11 Şubat 2023 Cumartesi

Depremlerle Sınavımız

Bu ülkenin derdi, sıkıntısı ve problemi bitmez. Çoğu dertlerin bitmemesini sebebi vurdumduymazlığımız, oy avcılığı yapmamız, bir ülkeyi imar etme ve geliştirmeden ziyade ucuz siyasete sarılmamız, problemleri görmezden gelmemiz, halının altına süpürmemiz, plansızlığımız, pansuman tedbirlerle günü kurtarmaya çalışmamızdandır.

İsterseniz sık sık ülkemizi belirli periyotlarla yoklayan yıkıcı depremleri ele alalım. Ülkemizin önemli deprem fay hatları üzerinde kurulu olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Bu bilginin yanında depremlerde mal ve can kaybı olmaması için yapılması gerekenleri de biliyoruz. Bu bilgilere rağmen ne yaptık? Kısaca bu bilgilere ve uyarılara kulak vermeyip sırtımız üstüne yan gelip yan yattık.

Yattık ama depremle yaşamayı öğrenemedik ve her depremde bildik sahnelere maruz kaldık. Yaptıklarımızdan ve yapılması gerekirken yapmadıklarımızdan dolayı kendimizle yüzleşmedik ve aymazca tutumumuza devam ettik. 

Çürük mü çarık mı, depreme dayanıklı mı kontrolü bile yapmadığımız imarsız, ruhsatsız ve kaçak binalar için imar barışı adı altında üç kuruş paraya 26 defa imar affı çıkardık. Niçin? 

Altı sağlam mı demeden zemin etüdü yaptırmadan altı kum ve gevşek olan ova, arsa, tarla vb. yerleri imara açtık. Niçin zemini sağlam yerleri imara açmadık? Eski ecdadımız ev yaparken bir şehir ve köyü kurarken niçin dağ yamaçlarını tercih etmiştir?

Çıkardığımız 2007 ve 2017 deprem yönetmeliğine uygun ev ve bina yapılıp yapılmadığının ciddi kontrolünü yapmadık veya yaptırmadık. Uygulayamadığımız ve denetleyemediğimiz mevzuatı süs olsun diye mi çıkardık?

2019 yılına gelinceye kadar müteahhitlere, yaptıkları binalarının kontrol görevlisini niçin kendisinin seçmesine imkan verdik? Hangi inşaatçı, mimar, makine mühendisi parasını ödeyen müteahhidi ciddi bir şekilde kontrol edebilir? Nitekim bu yanlıştan 2019 yılında vazgeçildi. 

Belediyeler oturma ve iskan verirken binanın usulüne uygun yapılıp yapılmadığını ciddi bir şekilde kontrol edebilmiş midir? Yoksa üç kuruş paraya boyun eğmiş olabilir mi? 

Bugüne kadar binasını deprem yönetmeliğine uygun yapmadığı için yaptığı binaları depremde yıkılan kaç müteahhit ciddi bir şekilde ceza almış ve ölen her canlı için kaç lira tazminat ödemiştir ya da ödettirilmiştir? 

Zemin etüdü sağlam olmayan düz yerleri imara açtığından dolayı yapılan binaların depremde yıkılmasıyla bugüne kadar kaç siyasi yargılandı, ceza alıp mahkum oldu?

İmar affından yararlanan binalar arasında, depremde yıkılan kaç bina olduğunun istatistiği var mı devletin elinde? Varsa imar affına kapı aralayan kaç kişi hakkında bugüne kadar ne işlem yapılmıştır?

Deprem riskine rağmen geçmişten bugüne gelen hükümetler zemini ve binası sağlam olmayan binalar için bugüne kadar ne projeler üretmiştir? Devleti yöneten siyasiler bu konuda kendilerini hiç sorumlu hissetmişler midir?

Geçmişten günümüze depremlerden dolayı yıkılan binalar, ölen insanlar, mal kaybı, deprem bölgesine ve depremzedelere bugüne kadar ne kadar para harcanmıştır? Devletin elinde böyle bir kayıt var mı? Deprem olduktan sonra yaptığımız masraf ile sağlam zemine ne kadar sağlam bina yapabilirdik sorusunun cevabı devlet yetkililerinin elinde var mı? (99 depremi 12 milyar dolara mal olmuş. Biz o yıllarda ekonomik krizden kurtulmak için IMF’den 10 milyar dolar almıştık.)

Verdiğim örnekleri ve sorduğum soruları çoğaltabilirim. Fazlasına da gerek yok. Verdiğim örnek ve sorulardan, deprem dolayısıyla başımıza gelenlerin birinci derece sorumlusunun geçmişten bugüne ülkeyi yöneten siyasetçilerin olduğu görülecektir. Halbuki biz her deprem sonrası sadece malzemeden kaçıran müteahhitlere kızıyoruz. Bunda müteahhitlerin de suçu var ama sorumlu listesini hazırlarsak en altta müteahhitlere yer verebiliriz. O yüzden bu depremde bari günah keçisi olarak sadece müteahhitleri görmeyelim. Verdiğim örneklerde görüleceği üzere bugün bu halde olmamızın sorumluları çokçadır. Makamı, mevkii, gücü ve kuvveti ne olursa olsun, insan kaynaklı hatalardan dolayı kimsenin yaptığı yanına kar kalmamalıdır. Değilse, bir sonraki depremde de aynı acıları yaşamaya devam ederiz.

Vatandaşlık Sorumluluğu ve Bilinci

Devletler, kendilerini yönetsin, hizmet etsin diye sorumluluk ve yetki vererek vatandaşın kurduğu tüzel kişiliktir.

İçimizden seçip gönderdiklerimiz tüm kurum ve kuruluşlarıyla ülkeyi yönetirken vatandaş da kendisine yüklenen sorumluluğu yerine getirir. Vatandaşın ilk başta gelen sorumluluğu devlet kendisine daha iyi hizmet etsin diye vergi vermektir, askerlik görevini yerine getirmektir, ülkeyi yönetecek kişileri seçmek için oy vermektir, kurallara uymaktır. 

Devlet topladığı bu vergileri tüyü bitmemiş yetimin hakkı görür ve bir kuruşu dahi boşa gidermeyecek şekilde yerli yerinde kullanır. Vatandaş da toplanan vergilerin nerelere kullanıldığını öğrenmek ister. Mesela, 99 depreminin ardından depremde kullanılmak üzere belli bir süreliğine konan, adına ÖTV denilen daha sonra sürekli hale getirilen deprem paraları nerede? Bildiğim kadarıyla bu paralar otoban ve yollar yapılmak üzere kullanıldı. Halbuki bu paralar sadece depremlerde kullanılacaktı. 

Yine Merkez Bankasının yıllık karının yüzde 20'si olağanüstü durumlarda kullanılmak üzere ayrılır. Deprem gibi doğal afetlerde kullanılır. Maalesef MB'nın bu karı da hazineye aktarılarak başka alanlarda harcandı. 

Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren bu ülkede siyasi iktidarlar 26 kez imar barışı adı altında af çıkardı. 

6 Şubatta yaşadığımız ve 10 işi etkileyen birbiri ardına gelen büyük yıkıcı depremin ardından deprem bölgesine destek için ulusal ve uluslararası seviyede yardım seferberliği başlatıldı. Yardımlaşma konusunda da en güzel örnekler kendini gösterdi. Milletimiz yardım konusunda adeta yarıştı. Yardım seferberliği olacak elbet. Çünkü koskoca on ili etkileyen bir büyük deprem bu. Devletin tümüyle bunun altından tek başına kalkabilmesi mümkün değil. Burada sorgulanması gereken, deprem vergisi parası niçin bu günler için saklanmaz? Merkez Bankasının yıllık karı niçin böyle günler için bekletilmez? Bu ülke Karaman hariç bir deprem bölgesi iken ve aşağı yukarı yılda bir depremin yıkıcı etkisi illeri vururken bu ülkede niçin 26 kez imar affı çıkarılır?

ÖTV parası ve kefen parası, yedek akçe de denilen MB’nin yıllık yüzde 20 karı, imar affından gelen paralar böylesi günler için ayrı bir kalemde bekletilseydi de depremin ilk olduğu andan itibaren bu parayı ihtiyaçları gidermek için devlet deprem bölgelerine gönderebilseydi, bu bütçe yetmediği takdirde vatandaştan yardım isteseydi, daha iyi olmaz mıydı?

Bu demek değildir ki devlet yardım yapmıyor. Yapabileceği yardımı açıklıyor. Sözünü de yerine getirir. Ama bu paranın kaynağı nereden? Ki devletin vereceği bu yardımın da yaraları sarması mümkün değil. Esas para gidecek yerler bundan sonra. Çünkü o yıkılan evler yeniden yapılacak. Bunun için de iyi bir bütçe gerek.

Böyle zor bir günde niyetim suçlu aramak, hesap sormak, paranın peşine düşmek değil. Şu anda bunun zamanı değil. Ama devlet ne yapıp yapıp bu son depremde dersler çıkarması lazım. Nasıl ki vatandaş kötü günler için kenarda köşede üç kuruş biriktiriyorsa, bu benim kefen param diyorsa, devletin de kötü günler için bekleyeceği kaynağı olmalı. Böyle yapmayıp her adette pamuk eller cebe demek bir devlet ciddiyetine yakışmaz. 

Sadaka Devleti ve Sadaka Toplumu

Sadaka ve infak içerisinde zekat, fitre, öşür vb. her türlü yardımın bulunduğu bir ibadettir. Belki de bu yüzden yardımlaşma ve dayanışmanın en güzel örneklerini bu toplum hep vermiştir ve vermeye devam etmektedir.

Sadece toplum değil, devlet de yardım konusunda toplumu aratmıyor. Kaymakamlıklar bünyesindeki dayanışma vakıfları aracılığıyla ihtiyaç sahiplerine yardım yapıyor. Belediyeler de hakeza.

Toplumun yaptığı yardımlar dinimizin ve örfümüzün, devletin yaptığı da sosyal devlet olmanın bir gereğidir.

Yardımlaşma konusundaki bu güzel hasletimize bir eleştiri getirmek istiyorum. Çünkü yapılan yardımlar muhtaçların ihtiyaçlarını geçici çözmeye yöneliktir. Süreklilik arz etmiyor ve sadece tespit edilen, bilinen veya isteyebilenlere yardım yapılmaktadır. Belki de çok ihtiyaç sahibi olduğu halde isteyemeyen milyonlar vardır. Bir diğer husus, yardım alan sürekli yardım alıyor. Halbuki yardımdan maksat, o kişinin ihtiyaçsız hale gelmesi ve bu kişinin başkasına yardım edecek noktaya gelmesidir. Birileri sürekli veren el olurken birileri de sürekli alan el oluyor. Nedense yaptığımız yardımlarla hep balık yedirirken balık tutmayı bir türlü beceremiyoruz. Yaptığımız yardımlar için şu atasözümüzü de hatırlamada fayda var: "Elden gelen öğün olmaz. O da zamanında gelmez" .

Hasılı, devletiyle, milletiyle bir sadaka toplumuyuz. Nedense bakıma muhtaç ve çalışamayacak durumda olanlar ve engelliler haricindekiler için kendi kendine yetecek bir sistem kuramadık. Sapasağlam kişilere de yardım ediyoruz. Pekala bu kişilere yardımın dışında bir çıkış yolu bulunabilir. Kimin, ne iş yapmaya gücü yetiyorsa, kişileri o alanda istihdam etmenin yollarını aramalıyız. Kastettiğim balık tutmayı öğretmek.

Muhtaç insanları faydalı olabilecekleri alanda istihdam etmek o kişilerin onurlarını da korumak demektir. Çünkü kendi alın terini yemek kadar güzel rızık yoktur. İşe yaradığını ve evini geçindirdiğini gören vatandaşın kişiliği oturacak, kendine özgüveni gelecektir. Her şeyden önce birey olacaktır. Çalışarak kazandığı paranın değerini daha iyi bilecek, ayağını yorganına göre uzatacaktır. Birey olanın söyleyecek sözü olur. Hep yardım alan ise yardım kesilir düşüncesiyle konuşamaz.

Bu devirde her ihtiyaç sahibine iş vermek kolay mı diyebilirsiniz. Kolay olmadığını ben de biliyorum. Ama bu konuyu dert edinip bir yerlerden başlamak gerek. Fak Fuk Fon ve belediyeler aracılığıyla aylık dağıtılan yardımlar bile kaç kişiye istihdam kapısı olabilecek bir sermayedir. İş veremediklerimize yardım yapmaya devam ederken bir kısmına peyderpey iş sağlayabiliriz.

Aynı istihdam kapısını yardım toplayan yardım kuruluşları da yapabilir. Görevleri sadece verenle alan arasında köprü olmak olmamalı. Toplanan nakdi yardımları değerlendirmek için kanuni alt yapısı oluşturulabilir. Tüm yardım kuruluşları bir çatı yardım kuruluşu bünyesinde toplanabilir. Toplanan nakdi yardımın belli bir oranı istihdam alanı oluşturmada harcanmalı.

Anlatmak istediğim, sadaka devlet ve sadaka toplum görüntüsünden mümkün olduğu kadar uzaklaşmaktır. Günümüzde en önemli ve en büyük yardım kişilere iş vermektir. Bu yardım türü üzerine projeler üretmektir. Değilse sürekli vermeye sürekli almaya devam ederiz. Bu yol ile de bir mesafe alamayız. Çünkü daima yerimizde sayarız.

10 Şubat 2023 Cuma

Deprem Sınavında Artı ve Eksilerimiz

Ne zaman bir doğal afet olsa milletimiz kesenin ağzını açar. Afet bölgesine malıyla, canıyla koşar. Tüm millet seferber olur yardım etme ve koşuşturma konusunda. Dini hassasiyeti yüksek olan da bunu yapıyor, hassasiyeti olmayan da. Bu da inansın veya inanmasın insanımızın insanlığını gösteriyor. Mayasının sağlamlığına işaret ediyor. 

2-3 gün içinde organize olup adeta yardımı yağdırdı. Deprem bölgesinden artık yardım göndermeyin uyarıları gelmeye başladı.

Ayni ve nakdi yardımın yanında deprem bölgesine gönüllü giden insanlarımız var. Kimi arama kurtarma ekibine katılıyor kimi sağlık görevlisi olarak gidiyor kimi yemek yapmak için kimi de ne iş verirlerse yaparım diyerek soluğu deprem bölgesinde alıyor.

Belediyeler tüm teçhizatıyla birlikte sıcak yemek çıkarmak için deprem bölgesine taşındı.

Sosyal medya üzerinden yardım toplayanları mı ararsın. Okullar, kurumlar, STK'ler, sanatçılar vs. yardım kampanyası düzenleyenleri mi ararsın. Camilerde yardım sergisi mi dersin. Kan lazım olur deyip kan bağışlamak için saatlerce kuyruk bekleyenleri mi ararsın. Deprem bölgesine gidecek eşyayı yüklemek için görev alanları mı ararsın. Ne ararsan var. Yediden yetmişe tüm millet bir şekil seferber olmuş vaziyette.

Takdire şayan bu hasletimize dair verebileceğimiz örneklerimiz çoktur. Böyle günlerde bu millet bu şekil kenetleniyor. Sağ olsun, var olsun.

Aynı şekilde tüm kurum ve kuruluşlarını, imkanlarını afet bölgesine gönderen, eksiklik ve aksaklıkları gidermeye çalışan, bölgenin sevk ve idaresini ve güvenliğini sağlamaya çalışan devlet de elinden gelen çabayı gösteriyor. Bölgedeki ev sahiplerine, kiracılara maddi destek veriyor, her depremzedeye defaten yardım yapacağını beyan ediyor, olağanüstü hal ilan ediyor. Yıkılan evlerin yerine bir yıl içerisinde yeni evler yapacağını açıklıyor.

Tüm bunlar depremzedelerin yaralarını sarmak için. Yaralar sarılır mı? Zor. Çünkü bölge insanı evini kaybetmiş; annesini, babasını, çocuğunu enkaza vermiş. Haydi hepsi giderildi diyelim. Çoğunda deprem fobisi oluşmuş durumda. Bu psikolojiyi nasıl atlatacaklar? Deprem esnasındaki uğultuyu bile kolay kolay unutamayacaklar.

Tüm bu dayanışma ve kenetlenmenin yanında eksikliğimiz yok mu? Olmaz olur mu? Bu kadar büyük bir bölgeyi yıkıp geçen depremde aksaklığın olmaması mümkün mü? Bunların yeri mi demeyin. İyi hasletlerimizin yanında aksayan yönleri de görmemiz ve söylememiz lazım. Lütfen sırası mı demeyin. Ne hepten her şey çok güzel türünden savunanlardanım ne de hiçbir şey yok diyenlerdenim. Hoş bu iki zümreye yaranamam. Zaten böyle bir niyetim de yok.

Geniş bir alana yayılmasından mıdır, bu depremde devlet biraz tutuktu. Önceki depremlerde gösterdiği performansı yeterince gösteremedi. Ani ve hızlı kararlar alamadı. İyi bir organize ve koordine yapamadı. Lojistik desteği yeterince sağlayamadı. Depremin ilk olduğu anda hangi bölgede ne kadar yıkım var, hangi bölge çok etkilendi bilgisine ulaşamamış olmalı ki arama kurtarma ekibini dengeli bir şekilde dağıtamadı. Bunda devletin bölgedeki birinci derece temsilcilerinin de depremzede olmasının payı büyük. Bölgeyle yeterince sağlıklı iletişim kuramadığından, elindeki kurtarma ekibini ilk saatlerden itibaren verimli kullanamadı. Şayet ilk andan itibaren iyi bir organize olabilseydi, belki de enkazın altından daha çok canlı çıkarma imkanı olacak, ölü sayımız daha az olacaktı.

Arama kurtarma ekibinin bazı bölgelere geç intikalinin yanında, bölgeye vatandaşın gönderdiği yardımları sevk ve idare etme, dengeli dağıtma konusunda da iyi koordine yapılamadı. Bir yerde eşya bolluğu yaşanırken diğer bölgelerde yokluk çekilmesine sebep oldu. Buradan anlaşıyor ki her bölgeye yeterince hatta fazlasıyla yardım gitti ama bu yardımları depremzedeye dağıtma konusunda eksikliklerin olduğunu gösteriyor.

GSM operatörleri her depremde olduğu gibi yine sınıfta kaldı. Birçok bölgede İnternet çekmiyor, telefon görüşmesi yapılamıyor. Belki de hem arama kurtarma hem de yardımları sevk, idare ve dağıtım eksikliğinin en önemli sebebi telefondan kaynaklı sağlıklı iletişim kurulamamasındandır.

Yine her depremde olduğu gibi bu depremde de yağmacılar kendini gösterdi. Lanet olsun bunların insanlığına.

Kimler Cennetlik Olur?

İslam dünyasında genel kabul görmüş görüşe göre "İman edip salih amel işleyenlerin cennete gireceği, inanmayanların cennete giremeyeceği" yönünde. Hatta Ebu Hureyre'den bir rivayete göre "la ilahe illallah diyen cennete girecektir". Yahudi ve Hristiyanların "la ilahe illallah" deseler de Hz Muhammed'in peygamberliğini kabul etmedikleri için cennete giremeyecekleri işlenir. Yine şirk koşanların ve münafıkların da cennete giremeyeceği anlatılır. Bu durumda cennete girecekler sadece Müslümanlar kalıyor.

Yine zaman zaman birileri "Efendim, falan kimse inanmıyor ama insanlığın faydasına bir icat ortaya koymuş", "Falan kimse inanmıyor ama işini düzgün yapıyor". "Bunlar cennete giremez mi?" sorularını sorar. Bu sorulara "Cennete girmenin ilk şartı imandır. İman olmadan olmaz. Zaten bu kişiler yaptıkları icatla, karşılığını dünyada iken almışlar, para ve şöhret yönünden ihya olmuşlardır. Ayrıca cennete giremeyecekler". "İman etmediği halde iyi, ahlaklı olanlar, işini düzgün yapanlar ve güvenilir olanlar Allah'ın rızasını gözetmedikleri için cennete girmeleri mümkün değil" şeklinde cevaplar verilir.

İslam dünyasında genel kabul bu yönde ise de kimin cennetlik kimin cehennemlik olacağını ancak Allah bilir. Çünkü yarattığı varlığın içini, dışını, ne yaptığını en iyi bilen odur. 

İslam dünyasında kabul görmüş görüşü kabullenmekle beraber bu konuda kafamın karışık olduğunu söyleyebilirim. Neden karışık? Bu konuda kafa yormaya çalışacağım. 

