim. Soluğu Zafer'de aldım. Baktım ki beni Zafer'den transit geçirmeyen arkadaşım, Camlıköşk’ün yanındaki bilet gişesini çalıştırıyor. Yani Zafer'in göbeğinde iş yapıyor.

Hayırlı olsun dedikten sonra arkadaşım, ne oldu. Zafer'in insan manzarası mı değişti diyeceğim ama görüyorum ki Zafer aynı Zafer. İnsanlar yine benzer. Beni buradan geçirtmeyen sen burada sabahtan gece vaktine kadar iş yaptığına göre o zaman geçmek günah, burada çalışmak ise günah değil dedim ya da sana günah yok bana günah var yoksa tek sapık ben miydim dedim. Dediklerime, abi ben değiştim dedi, güldü. 

Şimdi mi? Zafere yakın bir yerde oturuyorum. Günlük Zafer’in içinden geçip duruyorum. Kah alışveriş yapıyorum kah orada bir yerlerde çay içiyorum. Her geçişimde de geçmişte geçemediğim günleri yad ediyor ve geçmişin özlemini gideriyorum. Geçip giderken de hiç suçluluk psikolojisi çekmiyorum, günah kazandığımı da düşünmüyorum.

Beni bu güzergahtan geçirmeyen arkadaşım da o büfeyi devretmesine rağmen geçmeme bir şey demiyor.

Tüm bunlardan mütevellit oh be dünya varmış diyorum. Nasıl demem. Daha düne kadar yasak bölge idi benim için. Özgürüm artık. Bu özgürlüğü değişmem hiçbir şeye.

Bu arada düne gelinceye kadar yasak olan bu bölge diğer muhitlerden pek farklı değil. Belki de diğer bölgelerden tek farkı canlılığı ve insan yoğunluğu hiç kaybolmuyor. Gecenin geç vakitlerine kadar burada hayat devam ediyor.

Seçim Beyannamem

Siyasilerimizin seçim döneminde verdikleri seçim vaatlerinden esinlenerek bir seçim vaat listesi de ben hazırladım. Bundan iyisi can sağlığı. Bakalım hazırlığım sizden tam puan alabilecek mi? 

1.Çocuğunuz ana karnına düştüğü andan itibaren her türlü hastane, doktor ve eczaneye ödenmesi gereken yüzde yirmi ilaç bedeli dahil her türlü masarif devlet tarafından karşılanacaktır. 

2.Annenin sağlıklı beslenmesi için yiyip içeceği, aşerme dahil her şey devlete aittir. 

3.Çocuğunuz doğduğu andan itibaren bez, ıslak mendil, çiçek ve çikolatası dahil her türlü hastane masrafı; bakım, giyim kuşam, yeme içme vb. harcamaları devlet tarafından giderilecektir. 

4.Evleninceye kadar çocuğunuzun her türlü masrafı, kreş, anasınıfı, ilk, orta, lise ve üniversite masrafı, harçlığı vs. devlet tarafından karşılanacaktır. 

5.Çocuğunuzu evinizde beslemek istemiyorsanız, evleninceye kadar barınma ve ibate imkanına kavuşacaktır. 

6.Oturduğunuz evin kirası, elektrik, su, doğal gaz ve her türlü faturanın ay, yıl ve belirli limit olmayacak şekilde her türlü ödemesini devlet üstlenecektir. 

7.Çocuğuna evde bakmak istemeyenler için devlet gözetiminde uzman bakıcılar nezaretinde bakım hizmeti verilecektir. Siz sadece sevmek istediğiniz zaman gelip sevip gideceksiniz. Çocuğunuzun size baba demesini istemezseniz, devlete baba diyecek.

8.Maaşınız enflasyondan etkilenmeyecek. Maaşınızda bir limit olmayacak. Ne kadar çekmek isterseniz, bankamatiğe yazıp çekeceksiniz. Bankamatiğiniz herhangi bir bankanın bankamatiğine bağlı olmayacak. Direk darphaneden para çekeceksiniz. Para basım ihtiyacını karşılamak için yeteri kadar yeni makine devreye girecektir.

9.Eviniz kira ise kiranızın tamamını devlet ödeyecektir. Eviniz kendinize ait ise devlet size kira yardımı yapacaktır.

10.Dışarıda yapacağınız her türlü alışveriş, yeme, içme devletin size verdiği devlet baba kartından giderilecektir. 

11.Devlet başta çocuğunuz olmak üzere tüm aile fertlerine iş vermekle yükümlüdür. Devlet istihdam edemediği vatandaşa işsizlik parası ödeyecektir. Herkes istediği işte çalışacak, eli sıcak sudan soğuk suya değmeyecek şekilde masa başı iş yapacak. Her türlü hizmet ve ihtiyaçlar ise Suriyeli ve Afgan vatandaşlarımız tarafından verilecektir.

12.Çocuklarınızın evlilik, çeyiz, ev, düğün masrafları yine devlet tarafından giderilecektir.

