16 Şubat 2023 Perşembe

Asrın Felaketi Üzerine (2)

Büyük bir bölgenin depremden etkilenmiş olması, iletişim hatlarındaki kopukluklar, sağlıklı bilgi ve iletişim kurulamaması, hava muhalefeti dolayısıyla ilk başlarda hızlı hareket edilemedi. İyi bir planlama, organize, koordinasyon yapılamadı ve AFAD görevlilerine yeterince lojistik destek sağlanamadı. Bu da belki sağ kurtarmamız gereken insanlara geç ulaşmamıza belki de bazılarının ölmesine sebebiyet verdiği bir gerçektir.

Yardım ulaştırmada milletimiz adeta yarıştı. Bölgeye ihtiyaç fazlasını bile yığdı. Sorun, yardımların her bir insana ulaştırılmasında ortaya çıktı. Bir yere çokça giden yardım bir başka yere gitmedi. Haddinden fazla gelen yiyeceği dağıtımda organize ve koordinasyon eksikliği vardı. Yani baş tutacak bir yetkili ve sorumlu bulunamadı. Varsa da yeterli gelmedi.

İktidar ve muhalefet birlikte hareket edemedi. İktidar ayrı bir baş tuttu, muhalefet ayrı bir baş. Bundan dolayı en büyük imkan ve insan gücüne sahip belediyelerden yeterince yararlanılamadı. İktidar herkes AFAD çatısı altında iş yapacak dedi, muhalefet hayır dedi.

Belediyelerden bazısı parti gözetmeksizin ve reklam yapmaksızın elindeki imkanları seferber etti. Kimi buna ihtiyaç hissetmedi. İktidar muhalefet bir belediyenin yaptığını görmezden geldi aynı şekil de muhalefet de AFAD ve Kızılay’ı görmezden geldi. Burada sadece biz varız mesajı verilmeye çalışıldı.

Ne iktidar Burnundan kıl aldırdı ne de muhalefet. Kimse en ufak bir eleştiriye ve öneriye gelmedi.

İhtiyaca ve eksikliğe binaen söylenen her şey siyasi söylem olarak lanse edildi.

Sonuç olarak kenetlenmemiz ve birlikte hareket etmemiz gereken bir afet de dahi ayrışmayı becerebildik. Yukarıdaki bu birbirini tanımama ve hesaba katmama siyaseti sosyal medya insanında atışmaya dönüştü. Bir taraf devlet vardı, her yerdeydi derken diğer taraf devlet yoktu demeye başladı. Bu algı kavgasından en büyük yarayı da depremzede gördü. Aynı şekilde kutuplaşmanın sonucu oluşan ayrışmayı bir ileri safhaya taşımış olduk.

Burada iki tarafın da bir durum değerlendirmesi yapmasında fayda var. Tüm bu işlerin insan eşiyle olduğunu hesaba katmak gerek. İnsanın olduğu yerde aksaklık olur. Herkes bilmeli ki büyük bir coğrafyaya yayılan büyük bir afette ilk anda her şey mükemmel olmaz. Mutlaka aksamalar, plansızlık, organize ve koordinasyon eksiklikleri olur. Çünkü olağanüstü bir durumla karşı karşıyayız. İktidar, aksaklıklardan kaynaklı eleştirilere göğüs gerip makul açıklama yapmalıydı, muhalefet de bunu yeterli görmeliydi.

Bundan sonra yapılacak olan, kimin safı, neresi olursa olsun, algılara teslim olmayalım. Kavgamızı, ayrışmamızı içimize atalım, milletçe tek yürek olmaya çalışalım. Karınca kararınca kimin elinden ne geliyorsa onu yapalım. Organize edenlere yardımcı olalım. Aksayan yönleri kapatmaya çalışalım.

Tüm bunları yaparken bu büyük depremde meydana gelen aksaklıkları yok kabul etmeyelim. Bunları not edelim. Bir deprem ülkesi olduğumuza göre bundan sonra böyle afetlerde bu aksaklıkları yapmamaya ve gidermeye çalışalım. AFAD’ın daha işlevsel hale gelmesi ve hızlı hareket edebilmesi için gerekli tedbirleri alalım. Mevzuat eksikliği varsa giderelim. Böyle büyük afetler için sadece AFAD’a sorumluluk vermenin risk olduğunu göz ardı etmeyelim. Ülkenin tüm kamu kurum ve kuruluşlarının böyle afetlerde görevlerinin ne olacağı, kendiliğinden nasıl hareket etmesi ve kiminle iletişime geçmesi gerektiğini B planıyla birlikte bilmesi gerekir. Ne olur, taraflar suçu karşı tarafa atacağına, herkes kendi kendini sorgulasın.

Allah bir daha böyle afetle bizi imtihan etmesin.

Asrın Felaketi Üzerine (1)

Her konuda olduğumuz gibi 10 ili yerle bir eden ve asrın felaketi olarak adlandırılan, aynı yerleri 9 saat arayla vuran iki büyük deprem de bile ayrışmayı becerebildik. 

Halihazırda iki kutup ön plana çıkıyor. Bunlar kimi zaman saldıran kimi zaman da savunmaya geçen grup. Aynı iki grup kah savunmaya geçiyor kah saldırıya geçerek adeta birbirleriyle yarışıyor.

Bir büyük afet de bile kenetlenemiyor, bir araya gelemiyor, ayrışıyorsak, siyasi yönden bir ve beraber değil de herkes kendi başına buyruk hareket edebiliyorsa, merak ediyorum, bizi hangi tür bir bela ve afet bir araya getirir, nasıl birlikte hareket ederiz? 

Demek ki boşuna söylememişler. Bir insan yedisinde ne ise yetmişinde de o, kırk yıllık kani olur mu kani, can çıkar huy çıkmaz, aynı kazana atsalar, kaynamazlar sözleri bizler için söylenmiş olmalı.

Ben hangi taraftanım? İkisinden de değilim. Hangi taraf suçlu, hangi taraf suçsuz üzerinde durmayacağım. Niyetim suçlu aramak değil. Nazarımda iki taraf da iyi bir sınav vermedi. Olup bitenleri üçüncü bir kişi olarak anlamaya çalışıyorum. Bunu yaparken de niyetim tespit yapmaktır. Suçlu aramak, suçsuz olduğunu ispatlamak değil. 

Bu afet asrın afeti mi? Asrın felaketi mi bilmem ama büyük bir bölgeyi etkileyen ve şehirlerin üzerinden buldozer gibi geçen, derin iz ve ağır hasar bırakan bir depremdir. Asrın felaketi denmesinde bir sakınca yok. Ama bu asrın felaketini, alacağımız tedbirlerle daha hafif atlatabileceğimiz gerçeğini de göz ardı etmemek lazım.

Devlet var mıydı, yok muydu? Devlet vardı. Millet de vardı. STK'ler ve belediyeler de vardı. Tüm millet topyekûn oradaydı.

Arama ve kurtarmada geç mi hareket edildi? Bu gecikmenin sebepleri neler olabilir? Yardım ulaştırmada plansızlık var mıydı? İktidar ve muhalefet birlikte hareket edebilmiş midir?

Depremin ardından hareket edildiyse de yeterli bilgiye ulaşılamadığından, deprem bölgesi ile sağlıklı iletişim kurulamadığından, AFAD bölgedeki ağır hasarlara paralel intikal edemedi. Yani aksama oldu. İlk iki günün ardından devlet elindeki imkanlar çerçevesinde her yerdeydi. Bu durum sadece benim izlenimim değil, bu durumu Sayın Cumhurbaşkanı açıkladı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı ikinci gün yaptığı açıklamada AFAD ekibinde yeniden planlama yapıp ağır hasarın fazla olduğu Hatay, Kahramanmaraş ve Adıyaman'a daha fazla AFAD görevlisinin intikal ettirildiğini söyledi. Yine bir AFAD sorumlusu bir televizyona bağlanarak "Şanlıurfa'da (Diyarbakır da demiş olabilir) yıkımın fazla olduğu bilgisi çerçevesinde bu ile geldiklerini, ardından Adıyaman'da yıkımın fazla olduğunu öğrendikten sonra Adıyaman'a geçtiklerini ifade etti.

Devletin bir bölgeyi önceleyip diğerini ihmal ettiğini düşünmüyorum.

Geç intikal ve müdahalede, bastıran kıştan mütevellit hava şartlarının da etkili olduğunu düşünüyorum. Çünkü birçok ilden hava muhalefeti dolayısıyla uçak kaldırılamamıştır. Aynı şekilde karlanma ve buzlanma dolayısıyla çoğu işlek karayolları bile zaman zaman kapandı. Buna bazı havaalanlarının hasar görmesi, otoban ve yolların deprem dolayısıyla ağır hasar görmesini de eklemek lazım. Yine 10 ilin devlet yetkilileri depremden birinci derece etkilenen depremzede oldukları için Ankara’ya sağlıklı bilgi verememiştir. Bir diğer husus ulaşılması gereken adet bölgesi çok büyük bir alan olduğu için eldeki insan kaynağı yeterli gelmemiştir. Tüm aksaklıkların bunlardan kaynaklandığını düşünüyorum. Buradan hareketle istemeyerek deprem bölgelerine geç intikal edildi. 

14 Şubat 2023 Salı

Şark Kurnazlığı

Şark kurnazlığı deyimini biliyor olmalısınız. Yine de bir daha hatırlayalım istedim.

Şark “doğu”, kurnaz ise “kolay kanmayan, başkalarını kandırmasını ve ufak tefek oyunlarla amacına erimesini beceren, açıkgöz” demektir.

TDK’ye göre şark kurnazlığı: “Doğu dünyasının anlayış, görgü ve davranış gibi özellikleri çerçevesinde zamana yayma, boş vermişlik, nemelazımcılık içeren uzun vadeli planlar yaparak bir işte karşı taraftan istediğini elde etme işi”.

Ufak tefek şeylerden tasarruf edip ve hatta karşındakini aldatarak aslında çok daha zarar eden zihniyet”. (eksisozluk)

Bu deyimin hikayesi ise şöyle:

Ormanda yürüyüşe çıkan, biri uzun diğeri kısa boylu iki arkadaşın karşılarına, heybetli mi heybetli üstelik dallarında kıpkırmızı elmaları olan devasa bir ağaç çıkar. Bunun üzerine kısa, uzun arkadaşına döner: ‘Senin boyun benden uzun. Hadi sen çık birer elma al da yiyelim.’ der. Uzun, bir çırpıda zıplayarak ağaca uzanır ve bir elma kendisine bir elma da arkadaşına alıp iner. Sonra mutlu mutlu yiyerek yürürler. Çünkü paylaşmayı bilirler ve yalnızca ihtiyaçları kadar elma almışlardır.

Aradan birkaç gün geçer uzun ve kısa tekrar aynı ormanda yürüyüşe çıkarlar. Aynı ağacın önüne geldiklerinde birbirlerine bakıp anlaşırlar ve uzun hemen ağaca çıkar. Fakat bu defa uzun üç adet elma alır. Birini gizlice cebine koyar diğer ikisini ellerinde tutarak aşağı iner. Birini arkadaşına verir diğerini kendisine alır. Böylece arkadaşına fark ettirmeden bir elma fazla almış olur.

Uzun, kendisini kısadan daha zeki hissetmeye başlar. Zaten boyca uzun olduğu için de avantajlıdır. Kısayı kandırabildiği için aynı zamanda daha uyanıktır. Hülasası bu hikâye şark kurnazının doğuş hikâyesidir. Kendini en zeki, en uyanık ve bütün enleri şahsiyetinde toplayanların hikayesi.” (millidusunce.com)

Biz çok zeki bir toplumuz sözünü çok duyarız. Bu söz bizim çok hoşumuza gider. Zeki denmesi kimin hoşuna gitmez ki.

Zeki olmaya zekiyiz ama bu zekiliğimizi ne derece yerinde kullanabiliyoruz, bunu sorgulayalım istiyorum. Çünkü bir şeyi yerli yerinde kullanırsak bir anlam ifade eder.

Birçok nimeti hoyratça kullandığımız gibi zekamızı da olumlu ve faydalı anlamda kullanmadığımız şark kurnazlığı deyimiyle ortaya çıkıyor. Bunu bu deyimin hikayesinden de anlayabiliyoruz. Maalesef Allah vergisi zekamızı kurnazlıkta kullanıyoruz. Zaten kurnazlık bir zeka işidir.

Eksisözlükteki tanım ise tam bir vahameti ortaya koyuyor. Olup biten ve başımıza gelen afetlere baktığımız zaman “ufak tefek şeylerden kısma, kırpma ve kısa vadede başkasını aldatmaya çalışma ama uzun vadede kaybeden bir zihniyetin” izlerini şark toplumlarında fazlasıyla görüyoruz.

Depremde yıkılan, binlerce kişiye mezar olan evlerimiz de bir şeylerden kısıp kar etme, ucuza mal edip daha fazla kazanma, kandırma zihniyetimizi ortaya koymuyor mu?

Şimdi düşünüyorum da kurnazlıkta kullandığımız, sonu hep felaket olan bu zekaya sahip olmasaydık. Vara normal zekaya sahip olsaydık. Çünkü zeka azlığı da bir sorun, fazlalığı da bir sorun.

Biz de işimizi niye düzgün yapmıyoruz, hep böyle mi devam edeceğiz diye sorar dururuz. Meğer şark kurnazlığı bizde bir zihniyetmiş. Zihniyet dediğimiz şey de bugünden yarına değişecek bir şey değil. Hasılı bu kurnazlıkla işimiz zor.

Erdemli Olmak

Ahlakın övdüğü iyilikçilik, alçak gönüllülük, yiğitlik, doğruluk gibi niteliklerin genel adı, fazilet, insanın ruhi olgunluğuna” erdem deniyor. Bu özellikler kendisinde bulunan insana da erdemli ve faziletli denir. Bu tanımdan hareketle her türlü iyilik ve güzelliğin genel adı erdem olduğuna göre;

Burnundan kıl aldırmak,

Eleştirilere katlanmak,

Eksiklik ve aksaklıklara eyvallah demek ve bunların giderilmesi için çaba göstermek,

Yeterince hizmet göremediğini haykıranları ikna etmek veya ikna edilmesini sağlamak,

Onların derdi ile hemhal olmak,

Hemen savunmaya ve saldırıya geçmemek,

Mazeret üretmemek, kılıf bulmamak, bir şeylerin arkasına sığınmamak,

Ağzını açanı düşman ve hain bellememek,

Olan olumsuzluk varsa yok gibi kabul etmemek, sorunun üstüne üstüne gitmek,

Her türlü iddiayı değerlendirmek,

Olup bitende, yapılan ve yapılmayanda bir ihmal ve kasıt varsa, sorumlularını hesaba çekmek,

Olup bitenin fotoğrafını çekip hızlı karar vererek gerekli sevk ve idareyi yapmak,

Aksayan yönleri takip ve kontrol etmek veya ettirmek,

Kimse yok mu diyen kimsesizin sesi olmak,

Minare yamuk diyenlere gerekirse onlarla birlikte minareyi düzeltmek,

Dost, düşman herkese güven vermek, tedbiri elden bırakmadan güvenmek,

Yeri geldiği zaman konuşup yeri geldiği zaman susmak,

Görev, yetki ve sorumluluğu ehil insanlara dağıtmak, onlara inisiyatif alanı bırakmak,

Ateşin düştüğü yerdeki serzenişlere, haykırışlara ve sitayişlere kulak vermek, onları tek tek not etmek ve araştırılması gerekeni araştırmak, yapılması gerekeni yapmak,

Acılı ve mutlu günlerde tarafları bir araya toplayıp onlara sorumluluk yükleyerek birlikte bir sinerji meydana getirmek,

Art niyetli ve kasıtlı propaganda yapanlara bir şekil ulaşıp nedir derdiniz demek,

Problem çıkarmaya meyilli insanlara bazı bölgelerde sorumluluk vermek,

Doğru yaptığına inandığı yolda kınayanın kınamasına aldırmadan yürüyüşüne devam etmek,

Yanlış varsa, inatlaşmadan bu inattan vazgeçmek,

Her ne yapılacaksa, akıl akıldan üstün sözü gereği istişareye önem vermek, bunu fiilen yerine getirmek,

İnsanları bizden veya değil şekilde ayırmamak, ayırmak isteyenlere fırsat vermemek,

Tüm bunları yaparken sükunet ve soğukkanlılıktan ödün vermemek, vs. ve daha nice güzel ve iyi şeyler erdemdir, erdemli harekettir.

Hep erdemli olmak özellikle kötü günlerde erdemi bırakmamak temennilerimle. Zira herkese lazım.

Diş Tedavisi Sağlık Değil mi?

Sosyal güvencesi olan insanımız, hastalandığı zaman kamu ve devlet hastanelerine giderek ücret ödemeden muayene olur, tahlil ve tetkik yaptırır, tedavisi için hastanede yatması gerekiyorsa yatar. Tüm masraflar SGK tarafından karşılanıyor.

Vatandaş çıkan farkı ödemek suretiyle özel hastaneye de gidip tedavi olabiliyor.

Bunun dışında tıp fakültelerindeki hocalara özel muayene ücretini ödeyerek de muayene olabiliyor.

Ayakta tedavi olmak için yazılan reçeteyi eczaneye giderek ilacın yüzde 20'sini ve hasta katılım payını ödüyor, evinde tedavisine devam ediyor.

Son aylarda hastanelerde randevu almak biraz zorlaşsa da er veya geç randevu alınabiliyor. 

Çok acil hastalar kamu ya da özel hastanelere giderek randevusu muayene ve tedavi olabiliyor. 

Dişte durum nasıl? İlk muayeneyi her vatandaş rahat bir şekilde olabiliyor. Röntgen çektirebiliyor. Hangi dişine ne tür tedavi uygulanması gerektiğini öğrenebiliyorsun. Çekilmesi gereken dişin varsa, bunu da halledebiliyorsun. Diş yaptırma, implant, diş etleri tedavisi, dolgu ve kanal tedavisi, kaplama, diş temizliği vb. tedavi için İnternet üzerinden ilgili bölümlerden randevu almaya yönlendiriliyorsun.

Randevu almak için ilgili bölümlere girdiğin zaman bölümde ne kadar klinik varsa dolu. Varsın bir yıl sonrası olsun, beklerim diyorsun, nafile. Dolu olduğu için randevu vermiyor. 

Baktın olmayacak, soluğu özel dişçide alıyorsun. Özel dişçide her yaptıracağın tedavi ücretli. Devlet hiçbir kuruşunu karşılamıyor. Dişinin durumuna göre ödeyeceğin miktar da az buz bir para değil. Üstelik EURO'ya göre belirleniyor fiyatlar. Her vatandaşın bu masrafın altından kalkabilmesi mümkün değil. 

Devletin ne yapıp ne edip bu diş tedavisine bir çözüm bulması gerekiyor. Çünkü diş de tıpkı beden gibi bir sağlıktır. Devlet poliklinik, aile hekimliği, devlet, kamu, tıp, şehir, numune adı altında alternatif hastanelerle ayakta ve yataklı tedavi hizmeti veriyorsa, diş tedavisine de alternatifler üretmelidir. Tamam, diş tedavisi pahalı bir alandır. Devlet tüm masrafların altından kalkamayabilir. Bunun için diş tedavisine gelen vatandaştan bir kısmını karşılamasını isteyebilir.

Masrafın bir kısmını hastaya yansıtmadan önce devletin yapması gerekenler var. Bir defa mevcut diş hekimlikleri, ağız ve diş merkezleri yeterli değil. Mevcutlar durmadan çalışmasına rağmen müracaat eden hastalara randevu bile veremiyor.

Devlet ne yapıp ne edip hastane çeşitliliği gibi ağız ve diş merkezlerinin sayısını artırmakla işe başlamalı.

Bugün piyasada mezun diş hekimi bolluğu var. Bu mezunlar buralarda - tecrübeli ve acemi olacak şekilde-istihdam edilmeli.

Vatandaş istediği yerden rahatça randevu olup tedavi olabilmeli. Çıkan masrafın belli bir yüzdesi tedavi olan hastadan alınmalı.

Bir diş tedavisi bir diş merkezinde yapılamayacaksa veya üç aydan önce randevu verilemiyorsa, bu hastaya özel dişçide dişini yaptırma yolu açılmalı. Hasta, görüştüğü özel dişçiye tedavisini olmalı, dişçi hastadan farkı almalı, geriye kalanı SGK’den almak üzere fatura kesmeli...

Din ve Bilim

Bazıları sadece dini ön plana çıkarır, bilime mesafelidir. Bazıları da bilimi ön plana çıkarır, dini öteler.

Bu tespitin herkes için geçerli olduğunu söylemiyorum. Çünkü din ve bilimi yerli yerine oturtabilenler için bir sorun olduğunu sanmıyorum.

Sorun din ile bilimi yerli yerine oturtamayanlarda.

Burada önce şu soruyu soralım. Din ve bilim birbiriyle çatışır mı ya da örtüşür mü? Birbirinin düşmanı mı? Bence örtüşür ve çatışmaz. Düşman da değillerdir. Çünkü bilim dediğimiz şey evreni keşfeder. Keşif derken evren yaratılırken Allah'ın koyduğu sünnetullah adı verdiğimiz fiziki, biyolojik ve toplumsal yasaları tespit edip ortaya koymaya çalışır. 

Din ise sosyal bir varlık olan insanın toplum içinde yaşarken içinde yaşadığı topluma karşı sorumluluklarını hatırlatan, iyi bir insan aynı zamanda Allah’a karşı görevlerini yerine getirmesini isteyen bir müessesedir.

Bilim, değişmez yasaları ortaya koyarken din de inananına “İşini iyi yap, düzgün yap, çalış...” demek suretiyle insana ahlaklı olmayı öğütler.

Din kendi alanında, bilim de kendi alanında işini yaptıktan, birbirinin alanına müdahale etmedikten sonra birbiriyle çatışmadığı gibi uyumlu çalışır.

Din bir inanç, inanma ve ikna olma işidir. Ayrıca delile ihtiyaç duymaz. Bilim ise deney, gözlem, inceleme ve araştırmaya göre evrenin gizemini keşfeder. İşi laboratuvarda ve tabiattadır. Bilim Allah’ı laboratuvarda aramaya kalkar, yok derse, din de bilimsel gelişmenin önünü açmaz, aklı kullandırmaz ise bu bilim anlayışı ile din anlayışı anlaşamaz ve birbiri ile çarpışır.

Din ile bilim çatışıyorsa, aslında bu çatışma din ile bilimin çatışması değil, din ve bilim anlayışımız bu ikisini karşı karşıya getirmektedir.

Bunu da zaman zaman görürüz. Özellikle yarım hoca dinden eder sözü misali, bazı dini eğitim almış öyle kişiler var ki olur olmaz rivayetleri akıl süzgecinden geçirmeden piyasaya sürüyor. Mesela depremlerin zina ve zulmün artmasıyla olduğunu söyleyiveriyor. Kömür madeninde Göçük altında veya depremlerde enkaz altında kalıp ölenler için takdiri ilahi, kader deyiveriyor. Sel baskınlarına hakeza aynı dil ortaya çıkıyor.

Halbuki deprem bir sünnetullahtır. Tıpkı yağmurun yağması gibi bir doğa olayıdır. Depremin olması ölçü anlamında kaderdir. Ama evin yıkılması, yıkıntının içinde kalıp ölmek kader değildir. Depremin kader olduğuna inanacağız. Depremde ölmemek için depremle yaşamayı öğreneceğiz. Depremde ölmemek için  “işi ehline sorun” ayeti gereği bunu bilim adamlarına soracağız. Bilimin ışığında evlerimizi yapacağız. Bu tespitin yerine depremde ölümü kadere bağlamak hem din dışı hem bilim dışıdır. Burada bilimi dinlemek, bilim adamlarının dediklerine uymak dinin bir emridir. Verdiğim bu örnek bile din ile bilimin birbirine uyumlu çalışabileceğine bir örnektir. Bu doğru tevekkül anlayışına bir örnektir.

13 Şubat 2023 Pazartesi

Tarafların Devlet Olma Mücadelesi

Türkiye'de farklı kesim, grup, camialar olsa da iktidar olma, iktidarda kalma mücadelesi yönünden bu kesimleri ikiye indirgeyebiliriz. Bunlar; dindar, mütedeyyin, İslamcı, milliyetçi, muhafazakar kesim, diğeri de laik, seküler, Kemalist kesimdir. Arada iki taraftan da olmayanlar var ama toplamları fazla olmadığı için bunları saymıyorum.