Peygamberimizden gelen bir rivayette "Her çocuk bir fıtrat üzere doğar. Daha sonra annesi, babası ve çevresi o çocuğu Yahudi, Hristiyan, Mecusi vs. yapar" denir. Bu hadisten benim anladığım, coğrafya nasıl kader ise o coğrafyada yaşayan insanlar da inceleme ve araştırma hariç, isteyerek veya istemeyerek coğrafyanın inancını benimser. Bunda ebeveynin ve toplumun etkisi büyüktür. Bundan hareketle anne ve babamız ve içinde büyüdüğümüz toplum, Müslüman olduğu için Müslümanız. Müslümanlığı bizim büyüklerden gördüğümüz ve öğrendiğimiz gibi büyüklerimiz de büyüklerinden bu Müslümanlığı almışlardır. Yani hiçbirinin inancı bir araştırma mahsulü değil. Bu coğrafya insanı Müslümanlıktan önce Hristiyanlık, Yahudilik veya Şintoizm gibi bir başka dinle muhatap olsaydı, belki bugün hepimiz olmasa da çoğumuz, bu dinlerden birini benimseyip bu din üzere yaşayacak, bu dini hak din olarak görecektik. Kısaca bu topraklarda Budizm veya Hinduizm yaygın olsaydı, bugün çoğumuz Budist veya Hindu olacaktık. Bu durumda bugünkü Müslümanlık anlayışımıza göre bizler cennete giremeyecektik. 

Gerçekten cennete sadece Müslümanlar mı girecek? Kimin girip giremeyeceğini Allah bilse de geldiğim nokta itibariyle Müslüman olarak yaptıklarımıza veya yapamadıklarımıza bakınca cennete girmek bu kadar kolay olmasa gerek diye düşünüyorum. Ayetlerde sadece iman değil, aynı zamanda salih amel de cennete girmenin şartlarından olduğuna ve salih amelin içerisine her türlü iyilik ve güzel hasletler girdiğine göre bu durumda cennet hak edilebilir. Yani iman işin teorisi ise salih amel bu imanın pratiğidir. Pratik olmadan cennete girmek zor diye düşünüyorum. Çünkü içimizdeki iman, dışımıza salih amel olarak yansıması gerekir.

Burada antrparantez salih amel hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum. “Sâlih kavramı hadislerde de “iyi, hayırlı, erdemli, doğru, din ve dünya için faydalı, helâl, huzur verici” gibi anlamlarda sıkça geçmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de olduğu gibi hadislerde de en çok “din ve dünya için faydalı iş” manasında sâlih amel şeklinde geçmektedir.”

Bu durumda salih amel “din ve dünya için faydalı iş” olduğuna göre iman sahibi müminlerin salih ameli varsa cennete girer. Ya yoksa? İşin püf noktası da burası. Bugün Müslümanların ne kadarı salih amel sınavını geçer? Din ve dünya için ne kadar yararlı işimiz var? İşimizi ne kadar düzgün yapıyoruz? İnsanlığın faydasına olacak ne üretim ve icadımız var? Bu sorulara cevabımızın çok olumlu olmayacağı hepimizin malumu.

Çok fazla örneğe gerek yok. Depremle imtihanımız nasıl? Bir depremde binlerce ev yıkılıyor ve bu yıkıntılar altında binlerce insanı öldürüyorsak, bu durum her depremde böyle ise ve hepimiz bu binaların niçin yıkıldığını, neyi eksik yaptığımızı biliyorsa, bu durumda işimizi düzgün yapmadığımız ortaya çıkıyor. Binlerce insanın katili olarak nasıl cennet hayali kuruyoruz, inanın anlayabilmiş değilim. Dinini ve inancını beğenmediğimiz, bundan dolayı cennete giremeyecekler dediğimiz kişiler evlerini ve barklarını düzgünce yapıyorsa, depremde evleri yıkılmıyorsa, bunların bu yaptıkları salih amele girmez mi? Bunlar bize göre cenneti daha hak etmiyor mu? Normal şartlarda bu durum tersi olması gerekmiyor mu? Yani biz Müslümanlar işimizi düzgün, onlar ise yamuk yapmalıydı. Çünkü inancımız bunu emreder. Nedense benim inancımın emrettiğini, benim inancıma inanmayan yerine getiriyor. Biz ise işimizi düzgün yapmadan cennet hayali kuruyoruz. Bu işte bir terslik yok mu? Allah’ü a’lem ama  sanki çok bekleriz gibi. Çünkü cennet bu kadar ucuz olmasa gerek.

Depremin Ardından

99 Gölcük depremiyle birlikte "Mesajı aldık. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Kentsel dönüşümle birlikte eski ve çürük binaların yenilenmesi lazım. Bu deprem milat oldu" denmişti. Ardından 99 ve 2007 deprem yönetmelikleri çıkarıldı. Eskiye oranla binalarımız daha bir özenli yapılmaya başlandı. Bu depremin ardından 24 yıl geçti. 6 Şubat 2023 Pazarcık depremi, 99 depreminin ardından çok fazla bir şey yapılmadığını, bu işin üzerine yeterince eğilmediğimizi ve önem vermediğimizi gösterdi. Çünkü büyük iki deprem yeni deprem yönetmeliğine uygun yapılan binaları da yıktı geçti.

Temennim odur ki aynı bölgede 10 ilimizi etkileyen birbiri ardına gelen iki büyük deprem bizi kendimize getirir. Halihazırda acımız taze. Ama bu depremi atlatır atlatmaz ve yaraları sarar sarmaz bu ülkede devletiyle, milletiyle bir deprem seferberliğine girmeliyiz. Neler yapılabilir?

İlk önceliğimiz sağlam vücut sağlam binada bulunur türünden bir parolayla tüm ülkede her ev ve binanın depreme dayanıklık testi yapılmalı. 8 derece depreme dayanıklı olmayan evler belirlenmeli. Bu evlerin bir plan dahilinde öncelikli olarak yıkılması, yerlerine yeni evlerin yapılması hayata geçirilmeli.

Deprem bölgelerinden gelen haberlere göre TOKİ'nin yaptığı evler sapasağlam ayakta. Bu demektir ki TOKİ, yönetmeliğe uygun evler yapıyor. Devlet bu yıkılan evlerin yerine ev yapmakla TOKİ’yi yükümlü kılmalı. Devlet öncelikli olarak bu mülk sahiplerine enflasyon oranında yıllık artış yapmak suretiyle taksitle ev sahibi olmalarının önünü açmalı. Bunun için TOKİ'nin imkan ve kapasitelerini artırmalı. Öncelikli olarak deprem bölgesi olan ve muhtemel depremin vuracağı iller şantiyeye dönüştürülmeli.

DASK adı verilen deprem vergisi araç muayene, araç sigortası gibi zorunlu olmalı. DASK sadece ev alırken ve satılırken yaptırılan bir vergi olmamalı. İllere göre DASK vergisi belirlenmeli. Sigortacılar evi görmeden vatandaşın beyanına göre poliçe kesmemeli. Sigorta yaptırılmak istenen ev depreme dayanıklı değilse, sigorta yapılmamalı. İmkanı olanlar kendileri, olmayanlar TOKİ vasıtasıyla evlerini yenilemeli. 

Tüm siyasi partiler ortak imza vermek suretiyle imar barışı adı altında imar affı yapmayacaklarının sözünü vermeli. Hangi hükümet böyle bir şeye yeltenir ve kapı aralarsa vatana ihanetten yargılanıp ceza almalı. Bu, ülkenin kırmızı çizgisi olmalı.

99 ve 2007 ve sonrası çıkarılan deprem yönetmeliklerine göre yapılmış ama depremde yıkılmış evlerin müteahhitlerine, mühendislerine, oturma ruhsat verenlere, denetleyenlere müteselsilen dava açılmalı. Her biri sorumluluklarına göre ihmalden, taammüden seri katillikten ve toplu katliamdan yargılanmalı. Ucu kime dokunursa, cezasını çekmeli. Bunlara af getiren bir iktidar olursa, yine vatana ihanetten yargılanmalı.

Deprem veya herhangi bir sebeple yıkılan evin yeni bina masrafının belli bir oranının DASK sigortasını yapan sigorta şirketi tarafından karşılanması zorunlu hale getirilmeli.

Depreme dayanıklı olmayan evlerin yıkılıp yenilenmesi bir devlet politikası olmalı. Her hükümetin ülke yönetimi süresinde belli bir yüzde konutu yapma zorunluluğu getirilmeli.

Öncelikli ve ivedi olarak yapılmasını istediğim sağlam ve oturulabilir sağlıklı evler, bugünden yarına yapılabilecek, vatandaşın ve devletin bir çırpıda altından kalkabileceği bir şey değildir. Çünkü büyük maliyet ve zaman ister ama istenirse yapılır. Yeter ki bu konuda samimi olalım ve üzerine ciddiyetle eğilelim. Bunu zaman geçirmeden, bir 24 yıl daha beklemeden hayata geçirelim ki bir dahaki depremlerde ne binamız yıkılsın ne de insanımız ölsün. Depremle yaşamayı öğrenelim artık.

9 Şubat 2023 Perşembe

İslamcı Kesimin Mücahitleri

İslamcı kesimin öncü insanları vardı. Kimi siyasette kimi de konferanslarda kendini gösterirdi. Bu öncü isimler mitinglerde ve salonlarda konuştukları zaman izleyici ve dinleyicileri coştururdu. Konuşmalarında slogan vardı, hamaset vardı, İslami anekdotlar, hassasiyet, milli ve manevi değerler vardı. Karşılığında "Mücahit falan" tezahüratları atılırdı. Etkisinde kalanlar “Adam korkusuz, tam bir mücahit" derlerdi.

70'ler, 80'ler, 90'lar böyle geçti.

Şimdilerde o mücahitler ve halkı arkasından sürükleyenler kalmadı. Kimse de kimse için mücahit demiyor. Hatta "Eski mücahitler müteahhit oldu" deniyor.

Bu tespit ne derece gerçeği yansıtıyor, eski mücahitlerin ne kadarı müteahhit oldu bilmiyorum. Bilinen bir gerçek var ki eski mücahitlerin içerisinde müteahhit olanlar da var, maddi yönden köşe olanlar da var, makam ve mevki sahibi olanlar da var. Bugün hiçbirine mücahit denmediği gibi onlar da kendilerini mücahit görmüyor. Kimi öldü kimi kenarda, köşede, işinde, aşında.

Bu durumda mücahitlik bir yere gelinceye kadarmış denebilir ya da 28 Şubat dönemiyle birlikte halk ve mücahit denenler kendilerini sorguladı, özeleştiri yaptı. Bunun sonunda bıraktı veya yaşanması gereken bir süreçti. Yaşanıp bitti ve tarihin arşivindeki yerini aldı.

Demek ki 30-40 yıllık bir geçmişi var mücahitliğin. Ayakları yere basan ve kökleri sağlam bir mücahitlik değilmiş. Belki de bir kandırmacaydı. Mücahitlik kalmadığına göre dava dedikleri de dava değilmiş. Belli bir süre bizi pompalamışlar ve pohpohlamışlar. İçi de dolu olmadığı için bir müddet kullanıldıktan sonra koymuşlar kenara.

Öyle zannediyorum, dava diyerek koşturduğumuz veya bize dava diye anlatılan bir masalmış, bir hayal dünyasıymış, belki de bir aksesuardı. Birileri kendilerini davanın öncüsü ve lideri diyerek bize illüzyon yapmış. Bizler de arkalarından koşmuşuz.

Geldiğimiz nokta itibariyle bu mücahit geçmişimizi kaç kişi sorguladı. Yaptığımız doğruydu, yanlış yapmışız, milleti kandırmışız diyeni pek görmedim.

Mücahit denenler kendilerini sorgulamadığı gibi bunlara mücahit tezahüratı yapanlar da sizin nereniz mücahitmiş, kartondan mücahit imişsiniz dediğini görmedim.

Herkes kendi kabuğuna çekilmiş sanki böyle bir dönem yaşanmamış gibi bir davranış içerisinde.

Çok akıllandık mı? Sanmıyorum. Yarın bir başkası hamaset ve yeni sloganla piyasaya çıksa, biz bu filmi görmüştük, bu yeni versiyon eski filmin bir başka versiyonu diyeceğini sanmıyorum. Yani çok ibret aldığımızı düşünmüyorum. Çünkü çok sağlam bir fikri temelimiz yok. Temelimiz olmayınca bize birkaç gaz yetiyor.