13.Yaşlandığınız zaman her türlü bakım, yeme, içme ve ibate hizmetleri huzurevleri marifetiyle karşılanacaktır.

14.Öldüğünüz zaman inancınıza göre cenaze işlemleri yapılacak. Cesediniz devlet tarafından daha önce hazır edilen boş mezara gömülecektir.

Kısaca yediğiniz önde, yemediğiniz arkada olacaktır. Aklınıza gelebilecek her şey boş mezarınız dahil devlet tarafından karşılanacaktır. Yani her şey beleş. 

Bu kadar hizmete sizden tek kuruş ücret alınmayacak. Yapacağınız tek şey, bizi iktidara getirmek için oy vermek olacaktır. Oy sizden, hizmet bizden. Haydi göreyim sizi.

Abdulmuttalip'inki de İş mi?

Ebrehe büyük bir ordu ile birlikte Kabe'yi yıkmaya gelir. Ordusunun önünde de filler var. Bundan dolayı Kur'an bu olaya Fil vakası der.

Mekkelilere büyük bir ordunun Kabe'yi yıkmak üzere geldiğini haber alır almaz, bir telaşa kapılır. Ne yapacaklarını bilemezler. Çünkü bu orduya karşı koyacak güçleri yok.

Çaresiz şehri terk edip dağın yamacına çekilmeye karar verirler. Şehirden ayrılmadan önce son kez Kabe'ye gelerek Kabe kapısındaki zincirlere tutunurlar. "Bu Kabe'nin sahibi sensin. Burayı koru" diye Allah'tan yardım isterler. 

Kabe müşrik Mekkeliler için her şeydi. Sayesinde ticaret merkezi idi burası. Yılın belli aylarında büyük panayırlar kurulurdu. Her bir yerden kimi ticaret kimi de Allah'ın evi Kabe'yi ziyaret için gelirdi. Yine Kabe sayesinde Araplar nezdinde bir ayrıcalıkları vardı. Ne de olsa Allah'ın evinin komşusu idiler. 

Kabe'nin sahibi ile araları pek olmasa da zaman zaman çıplak şekilde ıslık çalarak alkış tutarak tavaf ederlerdi. Gözü gibi bakarlardı bu eve. Bu ev olmasa ne yaparlardı? Eskisi gibi ticaret olmaz, ziyarete gelen olmaz, Araplar nezdinde bir itibarları da kalmazdı. 

İş başa düşünce nicedir terk edip yerine putlardan medet bekleseler de putlardan yardım istemeyi bırakıp Allah'a dua edip olup biteni seyretmek üzere dağın yamacına çekilirler. 

Bu arada Ebrehe de boş durmaz. Şehrin etrafına adamlarını göndererek şehri talan ettirir. Vatandaşa ait ne varsa yağmalatır. Yağmalanan malların arasında Peygamberimizin dedesi Abdulmuttalip'e ait 100 deve de vardır. Bu develer sadece dedeye değil, tüm Haşim oğullarına aitti. Ailenin geçim kaynağı idi bu develer. Yokluğu felaket idi. Koca aile ne yiyip ne içecekti sair zamanda. 

Develerin Ebrehe'nin adamları tarafından ele geçirildiğini öğrenen Abdulmuttalip, şansını denemek üzere soluğu Ebrehe'nin kapısında alır. Ebrehe'den görüşme talep eder.

Ebrehe Abdulmuttalip'i huzura kabul eder.

Ne istediğini sorar.

Abdulmuttalip develerimi istiyorum der. 

Ebrehe şaşırır bu isteğe. Şaşkınlığını da dışa vurur. Millet Kabe derdinde, sen ise develerinin peşindesin. Ben sanmıştım ki Kabe'yi yıkma diye ricaya geldin. Aklı sıra dede Abdulmuttalip'i lafıyla ezecek. Abdulmuttalip lafın altında kalır mı? Kaçın kurasıdır. Ben develerin sahibiyim. Onları korumakla yükümlüyüm. Kabe'nin sahibi ise başkası. O orayı koruyacaktır şeklinde cevap verir.

Bu karşılıklı münavele nasıl sonuçlandı bilmiyorum. Bildiğim, Ebrehe'nin ordusu Kabe'ye yaklaşmadan telef olduğudur. Kabe'nin sahibi evini korumuştur. 

Bilmediğim bir şey daha var. Abdulmuttalip’in ailesine ait develerin akıbetinin ne olduğudur.

Burada izninizle dedeyi haddim olmayarak eleştirmek istiyorum. Zira hak etti bu eleştiriyi. Ebrehe ısrarla develeri bırakıp Kabe’ye odaklanması gerektiğini söylemesine rağmen dede develerim de develerim demiş. Bu ise hiç yakışık almamıştır. Öyle ya mevzubahis olan Kabe ise develerin, geçim derdinin, dünyalık malın lafı mı olurdu. Büyükler neye odaklanmamızı istiyorsa, ona odaklanmak lazım.