Her iki kesim de iktidar olmak veya iktidarda kalmak suretiyle devletin kendisi olma mücadelesini verir. İktidar olmaları da yetmez, muktedir olmak isterler. Kısaca devleti ele geçirip devletin kendisi olma mücadelesidir bu.

Burada bazıları devletle iktidarı ayıralım der. Doğru, ayırmak gerek. Yalnız bu ayrımı, devlet ve iktidar alanlarını bilir, birbirinin sınırlarını çiğnememek şartıyla olur. Devlete yön veren ve yürütmenin başı olması hasebiyle devletle iktidarı ayırt etmek her zaman mümkün olmayabilir. Bu yönüyle iktidar demek devlet demektir, devlet demek de iktidar demektir.

Bu iki kesimin mücadelesini anlamak için örneklere yer vereceğim. Vermeden önce devlete dair şunu söylemek isterim. İktidar olma ve devlet olma mücadelesi olsa da devlet hepimizin devletidir ve ebet müddettir. Olmazsa olmazdır.

Dindar ve mütedeyyin kesim bir zamanlar iktidarda değildi. Bu kesim kendisini devletin üvey evladı görürdü. Kendisini dışlanmış ve itilmiş hissederdi. Bu zaman diliminde devlet veya iktidar, başörtüsüne karışıyor, okuduğu okuluna katsayı koyuyor, asker saçına, sakalına karışıyor, yemin töreninde dahi giyim kuşam kontrolü yapıyor. Başörtüsünden dolayı direnenlerin öğrenim hakkını elinden alıyor, kamuda çalışıyorsa, kamudan ihraç ediyor. Üst düzey bürokraside pek yer bulamazdı.

Bu zaman diliminde dindar ve mütedeyyin kesim devletini sevse de devlete mesafeliydi. Kurumlara da güvenmiyordu. Kurban derisi toplayan Türk Hava Kurumuna kolay kolay dersini vermezdi, aynı şekilde Kızılay’a yardım etmezdi. Yargıya güvenmezdi. Kısaca yapılanlardan dolayı devlete kırgındı. Bu da ister istemez, devlete ve devletin kurumlarına güven problemini beraberinde getirmişti.

Dindar, mütedeyyin kesim böyle iken o zamanın iktidarını destekleyen laik, seküler kesim ise devlete ve kurumlarına çok güveniyordu. Kim devlete söz söylerse buna tahammül etmezlerdi. Çünkü devlet kendilerinindi.

Dindar ve mütedeyyin insanlar nicedir iktidarda oldukları için eski devlete güvensizlikleri kalmadı. Devleti eskisinden daha çok seviyorlar, devletin yanındalar, nerede devlet diyen olursa, işte devlet burada deyip cevabı yapıştırıyorlar. Allah devletimize zeval vermesin duasını ağızlarından düşürmüyorlar.

Dindar ve mütedeyyin kesimin iktidarında ise laik ve sekülerler, kendilerini devletin üvey evladı görüyor, mağdur edildiklerine inanıyorlar, devlete ve devletin kurumlarına güvenmiyorlar vs.

Verdiğim bu örnekler, devlet aynı devlet olmasına rağmen devlette hangi kesim varsa kesimlerin devlete bakış açısının değiştiğini gösteriyor. Bu da iktidarla, devletin bu ülkede özdeşleştiğini, ayrım yapmanın zorlaştığını gösterir.

Verdiğim örneklere paralel olarak şunu söyleyebilirim. Bugün devlete mesafeli olan, devlete ve kurumlarına güvensizliğini izhar eden laik seküler kesim, yarın iktidar olursa, devlete bakış açıları değişecek ve devlete sahiplenecek demektir. Aynı şekilde iktidardan uzaklaşan dindar ve mütedeyyin kesim devlete tekrar mesafe koyacak demektir.

Gördüğümüz gibi tarafların iktidar olup olmamasına göre devlete bakışımız değişiyor. Bu ne zaman değişmez? Devletle, devleti yöneten iktidar kalın çizgilerle ayrılır, sistem her yönüyle işlerse işte o zaman herkesin devlete bakışı aynı olur. Bunun olması da bu ülke için hayal gibi bir şeydir.