Ana içeriğe atla

Din ve Bilim

Bazıları sadece dini ön plana çıkarır, bilime mesafelidir. Bazıları da bilimi ön plana çıkarır, dini öteler.

Bu tespitin herkes için geçerli olduğunu söylemiyorum. Çünkü din ve bilimi yerli yerine oturtabilenler için bir sorun olduğunu sanmıyorum.

Sorun din ile bilimi yerli yerine oturtamayanlarda.

Burada önce şu soruyu soralım. Din ve bilim birbiriyle çatışır mı ya da örtüşür mü? Birbirinin düşmanı mı? Bence örtüşür ve çatışmaz. Düşman da değillerdir. Çünkü bilim dediğimiz şey evreni keşfeder. Keşif derken evren yaratılırken Allah'ın koyduğu sünnetullah adı verdiğimiz fiziki, biyolojik ve toplumsal yasaları tespit edip ortaya koymaya çalışır. 

Din ise sosyal bir varlık olan insanın toplum içinde yaşarken içinde yaşadığı topluma karşı sorumluluklarını hatırlatan, iyi bir insan aynı zamanda Allah’a karşı görevlerini yerine getirmesini isteyen bir müessesedir.

Bilim, değişmez yasaları ortaya koyarken din de inananına “İşini iyi yap, düzgün yap, çalış...” demek suretiyle insana ahlaklı olmayı öğütler.

Din kendi alanında, bilim de kendi alanında işini yaptıktan, birbirinin alanına müdahale etmedikten sonra birbiriyle çatışmadığı gibi uyumlu çalışır.

Din bir inanç, inanma ve ikna olma işidir. Ayrıca delile ihtiyaç duymaz. Bilim ise deney, gözlem, inceleme ve araştırmaya göre evrenin gizemini keşfeder. İşi laboratuvarda ve tabiattadır. Bilim Allah’ı laboratuvarda aramaya kalkar, yok derse, din de bilimsel gelişmenin önünü açmaz, aklı kullandırmaz ise bu bilim anlayışı ile din anlayışı anlaşamaz ve birbiri ile çarpışır.

Din ile bilim çatışıyorsa, aslında bu çatışma din ile bilimin çatışması değil, din ve bilim anlayışımız bu ikisini karşı karşıya getirmektedir.

Bunu da zaman zaman görürüz. Özellikle yarım hoca dinden eder sözü misali, bazı dini eğitim almış öyle kişiler var ki olur olmaz rivayetleri akıl süzgecinden geçirmeden piyasaya sürüyor. Mesela depremlerin zina ve zulmün artmasıyla olduğunu söyleyiveriyor. Kömür madeninde Göçük altında veya depremlerde enkaz altında kalıp ölenler için takdiri ilahi, kader deyiveriyor. Sel baskınlarına hakeza aynı dil ortaya çıkıyor.

Halbuki deprem bir sünnetullahtır. Tıpkı yağmurun yağması gibi bir doğa olayıdır. Depremin olması ölçü anlamında kaderdir. Ama evin yıkılması, yıkıntının içinde kalıp ölmek kader değildir. Depremin kader olduğuna inanacağız. Depremde ölmemek için depremle yaşamayı öğreneceğiz. Depremde ölmemek için  “işi ehline sorun” ayeti gereği bunu bilim adamlarına soracağız. Bilimin ışığında evlerimizi yapacağız. Bu tespitin yerine depremde ölümü kadere bağlamak hem din dışı hem bilim dışıdır. Burada bilimi dinlemek, bilim adamlarının dediklerine uymak dinin bir emridir. Verdiğim bu örnek bile din ile bilimin birbirine uyumlu çalışabileceğine bir örnektir. Bu doğru tevekkül anlayışına bir örnektir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde