8 Aralık 2020 Salı

Ne Çok Sarı Öküzümüş Varmış! *

Bir fikir, bir düşünce etrafında bir araya gelen insanlar, kendileri daha güç değilken; makam, mevki, şöhret ve para gibi nimetlere kavuşmamışken aralarında sevgi, saygı, istişare, birlik, beraberlik, ibadet aşkıyla arı gibi çalışma eksik olmaz. Aralarında abi-kardeş ilişkisi olur. Biri hepsi, hepsi de biri içindir. Birinin bir sıkıntısı olursa yanında yer alır, ona kol-kanat gererler. Tüm bunlar, iyi ki bu grup ya da camianın içerisinde yer almışım dedirtir insana. Çünkü rızayı bari esastır aralarında. Menfaat zaten yoktur. 

Bunlardaki bu birliktelik, düşman çatlatan cinsten olur. Zira herkes bunlardaki birlikteliğe ve uyuma gıpta eder. Birileri, çomak sokmaya kalksa da birlikteliklerini kimse bozamaz. Çünkü buna izin verilmez. Değil izin vermek, içlerindeki bir çakıl taşını bile vermezler başkasına. 

İşte bunlar; uğraşıp didinirler. Hep bir koldan insanlara ulaşmaya çalışırlar. Zira her biri o ailenin bir ferdi, bir neferidir. Kime ulaşmışlarsa oradan da boş dönmezler. Çünkü insanın ayağına gider, onlarla hemhal olur, onlara dokunurlar.

Çaba ve azmi gören Allah, “Bu kullarım, çalışmalarıyla göz doldurdu. Yokken kendilerinde var olan samimiyeti şimdi test etme zamanı” diyerek bunları her türlü nimet ve imkana kavuşturur. Bunların esas imtihanı şan, şöhret, makam, mevki ve güce ulaştıktan sonra başlar.

Muktedir olduktan sonra nimetin devamı için sünnetullahın gereğini bihakkın yerine getirirlerse Allah, onlara emaneten verdiği nimetlerini vermeye devam eder.

Ne zamanki eski samimiyetlerini kaybederler, aralarında koltuk ve rant kavgası başlar, birbirlerini ekarte etme yarışına girerler; birileri, eşitler arasında bayrağın kendisine verildiğini unutur, istişareyi ve kardeşlik hukukunu bir tarafa atar, sadece ben varım. Zira benim sayemde bu nimetleri tattınız. Ben olmasaydım sizler birer hiçtiniz deme noktasına gelir, tüm bu olup bitenlerde acaba benim de bir payım var mı demez ise önce aralarında kırgınlıklar ve dargınlıklar oluşur. Bu kırgınlıklar, sıcağı sıcağına giderilmediği gibi bu tiplerin nankör olduğu kanaati pompalanırsa, bir zamanların düşman çatlatan birliktelikleri çatırdamaya başlar. Teker teker kopuşlar olur. Her gidene “Kardeşim, nereye gidiyorsun, biz sana ne yaptık?” denmez, gönül alınmaz ve dinlenilmez ise kopuş hızlanır. Giden, toplumun ve belirli mahfillerin önüne atılır. Onlar da kalem ve söylemleriyle gidenleri hain ve satılık olarak lanse etmeye başlar, onların hangi saikle gittiklerine dair zanlarla onları toplum nezdinde küçük düşürmeye kalkarlar, bu duruma taraflar sessiz kalırlar ise kopuşun önü kesilmediği gibi aralarındaki makas iyice açılır. Bu aşamadan sonra güç yani verilen nimetler, ayaklarının altından bir bir kaymaya başlar. Taraflar, nerede hata yapıyoruz demez, gidenlerin yerine yenisini monte edip yollarına devam etmeye kalkarlarsa bu görüntü hayra alamet değil ve bu hareket kolay kolay dikiş tutmaz. Uzatmalara oynar. Çünkü makineye sonradan monte edilenler, hiçbir zaman orijinalin yerini tutmazlar.

Bu hareketin, bu grubun, bu zihniyet ve camianın başına gelenleri merak edenler, niçin böyle oldu? Ne idik ne olduk, biz niçin eskisi gibi birlik değiliz, bu kopuşun sebebi nedir, derlerse, sarı öküz hikayesini bir daha okumalarında fayda var. Zira olup bitenler ve yaşananlar bu hikayeye çok benziyor. Çünkü gönderdikleri hep sarı öküzdür. Görünen, sarı öküzün çokluğu. Bu da şunu gösteriyor ki bir zamanlar ne de çok sarı öküz biriktirmişler. Bugün harcayıp harcayıp bitiremiyorlar. Birileri, özeleştiri yapmayıp suçu hep giden ve gönderilen sarı öküzlerde ararsa, şu unutulmasın ki bir gün gönderilecek sarı öküz kalmayacaktır.


*12/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Mukadder Son *

İncinen incitir/İnciten incinir. 

Zulmeden, zulme uğrar/Zulüm gören zulmeder. 

Şiddet gören, şiddet uygular/Şiddet uygulayan, şiddete maruz kalır. 

Ayıplayan ayıplanır/Ayıplanan ayıplanır. 

Hakaret eden hakarete uğrar/Hakarete uğrayan hakareti tadar.

Had bildirene had bildirilir. 

Başkasını küçümseyen küçümsenir.

Algılarla sonuç almaya çalışan bir gün algılara teslim olur.

Başkasına iftira eden iftiraya uğrar.

Yalan söyleyene yalan söylenir.

Gerçekleri gizleyene gerçekler gizlenir.

Kendisiyle yüzleşmeyen, suçu hep başkasında arar. Bir gün başkası da aynısını yapar.

Baskı kuran, baskıyla susturan kişi, bir gün bir başka baskıyla susturulur.

Ehliyeti bırakıp sadakate sarılanlar, ihaneti en yakınlarından görürler. Hainler de en sadıklar arasından çıkar.

Gücü ve şöhretiyle herkese ayar verenlere bir gün bir ayar veren çıkar.

Gerilimden beslenenler, bir gün bir gerilimle vurulur.

Eden bulur.

Başkasına gülene bir gün gülünür.

Başkasının derdiyle dertlenmeyip görmezden gelenler, bir gün başka dertlere duçar olurlar. İşte o zaman yanlarında kimse kalmaz. Kalabalıklar arasında yalnızlara oynarlar.

Güç zehirlenmesi yaşayanlar başka bir güce teslim olurlar.

Son söyleyeceğini ilk başta söyleyenler, söylediklerini ölçüp tartmayanlar, bir gün tükürdüklerini yalarlar.

Başarısını hep kendine mal edenler hubris sendromuna yakalanırlar. Yenilgiye asla razı olmazlar. Ama her çıkışın mutlaka bir inişi vardır.

En ufak bir hatalarında dostlarının hatalarını deve yapanlar ya da dostlarında kusur arayanlar dostsuz kalırlar.

Ben, tüm bu örneklere ve daha fazlasına sünnetullah/âdetullah derim. Zira Allah’ın toplumsal yasalarıdır bunlar. İnanırım ki Allah’ın yasasında/kaderinde/sünnetinde bir değişiklik olmaz.

*09/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 


6 Aralık 2020 Pazar

Sosyal Medya Tetikçileri *

Yazılı ve görsel medyadan sonra hayatımıza hızlı bir şekilde giren sosyal medya, kalabalıklar arasında gittikçe yabancılaşan insanımız için bilgiyi ayağına getiren ve kişiyi gerçek hayattan koparmayan bir alemdir. Çünkü bu alemde kişiler, kendini farklı göstermeye çalışsa da bu alem, reel hayatın bir yansımasıdır. Etkisi ve gücü yönüyle yazılı ve görsel medyadan daha etkili ve tehlikeli. Eskiden dördüncü kuvvet kabul edilen yazılı ve görsel medya, tek düze yayım yapmaya başlayınca etkisini kaybetti. Bugün dördüncü kuvvet rolünü, bu alem yerine getiriyor dense yanlış olmaz.

Bilgi ve haberi ayağına getiren, yalnızken bile dünyada neler olup bittiğine ulaşabileceğin, otururken düşündüklerini yazıp paylaşabileceğin bu alemin, yerinde ve kıvamında kullanıldığı takdirde faydalı olabileceğini düşünüyorum. Zira kalabalıklar arasında gittikçe yalnızlaşan insanımız, bu alem aracılığıyla görüp yaşadıklarını aktarabiliyor, sevinç ve üzüntülü günlerini buradan duyurabiliyor, bir konudaki düşüncelerini paylaşabiliyor. Yine bir başkasının paylaşımlarından haberdar olabiliyor.

Peki, sosyal medyayı yerli yerinde kullanabiliyor muyuz? Maalesef buna evet diyemeyeceğim. Çünkü bu alem vasıtasıyla insanlar, görüşlerinden dolayı mimlenebiliyor, dışlanabiliyor, kara listeye alınabiliyor ve istenmeyen adam ilan edilebiliyor. Denetimsiz olduğu ve oturmuş etik kuralları olmadığı için bu alem dezenformasyon bilgilerle dolu. Bu bilgiler arasında doğru bilgiyi bulabilmek bir çaba ister. Algının ve karalamanın her türlüsü bu alemde pazarlanıyor. Her zihniyetin trolleri burada cirit atıyor. Üzerine atılan lekeyi temizlemek için kişinin çok fırın ekmeği yemesi gerekiyor.

Algı, karalama, trollük, bayat bilgilerin ısıtılıp ısıtılıp konmasının yanında bu alemde gittikçe prim yapan bir kesim daha ortaya çıktı. Ben buna tetikçilik diyorum. Maalesef bu alem tetikçilik yapanlarla dolu. Bu tipler, arkasına sığındıkları güç sayesinde kah devlet oluyor kah hakim kah savcı. Kendisi gibi düşünmeyenlerin kellesini istiyor. Bu tipleri bilirsiniz aslında. Bunlar, Emil Michel Cioran’ın "En vahşi zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar" dediği tipler. Arkasında bir güç yok iken korkusundan sesi soluğu çıkmayan, toplum ve devlet nezdinde bir özgül ağırlığı olmayan bu kişiler, bu alemde karton mücahitliği yapıyorlar. Aslında oynadıkları rol, korkusuz korkaklıktır. Canı çok kıymetli bu tipler, bir tehlike anında hemen sıvışıverirler. Bakmayın asıp kestiklerine. Tüm dertleri ya makamlarını korumak ya da bir makama kendilerini pazarlamaktır. Paylaşımlarıyla birilerine “Bakın, ben sizin için kelle koltukta mücadele ediyorum” mesajı veriyorlar.

Mahallesinin dışında bir kesimle oturup bir fikri mücadele vermeyen bu tiplerin özelliği, başka fikirlere kapalı olmalarıdır. Asla başka bir fikre tahammülleri yoktur. Çünkü hep körler ve sağırlar olarak birbirlerini ağırlamışlardır. Özgürlük, hoşgörü ve fikir özgürlüğü onlar için sözüm ona ‘Ağzında pis sakızı çiğnemeye’ benzer. Nerede farklı bir görüş sahibi varsa hurra, üzerine çullanırlar. Meydanı boş buldukları için hakaretin her türlüsünü kendilerine mubah görürler. Çünkü muhatap bundan anlardı ve ona anladığı dilden cevap verilmeliydi. Nazik ve kibar davranmak, o kişiye cevap vermeye kalkmak hem korkaklık hem tavizdir onlar için.

Böyle ve daha fazlasını yapıyorlar. Büyükleri de kör ve sağır değiller ya, “Bu adam bize çok sadık, şunu değerlendirelim” diyor ve onu bir makama getiriyorlar. Doğrusu, hak etti de. Ne güzel yakışıyor, tetikçilikten sonra koltuk. Bu aşamadan sonra tetikçilik bitecek mi? Aynı hızla hatta dozajını artırarak devam etmeli ki daha büyük makamları hak edebilsin.

Bu tiplerin geldiği/getirildiği makamda gözüm yok. Bilirim ki bu tipler, yazdıklarıyla kalemlerinden kan damlatıyorlar. Kafa yapısı itibari İŞİT’den farklı değiller. Tek farkları, İŞİT, elinde silah, bomba ne varsa efendilerine hizmet babından yakıp yıkıyor ve öldürüyor. Sosyal medya mücahitleri de oturdukları yerden birilerine yaranmak için birilerinin biletini kesiyorlar.

Not: Ben bu yazıyı yazdıktan sonra yazıyı göndermeden önce sosyal medyada ne var ne yok diye bir göz attım. Kemal Öztürk’ün bu konuyu ele alan enfes yazısı önüme düştü. Bir solukta okudum. Okumanızı isterim: https://www.haberturk.com/yazarlar/kemal-ozturk/2893606-sagirlar-dovusu

*07/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

4 Aralık 2020 Cuma

Konya Büyük Bir Tehlike Atlattı

Konya’yı bilenler Meram Yeni Yol Caddesini iyi bilirler. Bu yol gidiş ve geliş itibariyle araç trafiği yönünden işlek bir cadde olmasına rağmen yaya trafiği yönünden tenha mı tenhadır. Tenhalığından mıdır, sağa sola sapmadan beni çarşıya götürdüğünden midir, çarşıya giderken zaman zaman bu yolu takip ederim.  

Perşembe günü öğle sıralarında çarşıya gitmek için evden çıktım. Evliya Çelebi Parkından Meram Yeni Yola girdim. Karşı kaldırıma geçmeden yoğun araç trafiğinin arasında, kaldırımda bir başına yürüyorum. Ne önümde kimse var ne arkamda ne sağımda ne de solumda. Neredeyse upuzun km’lerce uzayan kaldırımlar bana ait.

Ben böyle yürürken vızır vızır geçen araba seslerinin arasından kulağıma bir ses geldi. Kimdir, necidir, beni tanıyan biri bana mı seslendi, diye önüme, arkama, soluma ve sağıma baktım. Ses sağ taraftan geliyormuş. Yan yana yürüyen iki polismiş seslenen ve bana sesleniyorlarmış. Zaten benden başka da kimseler yoktu kaldırımda. “Ne diyorsunuz, dercesine elimi kaldırdım. “Maskeni tak” dercesine kendi maskelerini gösterdiler. Yola kadar indiklerine göre seslerini duyurmak için epey efor sarf etmiş olmalılar. Bir elimle elimi göğsüme götürerek teşekkür ettim, diğer elimle de boynumdaki maskeyi yüzüme usulüne uygun takıp yürümeye koyuldum. Onlar da yol boyu yürüyüşlerine devam ettiler. Anladığım kadarıyla bu iki polis, maske kontrolü yapmak için bu yolda görevlendirilmişler.

Ben çarşıya doğru, onlar Meram Bağları yönüne doğru yol alırlarken, onlarla benim aramdaki makas, iyice açılmış olmasına rağmen ağız ve burnumu kapatan maskemle Zafer, Alaeddin, Kayalı Park, Çıkrıkçılar İçi, Aziziye ve Arapoğlu Makasını dolaştım. Tüm buraları gezerken aldığım nefesle birlikte gözlüğüm buharlanmasına ve bundan dolayı önümü göremeyecek noktaya gelmeme rağmen maskeyi yüzümden indirmedim. Yol yürüyemeyecek noktaya gelince, gözlüğümü başımın üstüne doğru kaldırdım, Zaman zaman gözlüğü elime alıp çevreyi puslu göre göre yoluma devam ettim.

Çarşıda bir iki dostu ziyaret edip yanlarında birer bardak çay içtikten sonra küçük bir işim vardı, onu da hallettim. Sonra yolcu yolunda gerek deyip geldiğim yolu tepmek için tekrar yola koyuldum. Bu sefer, Yeni Yol alt geçidini geçtikten sonra ara sokaklara dalarak yoluma devam ettim, kah maskemi indirerek kah takarak. Eve geldiğimde, toplamda 19.500 adım yaparak 13 km yürümüşüm.

Başımdan geçen bu olayı niye anlattığımı merak ediyor; yürüdüysen yürüdün, bize ne, diyorsanız, söyleyeyim. Bir an için bir düşünün. Meram Yeni Yol üzerinde, önümde ve arkamda km’lerce ötede kimse yok iken maskesiz bir şekilde yol almak demek, tüm Konya’yı tehlikeye atmak demektir. Bereket, yol üzerinde görevli o iki polis, karşı kaldırımda olmasına rağmen beni gördüler ve beni uyardılar da saçacağım tehlikeye baştan engel oldular. Ne belli? Belki de ben, maskesiz yürüye yürüye soluğu çarşıda alacaktım. Ondan sonra ayıklayın pirincin taşını siz.

Keşke bu iki polis, Lastik durağından itibaren, nasılsa kimse yok diyerek maskemi boynuma indirdikten sonra yürümeye başladığımda, beni görüp uyarsalardı da Havzan ışıklarına doğru, yolu ortalamadan o kadar yolu maskesiz tepmeseydim. Ama iş işten geçti. Bu aşamadan sonra bugünlerde Konya’da testi pozitif çıkan hasta sayısında bir artış olursa, bilin ki müsebbibi benim. Hatamı anladım ama neye yarar. Zira iflah olmaz aymazın birisiyim. Burada sorgulanması gereken, uzun ince bir yol olan Meram Yeni Yol üzerinde sadece iki polisin görevli olması. Keşke imkan olsa da yol üzerinde, yol boyunca görev yapacak yeteri kadar polis görev yapsa. O kadar polis olmalı ki yolda kimse olmasa bile gelip geçen kimseye nefes aldırmayacak şekilde herkese maske taktırsa. Görün, ondan sonra bu ülkede hiç virüs kalır mı? Keşke maddi durumum yeterli olsa da evimde maskemi çıkarınca beni uyaracak ve maskemi taktıracak, maskemi takmadığım takdirde bana ceza yazacak, ücretini kendimin ödeyeceği bir özel güvenlik görevlisi istihdam edebilsem…

 

Linçin Kime Ne Faydası Var? *

Bu ülkede ne zaman din üzerinden bir tartışma yaşansa lise ve üniversitede okurken hocalarımızın sık sık dile getirdiği şu sözler aklıma gelir: “İslam tarihinde Allah’ın varlığı ve birliği dışında her şey tartışma konusudur. Bir konuda en az iki görüş olur. Bu da İslam’ın ve Müslümanların ne kadar hoşgörülü ve farklılıkları bünyesinde barındırdığına bir örnektir”, derlerdi. Gerçekten hocalarımın dediği gibi Müslümanlar arasında bir konuda farklı görüşleri savunan kişiler var. Müslümanların çok hoşgörülü olduğu konusuna gelince, maalesef bu konuda hocalarımız gibi düşünmüyorum. Zira geldiğim bu yaş ve yaşadığım tecrübeler gösterdi ki Müslümanlar arasında farklı fikirlere tahammül yok. Kim, bir konuda farklı bir fikir serdetse adamın ne dini kalıyor ne de imanı. Sanki elimizde kişilerin imanını ölçen bir alet veya mühür varmış gibi “Sen bu görüşünle kafir oldun”, diyerek kişileri durmadan damgalıyoruz. Bu da hoşgörüde sınıfta kaldığımızın bir göstergesidir. Meğer ne de çok seviyormuşuz kişileri İslam dairesi dışına çıkarmayı… Bu hükmü verirken de “Eğer tekfir ettiğimiz kişi kafir değilse kendimiz kafir oluruz” yargısını unutuyoruz. Çünkü kendimizden çok eminiz.

Hoşgörüsüzlüğümüze örnek vermek için çok uzağa gitmeye gerek yok. İstisnalarımız kaideyi bozmamakla beraber tahammülsüzlüğümüze en yakın ve en sıcak örnek Mustafa Öztürk’tür. Bildiğiniz gibi Kur’an’ın tarihselci yönü dendiği zaman bu ülkede Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Sayın Mustafa Öztürk akla gelir. Bu görüşünden dolayı zaman zaman Türkiye’nin gündemine oturur ve organize bir topluluk tarafından kendisine sosyal medya üzerinden tepki gösterilir. Tepkiler bir başka gündem, baskın çıkıncaya kadar devam eder. Gelen tepkiler “Bu görüşe katılmıyorum, Mustafa Bey bu konuda yanlış düşünüyor. Bunun doğrusu şudur…” şeklinde olsa hiç gam yemeyeceğim. Zira oluşturulan algı, yenilir yutulur cinsten değil. En son Aralık 2018 yılında, “tarihselciliği savunuyor” üzerinden gösterilen tepkiler üzerine "Ülkede çalışma imkânım kalmadığından en iyisi yurt dışında bir yerde görev yapmam gözüküyor” açıklaması da kendisine ait.

2018 yılında yapılanlar yeterli görülmemiş olmalı ki Mustafa Öztürk şimdi tekrar gündemde. Zira yıllar öncesinde bir dost grubunda yaptığı 40 dakikalık bir konuşmasından, 3 dakikalık bir kısmı servis edilmiş durumda. Videonun tamamını izlediğimde Öztürk, “Kur’an’ın lafzen Allah’a ait bir kelam olamayacağını, şayet böyle olsaydı Kur’an’da geçen birçok ifadenin her şeyden münezzeh kıldığımız Allah’a yakışmayacağını, ayetlerin olsa olsa manen Allah’a ait olabileceğini, Hz Muhammed’in Allah’tan aldığı vahyi kelimesi kelimesine aktarmadığını, kendi ifadeleriyle halkına aktardığını” iddia ediyor. İddia edilen bu tez ilk defa Öztürk tarafından ortaya atılmış bir tez değil. Zira İslam tarihinde, baskın görüşe göre şaz kalsa da bu görüş daha önce ifade edilmiş.

Öztürk’ün iddiasının içeriğine girmeyeceğim. Zira bu konuda kendimi yeterli görmem. Bu işi, bu işin uzmanları yapacak. Onlar, iddia sahibinin iddiasını çürütecek delillerle Sayın Öztürk’e cevap vermelidirler. Ki olması gereken de budur. Dışlamanın, asıp kesmenin, din dışına itmenin, bu konudan hareketle ilgili kişiyi bir linçe tabi tutmanın kimseye, özellikle dine ve Müslümanlara faydası yoktur.

Yazımı sonlandırırken şunu da ifade etmek istiyorum. Benim de içinde bulunduğum büyük çoğunluk, Kur’an’ın hem lafzen hem manen Allah kelamı olduğuna inanıyoruz. Sayın Öztürk bu konuşmayı yapar yapmaz sıcağı sıcağına bir tepki gösterilse olabilir diyeceğim. Ama konuşma yıllar önce yapılmış ve bugün servis ediliyor. Üstelik konuşmanın tamamı değil, bir kısmı dolaşıma verilmiş. Sanki birileri, “Alın size uğraşacağınız bir konu. Birbirinizi yiyin…” der gibi. Unutmayalım ki Müslümanlar bu tür linçten ve algılardan çok çekti. Birilerinin ekmeğine yağ sürmeyelim, birbirimize girmeyelim. Zira Müslüman, bir deliğe ikinci defa girmez. Aman dikkat!

*05/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

29 Kasım 2020 Pazar

Bilim Kurulunu Nasıl Bilirsiniz? *

Bilim Kurulu derken sağlıkla ilgili kurulu kastediyorum. Zira çoğu alanda kurulmuş bilim kurulları var. Kurulan bu bilim kurulları ne iş yapar, nasıl çalışır, bugüne kadar ne hizmeti yapmışlardır, yaptıkları hizmet ve getirdikleri önerilerle neyi önlemişler, kurumu nereden almış, nereye götürmüşler bilmiyorum. Zira elimde bildiğim bir araştırma ve istatistik yok. Bu bilim kurulları olmasaydı kurum ve kuruluşlar, deruhte ettikleri görevleri yerine getiremez miydi? Bunu da bilmiyorum ama bilim kurullarının bu ülkede faydası ve zararı, varlığı veya yokluğu yönüyle bir güzel masaya yatırılmalı. 

Başka kurumların bünyesinde kurulmuş diğer bilim kurullarını bir tarafa bırakarak bugünlerde adından sıkça söz ettiren, üyeleri her akşam televizyonlarda boy gösteren, sık sık toplantılar yaparak öneri ve tavsiyeler sunan, Sağlık Bakanlığı bünyesinde görev yapan Bilim Kurulundan söz etmek istiyorum. TV konuşmalarında bilirkişi olarak bilgisine başvurulan bu üyelerin, unvanlarına bakıldığı zaman bunların, değişik üniversite hastanelerinde farklı branşlarda görev yapan hekimler olduğu anlaşılmaktadır. Çoğunu ekranlarda göre göre bir göz aşinalığımız oluştu. Kurulun tavsiyelerinin çoğu, yürütme tarafından dikkate alındı ve marttan beri bu kurulun tavsiyesine göre kararlar alınıyor. Uygulamaya konan her tavsiye, hayatımızı derinden etkilemiş, hala etkilemeye devam ediyor. Birçok bakanlık, bir konuda karar vereceği veya karar alacağı zaman bilim kurulunun tavsiye ve önerisini dikkate almak zorunda.

Koronavirüsün ülkemizde göründüğü mart ayından itibaren Bilim Kurulunun salgını önleme adına sunduğu öneriler ne kadar faydalı oldu? Bana göre bu Kurulun bu ülkeye faydadan çok zararı olmuştur. Çünkü bu kurul dendi mi benim aklıma yasak, kısıtlama, kepenk kapatma, okulları tatil etme geliyor. Niye derseniz? Salgın artmasın diye bir kişide görülen hastalık dolayısıyla marttan beri yasak üzerine yasak yedik. Birçok sektörü ölüme terk ettik. 20 günden fazla evlerde kapalı kaldık. Sonuç, Kasım sonu itibariyle vaka sayısı 30 binleri, hasta sayısı da 7 binleri zorluyor. Ölen sayısı ise 200'e doğru koşuyor. Merak ettiğim, bu kısıtlamalar olmasaydı salgının seyri ne olurdu? Bugünkünden farklı olacağını sanmıyorum. O zaman ekonomiyi felç edecek, birçok sektör evine ekmek götüremeyecek şekilde biz bu kısıtlamaları niçin yaşadık? Maalesef her kısıtlamanın arkasında Bilim Kurulunun tavsiye imzası var. Her tavsiyeleri de yasaktan ibaret oldu ve benim aklıma Bilim Kurulu dendi mi yasak geliyor. Bilim Kurulunun elinde imkan olsaydı hastalık gelir diye bize nefes bile aldırmazdı. Hasılı bu süreçte Bilim Kurulu, hastalığı önleme adına toplum mühendisliği yaptı ve geldiğimiz noktada sonuç ortada. 

Bana göre 30'dan fazla üyesi bulunan Bilim Kurulu, yaptığı toplum mühendisliğiyle adından söz ettireceğine, her akşam kanal kanal gezip millete olumsuz tablolar çizeceğine, yasak üzerine yasak önereceğine, tüm eforlarını bu süreçte aşıyı bulmaya adasalardı. Öyle zannediyorum, ülkeye ve insanlığa en büyük hizmeti yapmış olurlardı ve gözümüzde ölümsüzleşirlerdi. Aşı bir bulunsa diye biz bekledik, onlar da beklediler. Hükümete, "Bize imkan sağlayın, vakit verin. Aşıyı biz bulacağız" deyip laboratuara kapansalardı hükümet onlara olmaz mı derdi. Bilakis onlara her imkanı sunardı.

*02/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

Belediyeler ve Çim *

Betonlaşan ve yüksek katlı şehir hayatında, rahat bir nefes almak için yeşil alanlara ihtiyaç var. Yeşil alan oluşturmak da mahalli idarelerin görevleri arasındadır. Bundandır ki belediyeler uygun gördükleri ve planladıkları yerlere imkanlar ölçüsünde ve bir plan dahilinde parklar yapar. Bir güzel yeşillendirir. İyi de yapıyor. Zira şehrin bu tür yeşil alanlara ihtiyacı var.

Park yaparken de belediyeler masraftan kaçınmaz. Parkın büyüklüğüne göre insanımız otursun, güneşten korunsun diye belli mesafelerde kamelyalar yapar. Oturup eğlensin, muhabbet edip hoşça vakit geçirsin, yesin ve içsin diye masa ve oturaklar koyar. Çocuklar oynasın diye oyun alanları oluşturur. İçine oyun aletleri koyar. Yürümek isteyenler için yürüyüş parkuru düzenler. Çay ve diğer ihtiyaçların servis edildiği kafe ve çay bahçeleri yapar. Satış yapar. Zaruri ihtiyaçların giderilmesi için tuvalet bile düşünülmüştür.

Park yapıldıktan sonra belediyelerin görevi bitmiyor. Bu parkların günlük bakım ve temizliği gerekir. Kırılanların tamiri, eskiyenlerin yerine yenisi, ağaç ve çimlerin kurumaması için sulanması, ağaçların budanması, çimlerin kesilmesi, kuruyan ya da sökülen çimlerin yerine yenisinin ekilmesi vs.

Belediyelerin, insanımızın ihtiyacını karşılamak amacıyla yapıp hizmete sunduğu parkları takdir etmekle beraber burada bir konuyu dile getirmek istiyorum. Gördüğüm bütün park ve bahçelerde çim ekili. Göze hoş gelen, seyrettikçe insana seyir zevki veren yemyeşil çimler, öyle zannediyorum parkların en masraflı kısmıdır. Çünkü çimler ağaç gibi değil. Sürekli su ister. Bundandır ki belediyeler bu ihtiyacı gidersin diye buralara mutlaka bir görevli koyar. Çimleri sulamak için açılan su, başta çim olmak üzere yolu, kaldırımı, gelip geçenleri, yolun kenarına konmuş araçları bile suluyor. Görevliler, görevlerine o kadar sadıklar ki az sonra yağmur yağacaksa da veya az önce yağmur yağmış olsa bile çim sulama işini es geçmiyor. Gördüğüm kadarıyla gözümüz gibi koruyup kolladığımız çimler hem meşakkat hem de masraftır. Diyelim ki zaten görevlisi var. Çimlere bakıp dursun. Ya masraf? Bence masraf kısmını yabana atmamak lazım. Özellikle su kaynaklarının alarm verdiği günümüzde sürekli su isteyen çimler, yer altı su kaynaklarının daha erken bitmesine neden olacağını düşünüyorum. Anlatmak istediğim, park ve bahçelerimizde çim ekimine ve bakımına son verilmeli. İnsanımız toprağa hasret şekilde şehirlerde beton, kilitli taş, asfalt görüyor sürekli. Bırakalım da insanımız, parklara gidince çim yerine toprağa bassın.

Belediyelerimiz çime verdiği önemi, fidan dikimine ve bu fidanların büyümesine, tutmuş ve büyümüş ağaçların bakım ve sulamasına, özellikle tarihi ağaçları korumaya verse çok daha iyi olacaktır. Çünkü korumaya alınmış birçok anıt ağaç, kurumaya yüz tutmuş durumda.

Mevcut ağaçları korurken aynı zamanda “Geleceğe Nefes, Dünyaya Nefes” kampanyası çerçevesinde ağaç dikimine önem verilmeli. Dikilen ağaçlar dikildiği gibi bırakılmamalı. Aynı zamanda çimlere verdiğimiz önem gibi bu ağaçların tutması/büyümesi/korunması için tedbir alınmalı. Çimler, oksijen ihtiyacımızın ne kadarını karşılıyor bilmiyorum ama zannedersem ağaçların verdiği kadar oksijen vermiyordur. Üstelik çimler bana doğal bir görünüm vermiyor, yapmacık geliyor. Ağaçlar daha doğaldır. Üstelik ağaçlar bizim geleceğimizdir.

Tarım ve Orman Bakanlığının öncülüğünde başlatılan ağaç seferberliği, bence belediyelerin asli görevleri arasında olmalı. Bu konuda mevzuat nedir bilmiyorum ama inanın, belediyelerimiz ağaç dikim, bakım işine el atsınlar, şehirlerimiz kısa zamanda yemyeşil olur. Bunu da en iyi şekilde yapacaklarına inanıyorum. Park ve bahçelerin görüntüsü bile “Bu işi en iyi belediyeler yapar, şekil A’da göründüğü gibi” diyor.

*04/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.