Ana içeriğe atla

Abdulmuttalip'inki de İş mi?

Ebrehe büyük bir ordu ile birlikte Kabe'yi yıkmaya gelir. Ordusunun önünde de filler var. Bundan dolayı Kur'an bu olaya Fil vakası der.

Mekkelilere büyük bir ordunun Kabe'yi yıkmak üzere geldiğini haber alır almaz, bir telaşa kapılır. Ne yapacaklarını bilemezler. Çünkü bu orduya karşı koyacak güçleri yok.

Çaresiz şehri terk edip dağın yamacına çekilmeye karar verirler. Şehirden ayrılmadan önce son kez Kabe'ye gelerek Kabe kapısındaki zincirlere tutunurlar. "Bu Kabe'nin sahibi sensin. Burayı koru" diye Allah'tan yardım isterler. 

Kabe müşrik Mekkeliler için her şeydi. Sayesinde ticaret merkezi idi burası. Yılın belli aylarında büyük panayırlar kurulurdu. Her bir yerden kimi ticaret kimi de Allah'ın evi Kabe'yi ziyaret için gelirdi. Yine Kabe sayesinde Araplar nezdinde bir ayrıcalıkları vardı. Ne de olsa Allah'ın evinin komşusu idiler. 

Kabe'nin sahibi ile araları pek olmasa da zaman zaman çıplak şekilde ıslık çalarak alkış tutarak tavaf ederlerdi. Gözü gibi bakarlardı bu eve. Bu ev olmasa ne yaparlardı? Eskisi gibi ticaret olmaz, ziyarete gelen olmaz, Araplar nezdinde bir itibarları da kalmazdı. 

İş başa düşünce nicedir terk edip yerine putlardan medet bekleseler de putlardan yardım istemeyi bırakıp Allah'a dua edip olup biteni seyretmek üzere dağın yamacına çekilirler. 

Bu arada Ebrehe de boş durmaz. Şehrin etrafına adamlarını göndererek şehri talan ettirir. Vatandaşa ait ne varsa yağmalatır. Yağmalanan malların arasında Peygamberimizin dedesi Abdulmuttalip'e ait 100 deve de vardır. Bu develer sadece dedeye değil, tüm Haşim oğullarına aitti. Ailenin geçim kaynağı idi bu develer. Yokluğu felaket idi. Koca aile ne yiyip ne içecekti sair zamanda. 

Develerin Ebrehe'nin adamları tarafından ele geçirildiğini öğrenen Abdulmuttalip, şansını denemek üzere soluğu Ebrehe'nin kapısında alır. Ebrehe'den görüşme talep eder.

Ebrehe Abdulmuttalip'i huzura kabul eder.

Ne istediğini sorar.

Abdulmuttalip develerimi istiyorum der. 

Ebrehe şaşırır bu isteğe. Şaşkınlığını da dışa vurur. Millet Kabe derdinde, sen ise develerinin peşindesin. Ben sanmıştım ki Kabe'yi yıkma diye ricaya geldin. Aklı sıra dede Abdulmuttalip'i lafıyla ezecek. Abdulmuttalip lafın altında kalır mı? Kaçın kurasıdır. Ben develerin sahibiyim. Onları korumakla yükümlüyüm. Kabe'nin sahibi ise başkası. O orayı koruyacaktır şeklinde cevap verir.

Bu karşılıklı münavele nasıl sonuçlandı bilmiyorum. Bildiğim, Ebrehe'nin ordusu Kabe'ye yaklaşmadan telef olduğudur. Kabe'nin sahibi evini korumuştur. 

Bilmediğim bir şey daha var. Abdulmuttalip’in ailesine ait develerin akıbetinin ne olduğudur.

Burada izninizle dedeyi haddim olmayarak eleştirmek istiyorum. Zira hak etti bu eleştiriyi. Ebrehe ısrarla develeri bırakıp Kabe’ye odaklanması gerektiğini söylemesine rağmen dede develerim de develerim demiş. Bu ise hiç yakışık almamıştır. Öyle ya mevzubahis olan Kabe ise develerin, geçim derdinin, dünyalık malın lafı mı olurdu. Büyükler neye odaklanmamızı istiyorsa, ona odaklanmak lazım. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde